Sultanımdan Gönüllere : ÜVEYSİLİK YOLUNUN PİRİ, VEYSEL KARANİ HAZRETLERİ

Bütün piranların sevdiği, evliyaların sevdiği, sertacı olan Muhammed-ül Mustafa’nın (sav) sevmiş olduğu ve Hazreti Ömer ile Hazreti Aliyyel Murtaza’ya;

“Benim şu hırkamı Yemen ilindeki Veysel Karânî’ye teslim edin, ümmetime dua etsin” buyurduğu, O muhterem zât…

Hazreti Ömer ile Hazreti Aliyyel Murtaza yanlarında kutsal emanetleri ile geldiler. Mübareği Arafat Dağı’nda buldular. Veysel Karânî’ye kimi deli, kimi mecnun, kimi meczup diyorlardı. Yanına geldiler. Adının Üveys olduğunu öğrendikten sonra O mübareğe:

–Aç bakalım sağ elini, dediler. Sağ elinde arpacık hastalığından dolayı oluşan beyazlığı görünce:

–Rasululah’ın söylediği gibi, bu Üveys dediler. Rasululah’ın isminin anıldığını duyan Üveys’in heyecanı arttı, ardından Hazreti Ömer:

–Allah’ın Resulü’nün (sav) selamı var. Bu hırkasını sana gönderdi ve “Ümmetime dua etsin” buyurdu deyince:

–Bu hırkayı ben nasıl giyeyim, ben buna lâyık değilim, diyerek ağlamaya başladı.

–Lâyık olmasaydın, Rasululah bunu sana yollamazdı, denilince, Rasululah’ın hırkasını eline aldı ve taşın dibinde secdeye kapandı. Hazreti Ömer Efendimiz öldüğünü ya da bayıldığını zannetti.

“Ya Üveys! Ya Üveys!” diye seslendi.

O sırada Veysel Karânî Hazretleri, Cenab-ı Allah’a şöyle yalvarıyordu;

–Ya Rabbi! Habibin Ahmet Resulün Muhammed’in ümmetini affeyle.

Yüce Yaradan;

Ey Üveys kulum! Dörtte birini affettim, buyurdu.

Veysel Karani Hazretleri;

– Ne olur daha affet Ya Rabbi, diye yalvarınca;

Dörtte ikisini affettim, buyurdu. Yine;

– Ne olur daha affet Ya Rabbi, deyince;

Dörtte üçünü affettim, buyurdu.

Oanda Hazreti Ömer ibni Hattab sırtına vurunca kendine geldi ve:

– Yapma Ya Ömer! Rabb’imden tüm Ümmet-i Muhammed’in affını diliyordum dörtte üçünü affetti yalnız dörtte biri kaldı, dedi.

Bu olayın ardından karşılıklı sohbet ettiler. Veysel Karânî Hazretleri:

–Ya Ömer! Allah’ın Resulü’nü Bana bir anlat, bir tarif et, dedi.

–Kaşları siyahtı, yay gibiydi. Buğday benizliydi, dişleri düzgündü, başı biraz iriceydi. Yanına gelen insanlar O’nun yanında küçük kalırdı, herkesten daha heybetli idi. İnsan baktığı zaman dünyasını, ailesini, her şeyini unuturdu. Nasıl vasfedeyim, Allah’ın (cc) vasfettiğini. Kur’an vasfetmiş O’nu Ya Üveys, deyince; Veysel Karânî Hazretleri:

– Görememişsin Ya Ömer, dedi.

Ardından Aliyyel Murtaza:

–Ya Üveys! Ben gördüm, dedi.

Veysel Karânî Hazretleri:

–Nasıl gördün Ya Ali, diye sorunca;

–Mekke’nin fethinde putların hepsini kırdık. Sadece tunçtan yapılmış lat ve uzza adında putlar kaldı, bir türlü yetişemedik.

–Ya Rasulullah! Omzuma basın da şu putu devirin, dedim. Rasulullah Efendimiz;

–Ya Ali! Küreyi arz Beni zor tartıyor, sen nasıl taşıyacaksın, Bende “Nübüvvet Mührü” var. Sen çık benim omzuma, dedi.

–Hayâ ederim Ya Rasulullah, dedim.

–Çık omuzuma Ya Ali, dedi. Yine;

–Hayâ ederim Ya Rasulullah, dedim. Üçüncü seferde; Çık, deyince, hayâ ile omuzlarına çıktım, putu tuttum. Allah’ın Resulü’ne (sav) baktım. O’da bana baktı bütün on sekiz bin âlemi Muhammed-ül Mustafa olarak gördüm. On sekiz bin âlemi O’nun cemalinde gördüm, deyince Veysel Karânî:

– Bende öyle görüyorum, Ya Ali; dedi ve hüngür hüngür ağladı.

Ama bizler rüyamızda bile göremiyoruz. “Rüyasında görende söyler mi canım, olur mu?” derler.

Peki, neden Rasulullah (sav) Efendimiz rüyasını anlattı?

Neden Ebu Bekir Sıddık Hazretleri anlattı?

Neden Hazreti Ömer Efendimiz anlattı?

Neden Osman-ı Zinnureyn, Aliyyel Murtaza anlattı?

Niye mezhep sahiplerimiz anlattı?

Doksan dokuz defa Allah’ı (cc) gördüm diye, neden piranlar anlattılar?

Anlattılar ki anlayanlar olsun da onlar da âşık olsun, Muhammed-ül Mustafa’yı sevsinler. O’nu görmek için O’nun yoluna gitsinler, emin insan olsunlar. Böyle rüyalar görmek için de dilimize sahip olmamız lazım. Yalan söylemememiz, yemin etmememiz, gıybet etmememiz lazım. Suizanda bulunmamamız, onun bunun aleyhinde konuşmamamız, dedikodu yapmamamız lazım. Üç kişi bir araya geldik mi dedikodu yapmamalıyız. Birlikte çay içip, arkadaşım dediğimiz arkadaşımıza arkasından sahtekâr diyoruz, bunu demememiz, kimsenin gıyabına konuşmamamız lazım. Bilmediğimiz bir şeyi biliyormuş gibi konuşmamamız lazım. Özü sözü bir insan ve mü’min olmamız lazım…

Tarikatçı tarikatçıyı sevmiyor. Şeriatçıyım diyor, şeriatçıları sevmiyor. Allah’ı (cc) sevseniz, hepsini seversiniz. Çünkü hepsi de “Allah” diyor “Lâ ilâhe illâllah Muhammed-ür Resulullah” diyor.

Bizi ben-i israil yahudisi birbirimize düşürdü. Kitabımız bir Kur’an, Allah’ımız (cc) bir “Lâ ilâhe illâllah”, Muhammed’imiz bir, kıblemiz bir, amellerimiz bir, ancak mezhepte ve meşrepte ayrıyız. Beytullah’a gidiyorsunuz, orada tavaf yapıyorsunuz. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri “Gül Değirmeni” diyor Beytullah’a “Değirmen gül, dönen gül, alan gül, satan gül, unu gül, güldür gül” diyor.

Beytullah’ın ikinci katına çıktı mı insan ağlamadan duramıyor. Bakıyorsun renk renk, çeşit çeşit insanlar, hepsi de Allah’ın (cc) beytini tavaf ediyor, “Allah-ü Ekber” deyince kıyamda duruyor, “Allah-ü Ekber” deyince secdeye varıyor. Nasıl olur da biz bunların arkasından konuşuruz, konuştuğumuz zaman yazıklar olsun bizlere.

Tövbe edelim de Allah’a layık kul, Muhammed-ül Mustafa’ya (sav) layık ümmet olalım.

Allah (cc) hepinizden razı olsun…

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : YALAN VAATTE BULUNMAK

Muhakkak ki çok kere dil, vâdetmeye meyleder. Sonra nefis, çoğu zaman o vaadi yerine getirmek istemez. Böylece vaad, yapmamaya dönüşür. Bu ise münafıklığın alâmetlerindendir! Nitekim Allah-ü Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! (verdiğiniz) sözleri yerine getiriniz.” (Mâide/1)

Hz. Peygamber (sav)’de, “Vaad vergidir.” (Taberani) (verilmiş mal gibidir, geri alınamaz) buyurmuştur.

“Vaad, borç gibidir veya daha üstündür.” (İbni Ebî Dünya)

Allah-ü Teâlâ Hazretleri İsmail peygamberi överek şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak İsmail vaadinde sadıktı.” (Meryem/54)

Abdullah b. Ebî Hansa şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber, daha peygamber olmadan önce ben Onunla alışveriş yaptım. Onun bir kısım alacağı bende kaldı ve Ona “Buraya senin alacağını getirip teslim edeceğim” diye söz verdim. O gün unuttum. Ertesi gün de unuttum. Üçüncü gün geldim, hâlâ yerindeydi. Beni görünce şöyle dedi:

“Ey genç! Sen bana zahmet verdin! Zira ben üç günden beri burada seni beklemekteyim.” (Ebu Dâvud)

İbrahim en-Nehâî´ye şöyle denildi: “Bir kişi, başkasına buluşma sözü veriyor ve gelmiyor. Acaba öbür kişi ne yapmalıdır?”

İbrahim en-Nehâî şöyle cevap verdi:

“Gelecek namazın vaktine kadar bekler.”

Hz. Peygamber (sav) bir söz verdiği zaman ´Umulur´ kaydını eklerdi. İbni Mes´ud (ra), herhangi bir söz verdiği zaman muhakkak, “Eğer Allah dilerse” kaydını eklerdi.

Böyle yapmak daha iyidir. Bu istisnayı yapmakla beraber sözden kesinlik anlaşılırsa muhakkak o sözü yerine getirmek gerekir. Ancak mazeret varsa o zaman durum değişir. Eğer kişi, söz verdiği zaman sözünü yerine getirmemeye niyetliyse işte bu münafıklığın ta kendisidir.

Ebu Hureyre (ra), Hz. Peygamberden şöyle rivayet ediyor:

“Üç haslet vardır. Kimde bu üç haslet bulunursa o oruç da tutsa, namaz da kılsa ve ben Müslümanım da dese yine münafıktır:

1.Konuştuğu zaman yalan söylerse,

2.Söz verdiği zaman sözünü yerine getirmezse,

3.Emîn sayıldığı zaman hainlik yaparsa!” (Müslim, Buhârî)

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Dört haslet vardır, kimde o dört haslet bulunursa, o kimse münafıktır ve kimde o dört hasletten biri bulunursa, o kimsede münafıklıktan bir haslet var demektir. Ta ki o hasleti bırakıncaya kadar!

1.Konuştuğu zaman yalan söylerse,

2.Söz verdiği zaman cayarsa,

3.Ahdettiği zaman hile yaparsa,

4.Başkasıyla cebelleştiği zaman yalan uydurursa. (Müslim, Buhârî)

Bu ‘hadis-i şerif, vaadini yerine getirmemek niyetiyle başkasına söz veren veya özürsüz olarak vaadini yerine getirmeyen bir kimse hakkında vârid olmuştur. Sözünü yerine getirmeye azimli olan bir kimseye gelince, kendisini sözünü yerine getirmekten alıkoyan bir özürden dolayı sözünü yerine getirmemişse, bu kimse münafık olamaz. Her ne kadar nifaka benzer bir duruma düşmüş ise de…

Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kişi kardeşine söz verdiği ve o sözünü yerine getirmek niyetinde olduğu halde onu yerine getirme imkânını bulamazsa günahkâr olmaz.” (Ebu Davud)

Fakat münafıklıktan kaçınıldığı gibi suretinden de kaçınılmalıdır. Kendisini menedecek bir zaruret olmaksızın nefsini mazur saymak uygun değildir; zira rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (sav), Ebu Heyseme b. et-Tehya’ya, “Bir hizmetçi vereceğim” diye söz vermişti. Bu sözden sonra Hz. Peygamber’e üç esir getirildi. Onların ikisini başkalarına verdi. Bir tane kaldı. Bu esnada kızı Hz. Fâtıma (ra) gelip Hz. Peygamber’den bir hizmetçi istedi ve dedi ki: “Babacığım! Sen el değirmeninin elimde bırakmış olduğu ize bakmaz mısın” Bu esnada Hz. Peygamber, Ebu Heyseme’ye verdiği sözü hatırladı ve şöyle dedi: “Ebu Heyseme´ye verdiğim söz ne olacak” Bu bakımdan Ebu Heyseme´yi, kızı Fatıma´ya -verdiği sözden ötürü- tercih etti. (Tirmizi)

Hz. Peygamber (sav) oturmuş ve Huneyn’de Havâzin kabilesinden alınan ganimet mallarını taksim ediyordu. Halktan bir kişi gelip Hz. Peygamberin yanında durdu ve dedi ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Senin yanında bana verilmiş bir söz vardır.” Hz. Peygamber, “Evet! Doğru söyledin! Bu bakımdan dilediğini iste!” dedi. Adam, “Ben seksen koyun ile çobanını istiyorum” dedi. Hz. Peygamber, “O istediklerin senin olsun!” dedikten sonra devam etti:

“Sen az istedin. Hz. Musa’yı Hz. Yusuf’un kemiklerinden haberdar eden (Mısırlı) kadın, Musa (as) kendisine “Ne istersen iste” dediği zaman görüş ve hüküm bakımından senden daha kuvvetli idi; zira dedi ki: “Benim dileğim; beni gençliğime döndürmen ve seninle birlikte Allah´ın Cennetine girmemi temin etmendir.” (İbn Hibban, Hâkim)

Denildiğine göre halk bu adamın istediğini az görürdü. Hatta onun istediklerini darb-ı mesel yapıp, “O seksen koyun ile çobanın sahibinden daha cimridir!” diyorlardı.

Nuri KÖROĞLU