Nefsin Hastalıkları : HARAM İŞLEMEK

Haram, İslâm literatüründe, dince yapılması yasak olan şey’dir. Herhangi bir şeyi yemek, içmek, bir eylemi yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir.

            İslâm dini, inanan insanlara bir takım şeyleri yapmayı emreder, bir takım şeyleri yapmayı da yasaklar. Bunlara emirler ve nehiyler (yasaklar) denir. Kavram olarak haram; kanun koyucunun (Allah’ın), inananlardan, bir şeyin yapılmamasını açık, kesin ve bağlayıcı bir şekilde istemesidir.

            İnsan dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Kişi kendi isteği ile iyi veya kötü bir insan olabilir. Yaratan’ına itaat edebilir veya isyan edebilir. İnanıp şükreden bir kul olabilir yahut kâfir olup nankörlük de yapabilir.

            Rabbimiz iyiyi de kötüyü de, Peygamberleri ve Kitapları aracılığı ile ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (a.s.)’den, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar tüm insanlık tarihi boyunca, her devirde insanlara bildirmiştir. Son ilâhi kitap olan Kur’an-ı Kerim, doğruları ve yanlışları açık ve net göstermiştir. İnanan kimse, Kur’an’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekten sorumludur. İman etmenin mantığı ve gereği, inanılan dinin kurallarını uygulamaktır.

            Allah (c.c.) kullarına bazı şeyleri yapmalarını, bazı şeyleri de yapmamalarını söylüyor. Bu bir taraftan Allah’a (c.c.) bağlılığı, O’nu sevmeyi, O’na itaati gösterdiği gibi, bir taraftan da yararlı şeyler kazanmayı, zararlı şeylerden kurtulmayı da beraber getirir. Allah (c.c.) insana faydalıyı emretmiş, zararlı olan şeyleri de yasaklamıştır. İslâm’ın bütün emirlerinde insan için fayda, bütün yasaklarının zatında da insan için zararlar vardır. Kişi emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı müddetçe imanın gereklerini yerine getirmiş, Allah’a (c.c.) hakkıyla itaat etmiş, kendini kötülüklerden arıtmış ve şeytanın yolundan da ayrı olduğunu göstermiş olur. 

           Haramlar, insanları çirkinliklerden, kötülüklerden ve aşağılık şeylerden korumak için konulmuştur. Haramlara uyma bilinci, kişiyi koruyan, kişinin nefsini temizleyen ve kişiyi olgunlaştıran ve yücelten en güzel sebeptir. Dolayısıyla haramlar aynı zamanda kötü ahlâk davranışlarıdır. Bunlardan korunma ise iyi ahlâk davranışlarını kazanmakla mümkün olur.

            Bir şey haram olduğu için onu yememe, içmeme veya bir hareketi yapmama; yani haram hükmü verilen bir yasağa uyma, bu hükmü veren makamı yüce tanıma ve onun önünde ibadettir. İnsanlar Allah (c.c.)’a kulluk yapmaktan sorumlu olduklarına göre helâl ve haram ölçülerini de yalnızca O’ndan almalıdırlar. İnsanlar kendi düşüncelerine göre ve işlerine geldiği gibi helâl ve haram ölçüleri koyamazlar. Bunu yapanlar Allah (c.c.) katında bir vebal kazanırlar. “Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar.” (Nahl;116)

            İnsanların arzularından çıkan helâl ve haram ölçülerine uyulduğu zaman yeryüzünde hep fesat olur. “Eğer Hakk, onların arzularına (heva ve heveslerine) uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulur giderdi…” (Müminun; 71)

            Peygamberimiz (s.a.v.) de bazı konularda Allah’ın (c.c.) kendisine bildirdiği haramları ümmetine açıklamıştır. O şöyle buyurmaktadır: Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanarak size: “Bu Kur’an’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur)” demesi yakındır. Dikkat edin Allah elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” (Ebu Davud)

            Herhangi bir kimsenin veya otoritenin haram veya helâl hükümlerini İslâm’ın ölçülerine zıt olmasına rağmen kabul etmek, onları Rab olarak tanımak anlamına gelir ki bir Müslüman bunu asla yapamaz. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

“Onlar hahamlarını ve rahiplerini aynı rablar edindiler. Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (Tövbe,31)

            Cahiliyye döneminde cömertliği ile bilinen Hatem Taî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimiz (s.a.v.)’i ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b.Hatem’in geldiği haber verildi. Resûlullah (s.a.v.) o sırada bu ayeti okuyordu. Orada söylenenleri duyunca dedi ki; ‘Ben Yahudileri ve Hıristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibadet etmiyorlar.’ Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibadet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları Rab haline getirmenin manası budur”  Sonra Peygamberimiz (s.a.v.) onu İslâm’a davet etti, o da Müslüman oldu.

            İnsanlara bir şeyi haram veya helâl yapma yetkisi yalnızca onları yaratan ve onları Ahrette hesaba çekecek olan Allah (c.c.)’a aittir. Kur’an’ın ve Sünnet’in açık ölçülerini bir tarafa atıp, onların var olan hükümlerini reddederek; başka güç merkezlerinin ölçülerini kabul etmek, sonra da o ölçülere uygun davranmak, iman iddiası ile bağdaşmaz. Bu kimseler Allah (c.c.)’ın yanında başka otoriteleri de ‘rab’ haline getirmiş olurlar.

            İslâm’a göre haram da bellidir, helâl de. Arada şüpheli olan bazı şeyler olabilir. Onlardan sakınmak ise müslümanın takvasıdır.

            İslâm’ın haram kıldığı bir şeyi helâl saymak çok büyük bir hatadır, Allah’ın hükümlerine korkusuzca karşı gelmektir. Ancak helâl kıldığı şeyleri insanlara haram saymak bundan daha büyük bir hatadır. Allah’ın kulları için helâl kıldığı, meşru hale getirdiği bir şeyi birileri haram kılamaz, onu insanlara yasaklayamaz. Bunu yapanlar ya da yapmaya kalkışanlar haddi aşmış kimselerdir.

“De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘o, dünya hayatında müminlerindir, Kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte biz, bilen bir topluluk için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (A’raf;32)

            Abdullah b. Abbas’ın anlattığına göre bir adam Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelerek şöyle dedi: ‘Ben et yediğim zaman kadınlara ilgim artıyor ve şehvetim kabarıyor. Onun için et yemeği nefsime haram ettim’ Bunun üzerine şu ayet indi:

“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan korkup sakının.”  (Maide; 87-88)

            Zaruretler, bazen haramları helâl hale getirebilir. İnsan mecbur kaldığı zaman, mazereti sona erinceye kadar haramı kullanabilir, yiyebilir.

            Haram işleme hastalığından kurtuluşun en kısa yolu, derhal haramları işlediği çevreyi ve arkadaşlarını değiştirmektir. Müslüman insan, haramlara batmış diğer insanlarla ömrünü sürdürdüğü taktirde, haram işleme hastalığı sürecek ve ondan asla kurtulamayacaktır. Bir insanın aynı anda iki farklı grup ve ortamda bulunması da fizik olarak mümkün olmadığına göre, iyi ve Salih insanların arasına ve meclislerine katılmak en kestirme çözümdür.

            Kötü alışkanlıkların da insanı bağlayan birer zincir ve pranga olduğunu düşünmek gerekir. Haramların her birisinin gerek toplum ve gerekse birey hayatında ne kadar olumsuzlukları ve zararları olduğu, bunları yapmayanların bu zararları olmadığı artık her akıl sahibi insan tarafından kabul edilmektedir. İnsanın hem dünyada ve hem de ahrette saadet içinde olmasını isteyen Rabbimiz, bütün bu yasakları yine insanın yararı için koymuştur. Bu gerçeği bilip ona göre hareket edildiği taktirde hastalıklardan eser kalmayacaktır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : NANKÖRLÜK

“Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki insan pek zalimdir, pek nankördür.”   (İbrahim; 34)

Nankör;  kendisine yapılan iyiliği inkâr eden, gördüğü iyiliğin ve yardımların değerini bilmeyen, iyilik ve nimet verene karşı inkârcı bir tavır takınan kimse demektir. İyiliklere ve nimet verene karşı takınılan bu olumsuz tavra nankörlük denir. Eskiler bu kötü ahlâka ‘küfran-ı nimet’ derlerdi. Yani, nimeti yalan sayma, nimeti inkâr etme, nimeti ve sahibini görmezlikten gelme demektir.

Gördüğü iyilikleri, kavuştuğu maddi ve manevi nimetleri inkâr eden, iyilik edeni ve nimet vereni bilmeyen, teşekkür etmeyen veya şükretmeyen kimseye de nankör anlamında “kâfir-i nimet” denmiştir. Kâfir, Allah’tan gelen gerçeğin üzerini örten, gizleyen, tanımayan ve inkâr edendir. Nankör de, iyilikleri, nimetleri ve bunları yapanları görmez, inkâr eder, bilmezlikten gelir.

Nankörlük ya insanlara karşı ya da Âlemlerin Rabb’ine karşı yapılır. İnsanlar ölünceye kadar birbirlerine muhtaçtırlar. Başkaları olmadan hayatlarını sürdüremezler. Maddi gücün her şeyi çözmediği tecrübelerle ispatlanmıştır. Kişiye ana-babasının iyiliğinden tutun da, hasta olunca tedavi eden doktora, okutan öğretmene, yol gösteren bir büyüğe kadar, pek çok kimsenin iyiliği dokunur. Bir insana ana-babasının yaptığı iyilikleri saymak mümkün mü? Bu karşılıksız iyiliklere teşekkür etmek, insanlık ve yardım etme duygusunun yüceliğinin gereğidir. Maddeyi bütün ilişkilerin temeline yerleştiren, çıkarından başka kutsal tanımayan, bu yüzden de derin bir egoizme saplanan günümüz insanına bunu nasıl anlatmalı?

İnsan, diğer insanlardan gördüğü iyilik ve yardımlara teşekkür etmeli. Fakat iyilik edene kul köle olmak, onun karşısında ezilip büzülmek, zelil olmak doğru değildir. İyilik eden böyle bir şey beklerse, bu iyilik değil sömürü niyetidir. İyiliklere ve yapılan yardımlara, nankörlük etmek kötü ahlâktır, kınanması gereken kötü bir davranıştır. Ancak Müslüman’ı din sınırlarının dışına çıkarmaz.

Nankörlüğün iki boyutu vardır; Allah (cc)’ın verdiği nimetlere, yaptığı iyiliklere karşı nankörlük yapmanın da iki boyutu vardır.

Birincisi, Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre inkârcıların bu nankörlükleri onların küfretmelerinden kaynaklanıyor. ‘Küfür’ ile nankörlük farklı gibi görünse de aralarında yakınlık vardır. Nankörlük; kelimesinin anlam sahası içerisinde tıpkı küfür gibi, Allah (cc)’ın yaratıcı, bütün evrenin sahibi ve canlılara ait geçim kaynaklarının yaratıcısı olduğunu, insanın sahip olduğu hayat, can, kalp, eşya gibi şeylerin Onun tarafından verildiğini inkâr etmek vardır. Bu tutum da elbette tıpkı küfre düşmek gibidir. Kur’an-ı Kerim, Allah (cc)’ın verdiği nimetleri tanımayıp inkârcı olan azgınların cezalandırıldığını anlatmaktadır. (Sebe sûresi, 34/15-17.)

“Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah da yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesi tattırdı.” (Nahl sûresi, 16/112.) 

Ayetlerde karakterize edilen nankör tip, küfre düşen inkârcı tipidir. Böyleleri Allah-ü Teâlâ Hazretlerini Rabb olarak tanımadıkları gibi rızık verici, nimet verici olarak da tanımamaktadırlar. İbadetin (kulluğun) diğer bir adı da şükürdür. İnkârcılar Allah’a şükretmeyen insanlardır. Allah’a iman, yalnızca Cenab-ı Hakk’a ibadeti yalnızca O’na şükretmeyi gerektirir.

“İnkârcılar sıkıştıkları zaman Allah’a yalvarırlar, ama biraz rahatlayınca nankörlük ederler.” (isra sûresi, 17/67)

İkinci boyutu ise mü’min olan kimselerin verilen nimetlere, yapılan iyiliklere hakkıyla şükretmemeleridir. Esasen mü’minler, iman ederek şükrün birinci şartına uyarlar. Ancak onlar, hayatları boyunca ibadet, dua ve şükür ifadeleriyle Allah’a karşı şükreden kul olmaya devam edeceklerdir. Mü’minlerin şükürlerinin noksanlığı; ibadetlerdeki  hatalarıyla, harama düşmeleriyle ortaya çıkar. Bu hatalar onları küfre götürmez ama böyle şeyler de şükreden kullara yakışmaz. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Andolsun! Eğer şükrederseniz gerçekten size (ni’metimi) artırırım ve andolsun, eğer küfrederseniz (veya nankörlük ederseniz ) şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim sûresi, 14/7.) 

Kur’an-ı Kerim’de, insanların Allah (cc)’a karşı nankörlüğünden söz edilirken, “nankör” ve “nankörlük” kelimelerinin, “küfr” kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “Sebelilerin yurtlarında, Allah’ın kudretine bir delil olarak sağlı sollu iki bahçe bulunuyordu. Onlara: “Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin, işte hoş bir belde ve bağışlaması bol bir Rab!” denmişti. Fakat onlar yüz çevirdiler. Bunun için biz de üzerlerine “Arîm Seli”ni gönderdik. Onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlı ve içinde bir kaç sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Nankörlük ettikleri için onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör olandan başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe’, 34/ 15-17)

“Allah, size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misâl verir; her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı.” (Nahl, 16/112).

Yukarıdaki ayet meallerinin ilkinde geçen “nankörlük ettikleri için” sözü, Kur’an’daki “bimâ keferû” kelâmının mealidir. “Nankör” kelimesi de “kefûr” sözünün mealidir. Aynı şekilde, ikinci ve üçüncü âyetlerde geçen “nankör” ile “nankörlük” kelimelerinin tümü, “küfr” kelimesinin türevleridir.

Kur’an’ın müteaddit ayetlerinden anlaşılan o ki; nankörlük, adetâ insanı karakterize eden bir özellik durumundadır. Başına bir musibet geldiğinde Allah’a yalvarır, kendini emniyette hissedince de O’nu unutur. Rabbi kendisine bir nimet verdiğinde ona sevinir, fakat kendi hatası yüzünden başına bir kötülük geldiğinde nankörlük huyu yeniden depreşir. Rabbimiz, insanın bu vaziyetini, Kitâb-ı Mübîn’inde şöyle ifade buyurur: “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde Allah’dan başka tüm yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O, sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu nankördür.” (İsra, 17/67)

İnsan, kendine yapılan iyilik ve yardımların, verilen nimet ve rızıkların (değerini) bilmelidir. Bu iyilikler ister insandan gelsin, isterse Allah’tan gelsin; kişi bunun şuurunda olmalıdır. İyilik yapanlar genellikle karşılık beklemezler. Ancak iyilik yapanlar teşekkürü hak eder. Bu teşekkür, hem yapılan iyiliğin derecesini artırır; hem nimetin devamını sağlar, hem de iyilik yapan ile yapılan arasında sevgi bağı kurar. 

Nuri KÖROĞLU