Nefsin Hastalıkları : İFŞA

Sır, gizlilik özelliği taşıyan bilgiyi ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. İfşa ise, açığa çıkarma ve yayma gibi anlamlara gelmektedir. Dolayısıyla ifşa, tek kelime olarak sırrı yaymak anlamına gelmektedir. Sırrı, kişinin kendisine ait olan ve başkalarına ait sırlar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Her sır ikinci kişiye geçince yayılmış olur. Sır tek kişiden çıkıp iki kişiye ulaşınca sır olma özelliğini kaybetmiş demektir. Sırla ilgili olarak Hz. Ali (ra) şöyle buyurmuşlardır: ‘Sırrın senin esirindir, onu ifşa ettiğin zaman sen ona tutsak olursun.’

Emanet gibi olan sırrı korumak, emanet edilen bir malı korumaktan çok daha zordur. Çünkü mal sağlam mekânlarda, gerekli ortamlarda korunabilmekte iken; sır söylenmesi son derece kolay olan söze bağlıdır. Nasıl ki; malın korunması sağlam önlemlerle oluyorsa, sırrın korunması da sağlam karakterlerle olabilir.  Kimi bilgilerin sır niteliğinde olacağı ve korunması gerekebileceğini Hz. Yakup (as)’un oğlu Hz Yusuf (as)’a söylediği şu sözden anlamak mümkündür: “Yavrucuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra Sana bir tuzak kurarlar.” (Yusuf;5)

Müslüman, sırdaş edineceği kişiyi çok iyi seçmeli, bu konuda özellikle dikkatli davranılmalıdır. Kimi sırlar vardır ki; aileler yıkar, büyük sıkıntılar getirir. İşte bu tür sıkıntıların olmaması ve muhtemel tehlikelerin önlenebilmesi için sırdaş seçiminde özenli davranılmalıdır. Kişi kendisine zarar verecek, onu tehlikelere atacak kimseleri, onların güler yüzlü duruşları ve dost gibi görünüşlerine aldanarak sırdaş edinmemelidir.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyledir: “Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık.” (Al-i İmran;118)

Sırrı gizleyebilen insan, çok az olduğu için, sırrımızı başkalarına söylememiz uygun olmaz. Başkalarının bize söylediği gizli şeylerini de, adeta unutmalıyız, hiç kimseye söylememeliyiz! Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de Settar’dır. Ayıpları, çirkin işleri gizler. İnsanların ayıplarını gizleyen kulunu da sever. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Arkadaşının ayıbını gizleyen, bir ölüyü diriltmiş gibi sevap kazanır. Allah-ü Teâlâ böyle kimsenin dünya ve ahirette ayıplarını örter.” (Hakim) Bir sözünün duyulması, o kimseye zarar verecekse, o kimse “Bunu kimseye söyleme” demese bile, o sözü gizlemelidir. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki: “Bir kimse, etrafına bakınarak bir söz söylerse, o söz dinleyene emanettir.” (Tirmizi)

Bir de sır mahiyetinde iyilikler vardır. Bunlar diğer iyiliklere göre daha değerli görülmüş, yapılan iyiliğin kaybolmayıp kıyamet günü insanın karşısına getirileceği bildirilmiştir. Konuyla ilgili ayet şöyledir: “İnanan kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar, hiçbir alışveriş ve dostluğun bulunmadığı bir gün gelmeden önce kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda gizlice ve açıktan harcasınlar.”  (İbrahim; 31)

Ebu Hureyre’nin (ra) bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Cenab-ı Hak, bir kısım müminleri hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde kendi Arş’ının gölgesi altında gölgelendirecektir. Bunlar: Âdil yönetici, Allah’a ibadet ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç, gönlü mescitlere bağlı olan kimse, birbirini Allah için seven ve bu muhabbetle birleşip, bu sevgi ile ayrılan iki kişi; güzel ve sosyal mevkii yüksek bir kadın tarafından davet edilip de kadın kendisini ona arz ettiğinde: Ben Allah’tan korkarım, diyebilen kişi, sağ elinin verdiğini sol eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse, hiç kimsenin görmediği bir yerde, Yüce Allah’ı (dil ile veya kalben) zikredip gözyaşı döken kimse.” (Müslim)

Hikmet ehli diyor ki: Sırrını hiç kimseye söyleme! Akıllıya söylersen, seni zelil görür. Ahmağa söylersen, başkalarına söyleyerek sana hıyanet eder. Sırrını söylersen, senin kendi gönlüne sığmadı demektir. Başkasının gönlüne sığmasını nasıl beklersin? Kendi sırrına senin gönlün dar gelirse, başkasının gönlü geniş gelir diye hiç bekleme. Otur kendini ayıpla! Akıllı kimse, sır küpüdür. Sırrını anlatmanı isteyene, sırrını söyleme, sırrını ifşa eder. Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. (Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez.)

Sırrı gizleyebilen insan, çok az olduğu için, sırrımızı başkalarına söylememiz uygun olmaz. Başkalarının bize söylediği gizli şeylerini de, adeta unutmalıyız, hiç kimseye söylememeliyiz! Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de Settar’dır. Ayıpları, çirkin işleri gizler. İnsanların ayıplarını gizleyen kulunu da sever. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Arkadaşının ayıbını gizleyen, bir ölüyü diriltmiş gibi sevap kazanır. Allah-ü Teâlâ böyle kimsenin dünya ve ahirette ayıplarını örter.” (Hakim)

O halde yapılması gereken, Müslüman karakterine yakışır biçimde sırdaş olabilmek, hayrın ve hayırlının yanında olmaktır. İbni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre: Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu tehlikeye atmaz. Her kim bir kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Her kim bir Müslüman’ın sıkıntısını giderirse, Allah da o kimseden kıyamet gününün sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim bir Müslüman’ın kusurunu örterse, Allah da kıyamet gününde onun kusurunu örter.”  (Müslim)

Kimi durumlar vardır ki; ortaya çıkan hatayı yalnızca bir kişi bilmektedir ve bu hatanın yaygınlaştırılmasıyla hiç kimse yarar elde edememekte veya gizlenmesiyle de kimse zarara uğramamaktadır. İşte bu durumda bilen tek kişi için adeta sıradan bir hata durumunda olan bu kusurun başkalarına aktarılmaması, o ayıbın örtülmesi Peygamberimiz (sav)’in bizlere bir tavsiyesi niteliğindedir. Kim ki Müslüman kardeşinin böyle bir kusurunu örterse yüce Rabbimiz de ahirette onun böyle bir kusurunu örtecek, ifşa etmeyecektir. İfşa bir hastalıktır ve bundan kurtulma yolları ise şunlardır: İnsanın kendi sırlarını, başkalarından saklaması bir sabır, tahammül ve tedbirli olmanın gereğidir. Aslında insanlara sırrı söylemenin çoğu zaman gereği de yoktur. Sohbet olsun veya sırrını söylediği insana güvendiğini belirtmek için olsun diye sırlar söylenmekte ve zamanla insanlar arasına fitne girdikten sonra da sırlar ifşa olmaktadır. Bunun için Müslüman gereği yok iken sırlarını herkesten önce kendisi ikinci bir kişiye söylememeli ve daha sonra pişman olmamalıdır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İŞKENCE

“Kullarıma işkence yapmayın.” ( Müsned)

Belli bir amaca ulaşmak için maddi veya psikolojik yöntemlerle, acı çektirerek uygulanan baskı ve eziyet… İnsanlık onuru ile bağdaşmayan, insanı küçültücü bu uygulama İslâm tarafından kesin biçimde yasaklanmış, haram kılınmıştır. İslâm’a göre zorbalık ve zulüm uygulaması, insanlara değil, hayvanlara bile reva görülemez.

Tarihte ve günümüzde Müslümanların maruz kaldıkları tüm işkencelere karşın İslâm, işkenceye karşı kesin bir tavır koyarak onu haram kılmıştır. Çünkü İslâm’a göre insan en şerefli varlıktır (eşref-i mahlûk); en güzel biçimde yaratılmış, izzet ve şeref bağışlanmış, evrendeki her şey kendisine musahhar kılınmıştır. O, yeryüzünde Allah (cc)’ın halifesidir. Bu nedenle doğuştan dokunulmaz hak ve özgürlüklere sahiptir. Bunların başında insanlık şerefine yakışır biçimde yaşama hakkı ve buna bağlı diğer haklar gelir. Bu haklar başkaları için haram, başka bir deyişle dokunulmazdır. Hz. Peygamber (sav),  Veda Hutbesinde bu haklara değinerek “…Şu şehrinizde, şu ayınız içinde bu gününüz ne kadar muhterem ve mukaddes ise, mallarınız, namus ve şerefiniz, kanlarınız da öyle haramdır, dokunulmazdır.” buyurmuştur.

Bu nedenle insanın canına, bedenine, malına, namus ve şerefine yönelik maddi ya da manevi tüm tecavüzler haram kılınmış; bu tür tecavüzlere karşı cezalar öngörülmüştür. İslâm’ın insana tanıdığı bu saygınlık ve dokunulmazlık, yalnız Müslümanlarla sınırlı değildir. Müslüman olmayanlar da aynı güvence altındadır. “Gayri müslim vatandaşlara velev bir kötü söz, namuslarıyla ilgili bir gıybet veya herhangi bir rahatsız edici davranışla olsun tecavüz eden yahut mütecavize yardım eden kimse Allah’ın, Resulünün ve İslâm’ın verdiği teminata ihanet etmiş, onu zayi eylemiş olur.” (el-Karafî)

İslâm’ın insana tanıdığı saygınlık ölümünden sonra da devam eder. Bu nedenle ölüye, ölünün vasiyetlerine, hatta yattığı yere, kabrine saygı göstermek bir görevdir. Ölüye de, dirilere olduğu gibi tecavüzde bulunulamaz, eziyet edilemez. Söz gelimi, tıbbi bir zaruret olmadıkça hiç bir ölünün kesilmesine, parçalanmasına izin verilmez. İslam’ın işkenceye karşı tavrı tüm canlıları içine alacak kadar geniş ve duyarlıdır. Bu, hayvanlara ilişkin tutumunda da açık biçimde kendisini gösterir. İnsanlara bir zararı dokunmayan hayvanları öldürmek, ateşe atarak yakmak, zevk için hedef olarak kullanmak haramdır. İnsan, ihtiyacını karşılayacak ölçüde hayvan kesebilir, avlanabilir. Fakat ihtiyaçtan fazlasını kesmesine, avlanmasına, gereksiz telef anlamına geleceği için, izin verilmez. Ortadan kaldırılması gereken zararlı hayvanları bir yere hapsetmek, aç bırakarak ölüme terk etmek caiz görülmemiş, günah sayılmıştır.

İnsanlar gibi hayvanlara da müsle yapmak (organlarını kesmek, parçalamak) haramdır. Sahip olduğu bir hayvanı beslemeyen kişi, onu satmaya, beslenebileceği bir yere bırakmaya ya da eti yenilen bir hayvansa boğazlamaya zorlanır. Kesim sırasında hayvana acı çektirmemeye özen gösterilmelidir. İslâm’ın bu konudaki titizliğini Hz. Peygamber (sav);  “Allah her şeyin üzerine güzellik yazmıştır. Bir şeyi öldürdüğünüz zaman güzel öldürün; bu şeyi boğazladığınız zaman güzel boğazlayın, eziyet vermemek için bıçağı bileyin ve hayvanın kolay ölmesini sağlayın.” (Ebu Dâvud) buyruğu ile dile getirir. İnsanlar, hayvanlara karşı davranışlarının da karşılığını göreceklerdir. Kötü bir davranış ve ölüme sebebiyet, Cehennem’e atılmayı gerektiren bir suçtur:  “Bir kadın evindeki kediyi hapsetti, yedirmedi, içirmedi, hayvanın kendi kendine yiyecek bulması için onu salıvermedi, böylece ölümüne sebep oldu. İşle bu kadın, bu yüzden Cehennem’e gitti.” (Buharî)

Hayvanlara karşı iyi bir davranış da kötü bir insanı sonsuz mutluluğa, Cennet’e götürebilir. Hz. Peygamber (sav) bunu da şöyle dile getirir: “Bir fahişe, dilini çıkarmış solur vaziyette kuyunun çevresinde dolaşan bir köpeğe pabucuyla kuyudan su çıkarıp içirdiği için Cennet’e gitti.” (Müslim)

İnsanlara inanç ve düşünceleri nedeniyle işkence edilmesine izin vermeyen İslâm, yaptığı hukuki düzenlemeler ve koyduğu kurallarla yargılama sırasında da maddi veya manevî işkenceye maruz kalmalarını önlemiştir. İslâm hukukuna göre, her şeyden önce, suçu ispat edilmeyen kişi masumdur, suçlu muamelesine tabi tutulamaz.Cezalar şüphe ve zanlara değil, kesin delillere dayanmak zorundadır. Şüpheler sanık aleyhinde değil, lehinde kullanılır. Şüphelenildiği için hiç kimse cezalandırılamaz, tam tersine herhangi bir şüphe durumunda cezalar düşürülür. Suçun ispatı, iddia edene düşen bir görevdir. Davalı suçsuzluğunu ispat etmeye zorlanamaz; yalnızca yemin teklif edilebilir. Herhangi bir zorlamanın söz konusu olduğu tüm beyanlar geçersizdir, hukuki anlamda bir delil sayılamaz. Bu nedenle hiç bir kimse, hiçbir şekilde itirafa zorlanamaz.

İslâm’da hiçbir kişi veya organın kul hakkını affetme yetkisi yoktur. Kul hakkına tecavüz etmenin uhrevî sonucu da vahimdir. Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), buna dikkat çekmek için bir defasında sahabeye “Biliyor musunuz müflis kimdir?” diye sormuş. Sahabe “Ya Rasulallah! Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” şeklinde cevap verince Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki kıyamet gününde namaz, oruç, zekâtla gelir. Ancak (diğer yandan) şuna küfretmiş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını akıtmış, ötekini dövmüş… Dolayısıyla şuna buna iyilikleri verilir. Şayet borçları bitmeden iyilikleri tükenirse hak sahiplerinin günahları ona yüklenir ve sonunda Cehennem’e atılır.”

İşkence büyük bir zulümdür. Zulüm ise İslâm’da şiddetle yasaklanmış, zalimlere ağır cezalar vaat edilmiştir.İşkence büyük bir adaletsizliktir. İslâm ise adalete büyük önem vermiştir. Her hafta cuma hutbelerinde adalet ayetinin okunması da İslâm’ın adalete ne kadar önem verdiğini göstermektedir.

Hz. Peygamber’e (sav) ve Müslümanlara işkence edenleri yeren birçok ayeti kerime ve hadis-i şerif bulunmaktadır: “Şüphesiz Allah ve Resulü’nü incitenlere, Allah dünya ve ahirette lânet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara işlemedikleri şeyler yüzünden eziyet edenler, bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab;57-58)

Ayet-i kerimede müşriklerin Allah’a ve Peygambere işkence etmelerinden söz edilmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber (sav) taşlanmış, üzerine hayvan pislikleri atılmış ve sözlü hakaretlere uğramıştır. Yani Hz. Peygamberin (sav) fizikî ve manevi işkenceye maruz kaldığı bir gerçektir.

“Münafıkların bir kısmı Peygambere eziyet eder.” (Ahzab;61)

“Ey iman edenler! Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın.” (Ahzab;69)

Hz. Peygamberin (sav) birçok hadisinde de işkencenin yasaklandığını görüyoruz:

“Kim başkasının kusurlarını ifşa ederse Allah da kıyamet gününde onun kusurlarını ifşa eder, kim insanlara meşakkat ve zahmet yüklerse Allah da kıyamet gününde ona meşakkat yükler.” (Buhari)

Şüphesiz ki insanların kusurlarını halk arasında yayıp kişiliklerini rencide etmek ve onlara zorluk gösterip eziyet etmek onlara işkence vermek demektir.

Hz. Peygamber (sav), bir gün camide otururken bir adamın, oturanların sırtları üzerinden atlayarak kendisine yakın bir yere gelip oturduğunu gördü. Hz. Peygamber (sav) namazını bitirdikten sonra adama dönerek “Neden arkada oturmadın?” dedi. Adam, “Ya Rasulallah! Beni görebileceğin bir yerde oturmak istedim.” şeklinde cevap verdi. Hz. Peygamber (sav), “Cemaatin omuzları üzerinden atlayarak geldiğini ve onlara eziyet ettiğini gördüm. Kim bir Müslüman’a eziyet ederse Bana eziyet etmiş olur; kim Bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş sayılır.” dedi. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (sav), cemaat saflarını yarmak gibi basit görülen bir davranışı bile eziyet saymıştır.

“Kim bir zimmîye (gayri Müslime) eziyet ederse onun hasmı Benim. Ben kimin hasmı olursam kıyamet gününde onu mağlup ederim.” (El-Hindi)

Bütün insanlığı şefkat ve merhametle kucaklayan, toplumda adaleti, insan haklarına saygıyı tesis eden İslâm, insanlık dışı bu uygulamayı tasvip etmemiştir. Hz. Peygamber (sav) ve sahabe uygulamalarında işkencenin yasaklandığı açıkça görülmektedir. Tarihin bazı dönemlerinde, İslâm hukukunun egemen olduğu İslâm devletlerinde rastlanan işkence uygulamaları, hiçbir surette İslâm’a mal edilemez; bunlar tamamen şahsî uygulamalardan ibarettir. Yüce dinimizde işkence, sadece insanlar için değil hayvanlar için de caiz görülmemiştir. İslâm hukukuna paralel olarak beşerî hukuk sistemlerinde de bu vahşi muamelenin yasaklandığı görülmektedir. Dolayısıyla işkence ile mücadele etmek, bütün insanlığın ortak bir görevi hâline gelmiştir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : FASIKLARI SEVMEK

“Allah’in indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler.” (Mâide, 5/47)

Allah’ın (cc) emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimseye fasık denir. Lügatte, çıkmak; ıstılahta ise, Allah’a itaati terkedip Ona isyâna dalmaktır. Yani kisaca ilâhi emirlerin dışına çıkmaktır.

Allah’ın (cc) emirlerine aykırı davranıp günah işlemeye ‘fısk’ denildiğine göre, günah işlemeye devam eden, İslam’ın sınırlarının dışına taşan kimselere ‘fâsık’ denir. Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:

a. Günahı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazen günah işlemek.

b. Yapılan bir günahı ısrarla yapmak.

c. Günahın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur.

Allah’ın (cc) indirdiği ile hükmetmeyenler, her konuda Allah’ın (cc) gönderdiği hükümleri ölçü almayanlar, özellikle inanç, ibadet ve sosyal düzende Allah’ın (cc) buyruklarına aldırmayanlar fâsık kimselerdir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre münafıklar kesinlikle fâsıktırlar. Çünkü onlar sürekli bir biçimde Allah’ın (cc) emrinin dışına çıkarlar, bunda da bir sakınca görmezler.

Fâsıklık, hidayet yolu üzerinde en büyük engeldir. Allah’tan (cc) gerçek anlamda korkup sakınanlar ‘fısk’ olayından uzak kalmaya çalışırlar. Dünyalıklara, nefsin isteklerine kapılıp da Allah’ın (cc) emrini dinlememek insanı fâsıklığa götürür. Bu tür fâsıklık tavırları giderek kişiyi küfre ve şirke sürükler.

Nitekim bir ayeti kerimede fâsık insanlardan Allah’ın (cc) razı olmadığını görmekteyiz:

“Döndüğünüzde, kendilerine çıkışmamanız için, Allah’a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer Cehennem’dir. Kendilerinden hoşnut olasınız diye, size yemin verirler. Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkmış fâsık kimselerden razı olmaz.” (Tövbe; 95,96)

Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa kelime kendine döndürülür.” (Buhari)

Bu hadisi şerife göre eğer ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ denen kimse fâsık veya kâfir değilse, o kelime bunu söyleyen üzerine dönüyor. Kendisi fâsık veya kâfir oluyor. Bir mümine fâsık veya kâfir demenin ne anlama geldiğini bilen ve anlayan bir kimsenin bu konuda dikkatli olması gerekir.

Yine başka bir hadisi şerifte: “Zalimin çok yaşaması için dua etmek, Allah-ü Teâlâ’ya isyan olunmasını istemektir.” buyruldu.

Zalimin elini öpmek, karşısında eğilmek, günahtır. Adilin ise caiz olur. Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra), Hz. Ömer’in (ra) elini öpmüştür. Kazancının çoğu haramdan olan kimsenin evine gidip oturmak, caiz değildir. Onu söz ile veya bir hareket ile övmek, haramdır. Ancak kendini veya başkasını, onun zulmünden kurtarmak için yanına gitmek caiz olur. Yanında iken, yalan söylememek ve onu övmemek gerekir. Kabul edeceği tahmin olunursa kendisine nasihat verilir. Zalim, sana gelirse ayağa kalkmak ve ayakta karşılamak caiz olur. Ancak dinin izzetini ve zulmün kötülüğünü bildirmek için ayağa kalkmamak daha iyi olur. Mümkün ise nasihat yapılır. Zalimden her zaman uzak kalmak daha iyidir.

Nitekim bir hadis-i şerifte: “Münafık ile konuşurken, efendim, demeyiniz.” buyruldu.

Allah (cc)’a isyan eden ve açıkça haramları işleyen kimseye ‘Fâsık’ dendiğini ifade etmiştik. Başkalarının isyan etmesine ve fıskın yayılmasına sebep olan kişiye de ‘Fâcir’ denir. Haram işlediği bilinen fâsık sevilmez.

Hazreti Peygamber (sav): “Fâsığın fıskına engel olacak güç ve kuvvet var iken, kimse engel olmazsa, Allah-ü Teâlâ, bunların hepsine, dünyada ve ahirette azap yapar.” buyurdu. Ömer bin Abdülaziz Hazretleri diyor ki: ‘Allah (cc), bir kimse günah işlediği için başkalarına azap yapmaz ise de, açıkça günah işleyenler görülüp de, görebilenler engel olmadığı zaman, hepsine azap yapar.’

 İmam Gazali Hazretleri İhya da der ki: ‘Meddah hakkında methin getireceği zarar şudur: Meddah bazen yalan söyler, bazen övdüğü kimseye övgüsüyle riyakârlık yapar. Özellikle, övülen, fâsık ve zalim ise. Hz. Enes’in Rasulullah (sav)’tan naklettiği bir hadiste “Fâsık övülürse Rab Teâlâ gazap (azap) eder…” buyrulur.

İmam Gazali Hazretleri aynı eserinde der ki: “Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen, onu tastik etmemek, hakkında söz edilen kimsenin de, söylendiği şekilde olduğu zannına düşmemesi, ‘acaba’ diyerek, söyleneni tahkike de kalkmaması, ayrıca laf getireni ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemesi, vazgeçmezse ona öfkelenmesi, kendisi için de, dedikoducunun dedikodusunu hoş görüp o işittiğini yaymaya kalkmamasıdır. Aksi takdirde kendisi dedikoducu olur.’ İmam-ı Gazali Hz.lerinin kaydettiğine göre, Ömer bin Abdilaziz’e bir adam gelerek: ‘Senin hakkında falanca şöyle söyledi’ der. Ömer de: ‘İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan ‘Bir fâsık size haber getirince araştırın.’ (Hucurat;6) hükmüne girersin. Şayet duyduğun doğru çıkarsa ‘Dili ile iğneleyen, koğuculuk eden…’ (Kalem; 11) hükmüne girersin ki, her iki halde de sorumlusun. İstersen senin için üçüncü şıkkı tercih edelim, seni affedelim de bu iş böyle kalsın!’ der. Adam: ‘Af diliyorum, bir daha böyle bir işe girişmeyeceğim.’ der.

Hz. Peygamber (sav) kendisinden sonra gelecek fâsık reislerden haber verdiği zaman, öyleleri çıktığı vakit ne yapalım, diye soranlara isyan tavsiye etmemiş, “Bu da sorulur mu? Allah’a isyan emredene itaat yoktur.” cevabını vermiştir.

Yine Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Sadece müminle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttaki olan yesin.” Şu halde, bu hadiste arkadaşlık, mertebelere ayrılmış olmaktadır: “Müminden başkası arkadaş olamaz. Yani her müminle konuşmak, diğer beşerî münasebetler, ziyaretler, selamlaşmalar vs. caizdir. Ama evine davet edip yemek yedirecek kadar ileri seviyeye götürülecek bir arkadaşta ittikâ aranmalıdır. Bir başka deyişle müttakî olmayan, fâsık, gevşek bir müminle arkadaşlık, yemeğe çağırılacak kadar ilerletilmemelidir.” (Ebu davud)

Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Ne fâsık ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet sayılmaz. Mücâhir olan hariç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur.” (Buhari) Bir kimse, hem ibadet yapar, hem de fısk yaparsa, daha çok yaptığının ismi verilir. İkisi eşit ise, ibadeti bakımından sevilir, fıskı bakımından sevilmez. Başkalarının da fıskına sebep olan kimseye hükümet kuvvetlerince engel olunur. Fısk işleyene duyulan sevgi haramdır. Bu yüzden Müslümanların fâsık olan ehli kitap ile ve Müslüman görünümlü fâsıklar ile münasebetini bu hassas çizgide sürdürmesi gerekmektedir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : AZ YEME, AZ İÇME, AZ UYUMA

İnsanoğlu, hayatını devam ettirebilmek için yemek, içmek ve uyumak mecburiyetindedir. Müslüman ise hayatı; yalnız yeme, içme, uyuma ve egoist duygu ve sınırsız arzuları tatmin etme felsefesine dayandıramaz. Müslüman yeme için yaşamaz; ibadete güç yetirebilmek, kulluk bilincine katkı için yer.
Yeme, içme arzusu, disipline ve düzene sokulması gereken bir duygudur. Her konuda olduğu gibi bu hususta da aşırılık ve düzensizlik dinimizce yasaklanmıştır. Bir insan için ölmeyecek kadar yiyip, içmek farzdır. Kuvvetini ziyadeleştirmek için doyuncaya kadar yiyip, içmek mubahtır. Bunun fevkinde (yani doyduktan sonra) yemek, içmek haramdır. Bununla beraber, misafirine riayet (onu yalnız bırakmamak ve mahcup etmemek için) ve ertesi gün tutacağı orucu rahatça tutabilmesi için biraz fazla yiyip, içmede bir beis yoktur. Uyku ise yorulmuş olan insanın dinlenmesi için Allah (cc) tarafından lütfedilen bir istirahat halidir.

Aşırı derecede yemeğe düşkünlük oburluktur. Perhizkârlık, az yemek, az içmek ve az uyumak sıhhat ve rahatı, oburluk ise zahmet ve meşakkati davet eder. Bir hadis-i şerifte Fahri Âlem Efendimiz (sav): “İsraf etmemek ve böbürlenmemek şartıyla yiyiniz, içiniz ve giyininiz.” buyuruyor. İslam Büyükleri de: “Maneviyat serindir. Çok yemek hararet yapar. Hararet ise şeytandandır” buyuruyorlar.

Peygamber Efendimiz (sav); “Az yiyerek maddi manevi hastalıklarınızı tedavi ediniz. Az yiyiniz sıhhat bulunuz” derken, Hz. İsa, ümmetine; Karnınız aç olsun ki; kalbinizde Rabbinizi göresiniz” diye buyurmuştur. Hz. Davut; o güzel sesini açlıkta bulduğunu söylemiştir. Çünkü içi boşalmayan bir kişiden hoş sesler çıkmaz. Hz. Musa; Kelimullah olmayı açlıkta bulmuştur. Çünkü karnı toprakla dolu olanın Hak ile yakınlığı olamaz.

Manevi büyüklerimiz şöyle der: “Kalbi üç şey karartarak hikmet yolunu kapatır. Oda çok yeme, çok uyuma, çok konuşmadır. Üç gün aç kaldı diye dertlenen kişiden arif bir insan olmaz. O cahil ve haddini bilmez adamın tekidir. Cenab-ı Allah bir kuluna yardım ve ikramda bulunursa ona az yemeyi, az konuşmayı, az uyumayı nasip eder.”

Hz. Mevlana; “Beden bu dünya’ya aittir ruh ise öteki âlemden gelmiş bu âlemde gariptir, gariplere sahip çıkmak Kur’an emridir, o nedenle ruhuna sahip çık” diye buyurmuştur.

Ruhumuza sahip çıkmanın birinci şartı az yemektir. Az yemek az uyumaya, az uyumak az konuşmaya, az konuşma da dinlemeye vesile olur. Malûm ruhumuzu beslemenin diğer bir şartı da dinlemektir. Bunlar bir birine bağlıdır. Nefis karşısında güçlü bir ruha sahip olmak için az yemek değişmez kuraldır.

Yine Hz. Mevlana: “Sen bedenini yağlı ballı yemeklerle besledikçe, asıl varlığın olan, seni diri tutan ruhunu asla güçlü bulamazsın” derken başka bir beytinde ise: “Sen; Cenâb-ı Hak’tan ilâhi aşk iste, ruhunu besleyecek gıda iste. Ekmek isteme. Ekmek bu bedenimizin gıdasıdır. Hayvani ruhumuzu, nefsimizi besler. İlahi aşk ise can rızkıdır ruhumuzu besler. Allah’tan ten rızkı istemektense ruhumuzu besleyecek can rızkı istemek elbette çok daha hayırlıdır” buyurmuştur.

Bir hâdis-i kutside Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “Ey âdemoğlu! Ben şeref ve yüksekliği itaat etmeye verdim. İnsanlar ise onu sultanların kapısında arıyorlar, nasıl bulacaklar? İlmi açlık içinde takdir ettim, hâlbuki insanlar onu çok yemekte arıyorlar ilmi nasıl bulacaklar?   Gönül parlaklığını gece uykusuzluğuna verdim. İnsanlar onu derin uykularda arıyorlar. Gaflet ile uyurken gönül parlaklığını nasıl bulacaklar?

Ey âdemoğlu! İlim ve ameli tok karınla, gönül parlaklığını derin uykuyla, hikmet ve inceliği çok konuşmayla, ülfet ve dostluğu insanlarla iç içe bulunmakla, nihayet benim sevgimi dünya sevgisiyle dolmuş olarak nasıl isteyebilirisin? Bütün bu güzel hasletleri nasıl bulabilirsin. Öyle ise: ilim ve ameli açlıkta, gönül parlaklığını gece uykusuzluğunda, hikmet ve inceliği sükûtta, dostluğu, bana kavuşmayı ise uzlette bulabilirsin.”

“İnsanoğlu kendi karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa insanın bedenini güçlendirip olgunlaştırması için sadece üç beş lokma yemesi yeterlidir.”

“Eğer kim yemek şehvetine tutulur karnını doldurmak istese hiç değilse üçte birini yemekle, üçte birini içecekle, üçte birini de boş bıraksın.”

“Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır. O yolları açlık ve susuzlukla tıkamak sadece Allah dostlarına mahsustur.”

“Allah bir kulunu severse onu bol ve ucuz yemek bulunan yerlerde bile aç ve susuz bırakır.”

“Karnı aç, gönlü kanaatkâr, kalbi zikirde olanın, Allah dostu olduğu çok açık bir şekilde ortadadır.”

“Nefsinizi aç bırakın ki kalbinize irfan nuru doğsun.”

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle buyuruyor: “Ağzını ekmeğe kilitleyenin, ruhunun ağzı açılır. Ona aşk şarabı içirilir. Dünya ekmeği yerine nur ekmeği yedirilir. Gençleşen ruh, birlik âlemine göçer ve aşk kanadıyla veliler grubuna karışarak peygamberlerin ruhuyla uçar. Nuh yağmurlarıyla ilahi gizlilikler gece gündüz ruhuna akar. Eğer vücudun ağzı açılırsa o zaman ruhun ağzı kapanır ve beden mezbelesinden gelen dertlerle gönlü dolar. Çünkü toprak gözün yiyeceği yine topraktır. Eğer ruh, arzu ve heveslerin esiri, gönül belaların zindanı olursa, o zaman dimağ gece gündüz kuruntular içinde kıvranır. Bütün sözleri çirkin, hareketleri fena, işleri hileli olur. Hayvanî nefis, yemekle kuvvet bulur. Ruh ise hastalanır. Çünkü her lezzetli lokma, ruha bir zincir vurmaktadır. Az yemek ise nefis zayıflayınca, ruh ondan kurtulur sevgiyle, aşkla dolup şerefli ve üstün mertebelere yükselir.”

Hz. Aişe radıyallahu (r.anha) şöyle rivayet ediyor: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin karnı hiç doymamıştır. Bu durumunu da hiç kimseye şikâyet etmedi. Fakirliği zenginlikten daha fazla severdi. Sabaha kadar açlıktan karnı bükülse bile bu durum onun ertesi gün oruç tutmasını engellemezdi.”

Efendimiz (sav) Medine ahalisi için; “Buranın sakinleri karınları acıkmadıkça yemek yemezler. Yedikleri kadar yiyecekken doymadan sofradan kalkarlar. Bu yüzden de hasta olmazlar.” buyurmuştur.

Hz. Ali (ra) Efendimiz şöyle buyuruyor: “Bir kimsenin aklı tam olduğu zaman sözü az olur.” (yani az konuşur)

“Çok yiyip içene ve çok uyuyana Allah-u Teâlâ buğzeder.” (İ. Gazali)

Mıkdam b. Ma’dikerîb (ra)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Rasulullah (sav)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Âdemoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Âdemoğluna kendisini ayakta tutacak kadar yemesi içmesi yeterlidir. Şayet bu miktardan fazla yiyecek ise midesini üç kısma ayırsın; bir kısmı yemek bir kısmı meşrubat bir kısmı da nefes için ayrılmalıdır.” (İbni Mâce)

Yemek ve içmekteki bozukluklar önce şişmanlık hastalığını oluşturur. Şişmanlık fazla yemenin sonucudur. Zamanımızda çok ve ölçüsüz yemek salgın bir hastalık hâline gelmiştir. Peygamberimiz Efendimiz (sav): “Öyle bir zaman gelecek ki onların yiyip içmekten gayri düşünceleri olmadığından aralarında şişmanlık yaygın bir hal alacak” (Buhari) buyurmuştur. Aşırı yiyenlere bugün kendi vücutları isyan etmekte, sahiplerini rejim ve perhizle bir ömür boyu onulmaz hastalıklarla uğraştırmaktadır. Zamanımızda çok yemek yemenin sebeplerinden biri de masalarda sandalyelere oturarak yemek yemektir. Çünkü bu şekildeki oturuşlarda mide sarkık tıka basa doldurulmaya çok müsaittir. Sünnet üzere yemek, yere yer sofrasına oturmakla yemek yemektir. İnsan sağlığı için bu en ideal olanıdır. Peygamber Efendimiz (sav) sofraya bazen dizleri üzerine çökerek, bazen iki ayakları üzerine dizüstü dediğimiz tarzda, bazen de sağ ayağını bükerek sol ayağı üzerine otururlardı. Böyle oturuşta mide, diz ve karın tarafından büzülmekte, insan bu oturuşla yemek yediğinde sofradan kalkınca vücut normal şeklini aldığında midede boşluk kalmaktadır. Bu oturuş aşırı yemeye mâni olduğundan şişmanlamamanın çarelerinden biri olmaktadır. İnancımızın bize verdiği kültürde ayakta yemek ve içmek yoktur. Lâkin zamanımız Müslümanları ayakta yemeyi ve içmeyi vazgeçilmez bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu ise musibetlere sebep olmaktadır. Sonuç olarak az yemek, az içmek az uyumak ayrı, Allah-ü Teâlâ’nın insanlar için yaratmış olduğu nimetlerden faydalanmak ayrıdır. Allah-u Teâlâ’nın bize vermiş olduğu, lütfettiği yiyecek ve içeceklerden elbette faydalanmalı, Rabbimize kulluk, Allah yolunda hizmet etmek için vücudumuzu diri, sıhhatli, güçlü tutacak şekilde yemeli, içmeli ve uyumalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : AYIBI YÜZE VURMAK

“Müslümanların ayıplarını (ve gizli şeylerini) araştırmayın.” (Hucurat;12)

İslam; insanların ayıplarını araştırmayı ve kişilerin gizli hallerini ortaya çıkarmak için gayret etmeyi yasaklamıştır. Buna karşılık bir kimsenin ayıplarını, kusurlarını örtmek ahlâkî bir fazilet, üstün bir insani meziyet olarak kabul edilmiştir. Örtülmesi istenilen ve Allah’ın da kıyamet gününde örteceği ayıp, kusur ve hatalar, kul hakkına taalluk etmeyen, zulüm ve haksızlık olmayan, söylenilmesi halinde kimseye fayda temin etmeyecek türden olanlardır. Bu sayılanlar ve benzerleri dışında kalan günahları ve özellikle haramları gizlemek caiz değildir.  Rasulullah  (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Birbirinizin özel ve mahrem hayatını araştırmayın” (Müslim) diye buyurmaktadır.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki:

“(Kul dediğin) Kusurlarını düşünüp, bunları yaptığına mahcup olmalı, utanmalıdır. Pişman olup üzülmelidir. Kulluk böyle olur. Din büyükleri ile görüşmek; kendi ayıplarını, kusurlarını anlamak ve gizli kötülüklerini meydana çıkarmak içindir.”

 Hakiki bir Müslüman, başkalarının ayıplarını gizler, onları ifşa etmez.

Rasulullah (sav) Efendimiz; “Kim insanların ayıplarını, kusurlarını örterse, Allah-ü Teâlâ da, onun ayıplarını, kusurlarını örter” buyurmuştur.

Kendi kusurlarını araştırıp düzeltmeye çalışan bir kimse, başkalarının ayıplarını görmeye vakit bulamaz. Hep, kendinden daha iyi olanları görür ve her gördüğünü kendinden daha iyi bilir.

 Nitekim Rabîatü’l Adeviyye Annemiz: ‘Kul Allah (cc)’ın sevgisini tattığı zaman, Allah onu kendi kusurlarına muttali kılar, böylece başkalarının kusurunu görmez olur.’ der.

 Rasulullah  (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Kim bir kardeşini (tövbe ettiği) günahı sebebiyle ayıplarsa, o günahı işlemeden ölmez.” (Tirmizi)

 Yine Rasulullah (sav), ayıp örtmenin faziletini beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Kim bir müminin ayıbını örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkararak diriltmiş gibi olur.”  (Ebu Davud )

“Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan hâlleri gizleyen kimseyi Allah-ü Teâlâ kırk kere bağışlar.” ( Beyhakî )

“Sizden biri, kardeşinin gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki koca kütüğü unutur.” (Buhârî)

Müslümanların başkalarının günah ve kusurlarını, işledikleri ayıpları örtmeye çalışmaları nasıl önemli bir ahlâkî görev ise; aynı şekilde kendi günah ve kusurlarını da ifşa etmemeleri gerekir. Zira Rasulullah  (sav) şöyle buyurmuştur:

“İşlediği günahları açığa vuranlar dışında, ümmetimin tamamı affedilmiştir. Bir adamın, gece kötü bir iş yapıp, Allah onu örttüğü hâlde, sabahleyin kalkıp; «Ey falan! Ben dün gece şöyle şöyle yaptım.» demesi, açık günahlardandır. Oysa Rabbi geceleyin onun kötülüğünü örtmüştü. Fakat o, sabaha çıktığında Allah’ın örttüğünü açığa vuruyor.” (Buhâri)

Bir gün Hz. Ömer (ra)’in yanına bir adam geldi ve Ona şöyle dedi: “Benim bir kızım var, cahiliye devrinde onu diri diri toprağa gömmüş, sonra da ölmeden çıkarmıştık. İslâmiyet geldikten sonra ben de kızım da Müslüman olduk. Fakat kızım Allah (cc)’ın yasakladığı bir şeyi yaptı ve had vurulması icap etti. Bunun üzerine, bizim bulunmadığımız bir yerde bıçakla kendisini kesmek istemiş. Biz durumu haber alır almaz koştuk, fakat boyun damarlarından birini kesmişti. Hemen tedavi ettik, iyileşti. Yaptığına pişman oldu. Tövbe ederek bir daha böyle bir şey yapmamaya karar verdi. Bir kabileden dünür geldi. Ben de olanları olduğu gibi anlattım. Hz. Ömer (ra), adamın bu sözlerine kızarak: ‘Allah-ü Teâlâ’nın gizlediğini açığa mı vuruyorsun? Vallahi eğer kızın başından geçenleri başka birine daha anlatırsan herkesten önce cezanı Ben veririm. Git, kızı diğer Müslüman, temiz kızlar gibi evlendir dedi.”

 Netice olarak, Allah-ü Teâlâ’nın sıfatlarından biri Settar’dır yani günahları örtücüdür. Müslüman’ın da din kardeşinin ayıbını, kusurunu örtmesi lazımdır. Bir kimsenin ahmak olduğuna alamet, kendi ayıbını bırakıp, başkasının ayıbıyla uğraşmasıdır. Peygamber (sav) Efendimizin buyurduğu gibi: “Kendi nefislerinizin ayıplarını araştırınız, başkalarının ayıplarını araştırmayınız!”

İnsanların kabahatlerini, noksanlıklarını değil, iyi şeylerini görmek, güzel ahlaktandır. Bir gün İsa Aleyhisselam, havarileri ile birlikte bir yere giderken, yolda, kokmakta olan bir köpek leşi görürler. Havarilerden bazısı, köpek leşinin çok pis koktuğunu söyleyince, İsa Aleyhisselam; “Ne kadar da beyaz, güzel dişleri varmış” buyurur.

İnsan başkalarının ayıp ve kusurunu değil, kendi ayıp ve kusurunu görmeye çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz (sav): “Kendi ayıbı, insanların ayıbını görmekten alıkoyan kimseye müjdeler olsun” (Keşfu’l Hafa) buyurmuştur.

Ayıpların araştırılıp ortaya dökülmesi; insanları birbirine düşürmekten, aralarında kin ve düşmanlık tohumları ekmekten, fenalıkların yayılmasından başka bir şeye yaramaz. İnsanların gizli kalmış kusurlarını açıklamak, herkese duyurmak onların utanma duygularının yok olmasına, sosyal kontrolün azalmasına ve böylece ahlâksızlığın süratle yayılmasına da sebep olur. Rasulullah (sav): “Müslümanların ayıplarını, gizli hallerini araştırmaya kalkışırsan, onları ifsat eder (ahlâklarını bozar) veya ifsada yaklaştırmış olursun.” (Riyazü’s Sâlihin) buyurmuştur.

Sonuç olarak Müslümanların ayıplarını örtmek, gizli günahlarını yaymamak ve kusurlarını affetmek çok sevaptır. Küçüklere, emri altında bulunanlara, fakirlere merhamet etmeli, kusurlarını yüzlerine vurmamalıdır. Olur olmaz sebeplerle onları incitmemelidir. Herkes, kendi kusurlarını görmeli, Allah-ü Teâlâ’ya karşı yaptığı kabahatleri düşünmelidir. Allah-ü Teâlâ’nın, kendisine ceza vermekte acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : DİLENMEK

“Veren el, alan elden üstündür”

Hayatta her canlı varlığını sürdürebilmesi için çalışmaya ihtiyacı vardır. İslam dininin temelinde hem dünya hayatı için hem de ahiret hayatı için çalışmak vardır. İnsan çalışmadan dünya ve ahiret nimetleri elde edilemeyeceği gibi mutlu olmaktan da mahrum kalacaktır. İslam’da çalışan üreten Allah’ın sevgili kuludur.

İslâm’da kural olarak dilencilik yasaklanmıştır Peygamberimiz (sav), maddi ve manevi çalışmalar yapmak için Müslümanları her zaman ve her fırsatta teşvik etmiş ve tembelliği yermiştir.

“Birinizin ipini alıp dağa giderek odun toplayıp satması (ve onun kazancından hem) yiyip (hem de) sadaka vermesi, halktan dilenmesinden hayırlıdır.” buyurmuşlardır.

Ancak bir kimse çalışamayacak derecede güçsüz hale gelmiş ve zarurî ihtiyaçlarını karşılayamamışsa dilenmesi caizdir. Peki dilenmek nedir? Dilenmek; herhangi bir mal veya hizmet vermeden, karşılıksız olarak bir insanın başka insanlardan yardım ve iyilik talebiyle mal veya para istemesine denilir. Bunu yapan kimseye dilenci ve dilenmeyi sürekli yaparak meslek haline getirmeye de dilencilik denir.

Dilenmek sersefil, fakra düşmüş veya rüsva edici borca batmış veya elem verici kana bulaşmış insanlar dışında, kimseye caiz değildir.

Dilenmek, vücut sakatlığı olup çalışamayan yahut çok yaşlı ve kimsesiz olan ve bir günlük yiyeceği de kalmayan bir yoksulun, ölmemek için başvuracağı en son çaredir. Yoksa sağlam bir kimsenin geçim yolu değildir. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

“Dilenmek ancak şu üç kişiden birinin durumunda olan insana helaldir: Kişi borçlu duruma düşer, istemek zorunda kalır. Borcunu ödeyince artık dilenmeyi bırakır. Kişi bir felakete uğrar; malını mülkünü kaybeder, geçimini sağlayıncaya kadar ister. Ve kişi yoksul düşer, öyle ki, toplumdan üç kişi ‘Falan kişi gerçekten fakirdir’ diye tanıklık edecek kadar fakir olur. İşte onun da geçimini sağlayacak duruma gelinceye kadar istemesi helaldir. Bunların dışında dilenmek haramdır. Böyle bir durumda olmayıp da dilenen kimse haram yemiş olur.”

Peygamberimiz (sav)’in buyurduğu gibi, bir kişinin yukarıdaki sebeplerden dolayı dilenmesi zorunlu hale gelirse, yani dilenmek ona helal olduğu halde, onu hiçbir surette boş çevirmememiz gerekir. Şöyle ki: Hz. İsa (as) şöyle buyurur: “Dilenciyi eli boş olarak çeviren kimsenin evine, yedi gün melekler gelmez.”

Hasan Basrî (ra) diyordu ki: “Allah (cc) kuluna bol nimetler verir ve onun bu nimetlerle ne derece kullara faydalı olacağına bakar. Eğer faydalı olabilirse ne güzel. Değilse onun halini değiştirir. Nimetini ondan çevirir. Bunun için önceki Müslümanlar, arkadaşları üzerinde titrer ve kendilerine verdikleri şeyleri kabul etmeleri hususunda çok ısrar ederlerdi.

Süfyan-ı Sevri (ra) kapısının önünde bir dilenci görünce içi genişler ve “Merhaba ey benim günahlarımı yıkamak için gelen” derdi.

Fudayl bin İyad (r.a) diyor ki: ‘Ne mutlu dilencilere ki, bizim azıklarımızı ücretsiz olarak ahrete götürüyorlar. Hatta Allah (cc)’ın huzurunda mizana konuluncaya kadar taşıyorlar.’

Enes bin Malik (ra)’de şöyle anlatıyor: ‘Beni İsrail zamanında bir ibadethaneye bir dilenci gelmiş, onlardan ihtiyacının giderilmesini dilemiş, Kimse onun derdiyle ilgilenmemiş. Sonunda dilenci vefat etmiş. Onlar da onu kefenleyip namazını da kılarak kabre defnetmişler. Kabirden dönüp ibadethaneye geldiklerinde dilenciye sardıkları kefeni mihrapta bulmuşlar. Bakmışlar ki kefende şunlar yazılı: ‘Bu kefen size iade olunmuştur; Rab Teâlâ da size kızgındır.’

Dilencilere yapılan yardımlar sebebiyle, onları minnet altında bırakan sadaka, sevabı yok eder. Kimi zaman bir fakiri azarlamak da eza bakımından ona yapılan yardımdan daha ağır olur.

Ebu Said (ra) anlatıyor: ‘Bir sabah o kadar aç idim ki, karnıma taş bağlamak zorunda kaldım. Karım bana: ‘Peygamber Efendimiz (sav.)’e git; kendisinden yardım iste! Falanca adam kendisine gidip istemiş de ona vermiştir.’ dedi. Ben de kalkıp gittim. O sırada Peygamber Efendimiz (sav) hutbe okuyordu. Onun şu sözlerine yetiştim: “Kim ki, dilenmeye tenezzül etmezse, Cenab-ı Allah (cc) o kimseyi dilenmeye muhtaç kılmaz. Kim ki, zengin imiş gibi davranırsa, Cenab-ı Hak (cc) o kimseyi zengin kılar ve kim bizden isterse, biz o kimseye veririz. Fakat el açmayan kimse, bizim katımızda, bizden daha sevimlidir.”

Bunu duyan ashab-ı kiramdan Ebu Said (ra), Rasulullah (sav)’dan hiçbir şey istemeden hemen dönüp evine gitti. Allah (cc) da, o günden beri bizim rızkımızı bol ihsan etti. Hatta bugün ben, Ensar içinde, malları bizden çok bir ev göremiyorum’ diyor.

Rasulullah (sav.), “Kişinin yediği en helal nafaka, kesbinden (el emeğinden), doğru alışverişten yediği nafakadır.” buyurmuşlardır.

Hz. Ömer (ra) bir gün akşam namazından sonra bir dilencinin sesini işitti. Sahabelerden birisine: ‘Bu kişiyi götür, akşam yemeğini yedir’ dedi. Kişi dilenciyi götürüp akşam yemeğini yedirdi. Sonra Hz. Ömer (ra) ikinci bir defa onun sesini işitti. Kişiye, ‘Ben sana bunu götürüp akşam yemeğini yedir, demedim mi?’ deyince, o zat: ‘Götürüp kendisine akşam yemeğini yedirdim’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) dikkat etti; dilencinin eli altında ekmek dolu bir sepet gördü ve buyurdu: ‘Sen dilenci değil, sen tüccarsın!’ sonra sepeti alıp zekât develerinin önüne serdi ve kamçı ile dövüp, ikinci bir defa onun dilenmesini yasak etti.

Rasulullah (sav): “Sakın rızkın herhangi bir kısmının gecikmesi, sizi Allah (cc)’a isyan etmek suretiyle onu aramaya sevk etmesin. Zira masiyet (günah işlemek) ile Allah (cc) katında bulunan rızka asla erişilmez. Herhangi bir kimse nefsi için dilencilikten bir kapı açarsa, Cenab-ı Hak (cc), onun üzerine fakirlikten yetmiş kapı açar.” buyurmuştur.

Muâz bin Cebel (ra) buyurur: ‘Kıyamet gününde bir duyurucu şöyle bağırır: ‘Allah (cc)’ın yeryüzünde buğz ettiği kimseler nerededir?’ bu çağrı üzerine, mescitlerde dilenenler kalkar. Bu söz Allah (cc)’ın nizamının dilenciliği ve başkasının rızık teminine güvenmeyi zemmettiğine işarettir. Başkasından miras yoluyla elde ettiği mal yoksa bizzat çalışmalı veya ticaret yapmalı ki, böyle bir felaketten onu kurtarsın.

Ebu Hureyre (ra)’den rivayet ediliyor: Rasulullah (sav); “Bir kimse, dilenmekten kurtulmak, çoluk çocuğunun geçimi için uğraşmak, fakir komşu ve akrabasına iyilik etmek üzere dünyada helal mal için çalışsa, kıyamette onun yüzü, ayın on dördü gibi parıl parıl parladığı halde, kabrinden kalkıp haşır yerine gelir. Bir kimse dünyada övünmek, kibirlenmek ve gösteriş olsun diye mal kazanmak isterse, kıyamet gününde Allah-u Teâlâ ondan razı olmadığı halde, Allah (cc)’ın huzuruna çıkar” buyurdular. Rasulullah (sav) buyurdular: “Akıbet on şeydedir: Dokuzu helal kazanmaktır. Bir kimse dilenmekten sakınsa, Allah-u Teâlâ kendisine iffet ihsan eder. Bir kimse kendini zengin ve ihtiyaçsız gösterse, Allah-u Teâlâ o kimseyi zengin eder. İhtiyaç yüzü göstermez. Allah-u Teâlâ çoluk çocuk sahibi olan ve sanat ehli bulunan her mümini sever. Dünya ve ahret amelinde bulunmayıp, sıhhatli olduğu halde tembel, boş vakit geçiren kimseyi sevmez.”

Nuri KÖROĞLU