Nefsin Hastalıkları : NİFAK

İslam dinine göre bir küfür çeşidi olan nifak, dışarıdan mü’min ve Müslüman görünmekle beraber; kalben Allah’ı, İslam peygamberlerini ve imanın diğer esaslarını kabullenmemek, inanmamak manasına gelir. Nifak içinde olan kimseye “münafık” denir ve kalben inanmadan, sadece zahiri olarak (görünüşte) inanan, inanıyor gözüken kişilere denir. Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münafıklardır. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bir mü’min gibi iman etmezler. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünürler.  Küfürlerine bir de hile ve alay karıştırdıkları için münafıklar, kâfirlerin en adi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Münafıklar hiç şüphe yok ateşin en alt tabakasındadırlar. Bunlar, kâfirlerin en çirkini, en düşkünü olduklarından, yerleri de cehennemin dibidir. Ve artık onları buradan kurtaracak bir yardımcı, bir kurtarıcı bulamazsın.” (Nisa, 145)

Münâfıklar, kâfirlerin aksine, Müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan, imanın nice olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile, gerçek imana eremeyip daima zikzaklar içinde yaşarlar. Bu, onların ne kadar idrakten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. Dil ile ikrar edip, Müslüman olduklarını söylerler dışarıdan böyle göründükleri için insanlar katında bir mü’min gibi muamele görürler. Zira kişi kalptekileri kesinlikle tam olarak bilemez ve üzerine yorumda bulunamaz. Bu yüzden, münafık kişi münafıklığını ve küfrünü beyan etmedikçe, ona bir Müslüman gibi davranmak zorunludur. Peygamberimize (sav); “Mü’min ve münafık kimdir?” diye sormuşlar, Peygamberimiz (sav) şu cevabı vermiştir:

“Mü’minin gözü namazda, oruçta olur, münafığın gözü ise hayvanlarda olduğu gibi yemekte, içmekte, ibadet ve namazdan uzak durmakta olur. Mü’min, eli vardıkça sadaka verir, Allah (cc)’tan günahlarının affedilmesini diler. Münafık ise ihtiras ve boş kuruntular peşindedir. Mü’minin Allah (cc)’tan başka hiç bir kimsede umudu olmaz, münafık ise Allah (cc)’tan başka herkese umut bağlar. Mü’min, dini yerine malını feda eder, münafık ise malı uğruna dinini satar. Mü’min Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz. Münafık ise Allah (cc)’tan başka herkesten çekinir. Mü’min iyilik işlemekle birlikte ağlar, münafık ise kötülük işlediği halde güler. Mü’min yalnızlıktan ve kendi başına kalmaktan hoşlanır. Münafık ise girişkenlikten ve kalabalıktan hoşlanır. Mü’min tohum eker, (yapıcı ve üreticidir) kargaşalıktan hoşlanmaz, münafık ise yıkıcıdır, bununla birlikte emeksiz ürün peşindedir. Mü’min dininin prensiplerine uygun bir idare uğruna emir verir ve yasaklar koyar, düzelticidir. Münafık ise baş olma ihtirası uğruna emirler verir ve yasaklar koyar, yıkıcıdır. Daha doğrusu kötülüğü emrederken iyiliği ve doğruyu yasaklar.”

Esasen, kalbi küfür ve nifak gibi kötü hasletlerden koruyamamanın temelinde bencillik, Hakk’tan istiğna, kibir ve ucub (kendini beğenme) gibi duygular yatmaktadır. İçerisinde bu çeşit duygular barındıran bir kalbin âkıbeti ise, vahyin ışığından mahrumiyet ve nihâyet koyu bir gaflettir. Pek tabiîdir ki bu çeşit bir kalpte; mârifetullah, muhabbetullah ve haşyetullah gibi insanı itminana kavuşturan ulvî vasıflar değil de; şüpheler, korkular, bin bir çeşit endişe ve tasalar yer alacaktır. Böyle bir kalbin sükûn ve huzurdan nasipsiz olacağı ise açıktır. Nifakın kalple ilişkisini dikkate alarak diyebiliriz ki, her münâfık itikadi anlamda riyakârdır. Fakat her riyakâr münâfık değildir. Zira nifâk kalpte olursa küfür, amelde olursa günah sayılır. (Kurtubî, Câmi, VIII, 212) Bu bakımdan nifâk, îtikâdî ve amelî olmak üzere iki çeşittir:

1. İtikâdî nifak: Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de münafıklar ve onların vasıfları belirtilirken, meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münafık denince: İslâm toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi Müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla, İslâm toplumunu içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip, kalben inanmadığı halde Müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azaba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli azaba uğrayacak grup bunlardır. Kur’an-ı Kerim’de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah (cc), Peygamberini şöyle uyarmaktadır:

“O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar” (Münafıkûn/4)

Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde de kıyametin vukuuna yakın bir zamanda zuhur edecek münafıklar tanıtırken, şu ifadelere yer vermektedir; “Ahir zamanda bir takım kimseler ortaya çıkacaklar da, dini dünyaya alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerdir. Dilleri şekerden tatlıdır, fakat kalpleri kurt kalbidir.” (Tirmizî, Zühd, 60)

Münafıkların İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatlerin, âhiret hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir: “Ahirette münafık erkek ve kadınlar, iman etmiş olanlara; “Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım” diyecekler. O gün onlara; alayla “dönün arkanızda bir nur arayın” denilecek de, neticede iman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler. O zaman münafıklar, mü’minlere şöyle seslenirler: “Biz, sizinle beraber değil miydik? “. “Evet”, diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı” (Hadid/13-14), “Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (Nisâ/140)

2. Amelî Nifak: Amelî nifak, bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı Müslüman kişilerin durumudur. Hadislerde geçen münafık türü, amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır. Meselâ: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder” (Tirmîzî, Îman, 14) hadisi şerifi ve benzer hadisler, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki emirlerdir. Yalanı alışkanlık haline getiren bir kimsenin kalbini kirleterek nihayetinde nifâka ve küfre düşmesi muhtemeldir. Nitekim Efendimiz (sav) şöyle buyrulmuştur:

“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamamı simsiyah kesilir. Bu kimse nihayet Allah katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta, Kelam, 18)

Zira amelî nifak çoğalınca, ileride Müslüman’ın itikadı nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir. Ancak bir kimse de amelî münafıklığın olması, onun gerçekten münafık olduğu anlamına gelmez. Onda bir münafık sıfatı olsa bile, kendisi münafık değildir. Bu nedenle her münafık sıfatı olana münafık denilemez. Kimin münafık olduğunu ancak Allah (cc) ve O’nun bildirdiği kimse bilebilir. Her ne kadar, sessizce oturdukları zaman onlara Müslüman muamelesi yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli olmak Müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsat edici sonuçlar ortaya çıkabilir. Kur’an-ı Kerim’de;

“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!” (Tevbe; 73)

“Ey Peygamber! Allah’tan sakın, kâfirlere ve münafıklara itaat etme!”(Ahzâb; 1)

“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb;48) buyrulmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İSRAF

“İsraf etme! İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir.” (İsra 26,27)

İsraf; lüzumsuz yere harcama yapmak, ihtiyaçtan fazla tüketmek, saçıp savurmaktır. İnsan fiillerinde; sınırı aşan, aşırılık yapan, dengesiz harcama yapan kimseye de müsrif denir. Tüketim ve harcamanın; en aşağı derecesi cimrilik, orta derecesi iktisat, aşırı derecesi ise israftır. İsraf cimrilikten de kötüdür. Allah-ü Teâlâ Hazretleri bir ayeti kerimede cimrilik hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Elini boynuna bağlı tutma (cimrilik yapma). Onu, büsbütün de açıp-saçma (İsraf da yapma), sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun.” (İsra/29.)

İslam’ın emri iktisattır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav); “İktisat eden zenginleşir, israf eden fakirleşir.” (Bezzar) buyurmuşlardır. İsrafın mukabili olan iktisat, mü’minlerin bâriz vasıflarından birisidir. Allah-ü Teâlâ Hazretleri cömertleri bir ayeti kerimesinde şu şekilde övmüştür;

“Onlar ki, (Rahman’ın has kulları) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.(Furkan/67)

İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allah-ü Teâlâ’nın verdiği bir nimettir. Ahireti kazanmak mal ile olur. Dünya ve ahiret mal ile intizam bulur, rahat olur. Hac ve cihad sevabı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat ve kuvvet bulması mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin yardımına yetişmek mal ile olur. Mescitler, okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler, köprüler, yaparak insanlara hizmette mal ile olur. Peygamber Efendimiz (sav);

“İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır.” (Kudai) buyuruyor.

İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nafile ibadet etmekten daha çok sevaptır. Mal kıymetli olunca, onu israf etmek elbette kötüdür. Efendimiz (sav);

“Allah-ü Teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kulda haramlardan kaçınır, akrabasını sevindirir, malından hakkı olanları bilip verir ise, cennetin yüksek derecesine kavuşur.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)

İsrafın ikinci sebebi ise sefahattir. Sefahat; zevk ve eğlenceye olan düşkünlüktür. Birçok kimseyi israfa alıştıran bir hastalıktır. Sefihlik aklın kıt olmasından kaynaklanır. Efendimiz (sav) Hz. Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken: “Lüks ve israf içinde yaşamaktan sakın. Çünkü Allah’ın kulları, nimetler içerisinde yüzer değildir.” buyurarak israfa dalmaktan sakındırmıştır.

İsraf edilen şeylerin değerine göre israf önem kazanır. Mesela bir gram altını atıvermekle bir dilim ekmeği atıvermek aynı şey değildir. Günümüzde altının israfı daha büyük zarardır. Yaratılmışlar içinde en değerli yaratık insan olduğuna göre, yerde ve göktekilerin insan için yaratılıp, insana hizmet ettiğine göre, asıl israf edilmemesi gereken şey insandır. Rabb’ine ibadet etmesi için yaratılan insanın, isyan etmesi haddi aşmaktır. Dünyadan cennete doğru uzanan sırat-ı müstakimden çıkıp, cehenneme doğru yol olması haddi aşmaktır, israftır. Sırat-ı müstakimde, insanlara kılavuzluk yapan peygamberlere uymaması, onların kılavuzluğunu reddetmesi insanın kendisini israf etmesidir. Kur’an-ı Kerim’de insan israfından bahseden ayetler; yiyecek, içecek maddelerinin israfından bahseden ayetlerden fazladır. Çünkü güneş ve güneş enerjisi, su enerjisi, toprak ve ürünleri, deniz ve ürünleri hepsi insan için yaratılmıştır. Öyle ise hiçbir şey yaratıldığı gayenin dışında kullanılmamalı, özellikle de israf edilmemelidir.

Kur’an-ı Kerim’e göre; unutulup gitmek de bir israftır. Rabb’ini unutanların unutulacağı, böylece israf edenlerin cezalandırılacağı haber verilir.

“Kim de Beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Taha/124)

Kılavuzu takip etmeyen, cehalet ve küfür bataklığına çakılıp boğulan insan, kendisini israf etmiştir. İnsanın da cennete girmesi gerekirken cehenneme gitmesi israftır. Onun için en büyük israf budur. Bu dünyada iken Rabb’imizin insana vermiş olduğu nimetleri değerlendirmemek bir israftır. Bir insanda fevkalade cevval bir zekâ varsa, öbüründe fevkalade bedeni bir kabiliyet varsa, öbüründe sanata, ticarete bir kabiliyet varsa, bunlar değerlendirilmeden gidiyorsa, keşfedilmemiş madenler gibi yok olup gidiyorlar demektir. Madenler yine ileride değerlendirilir ama bu insanlar ölünce, bu dünyada değerlendirilmeden gidiyorlar. Bir de imanı elinden alınmışsa o da cehenneme atılmış olduğundan dolayı israf edilmiş oluyor.

İsrafın en kötüsü, insanın ve emeğin zayi edilmesidir. İnsana, insanüstü bir değer verip onu yüceltmek israf olduğu gibi, onun kadrini ve kabiliyetini bilmemek de israftır. Çocuklara önem vereceğiz diye büyükleri ihmal etmek, onları horlayıp dışlamak israftır. Bilgili ve becerikli insanları değerlendirmemek ve onları faydalı olamayacakları sahalarda çalıştırmak israftır. Bir emanet olan devlet ve millet işlerini ehline vermeyip, korkak aciz kimselere vermek, emanete ihanet ve israftır. İnsanların güç ve gayretlerini, haram olan işyerlerinde harcaması da günahtır. İnsanın ve emeğin israfıdır. Yerini bulmayan bir tuğla parçası, yırtılıp atılan bir kâğıt, çöpe atılan bir ekmek, cam kırığı, hayvanın yemesi gerekirken çevreye atıp saçtığımız meyve kabuğu vs. bir israftır. Hayvana hayvan muamelesi yapılması gerekirken haddi aşarak, pek çok insana gösterilmeyen ilgiyi göstermek israftır. Hemen belirtelim ki ileri teknoloji ürünlerini kullanmak israf değil, bir ihtiyaçtır. İslam’ın haram kıldığı lüks; içki, kumar, fuhuş yolunda harama mal sarf etmek, aşırı giyim ve gücünün üzerinde harcama yapmak, gurur, kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenlemek maksadıyla yapılan bütün harcamalardır. Lüzumsuz kullandığımız lamba, boşa akan damla, bahçede ve saksıda olması gerekirken koparılan çiçek, bir müddet sonra çer-çöp olan çelenk, çeşitli sebeplerle katledilen orman ve ağaçlar birer israftır.

Peygamber Efendimiz (sav), Sa’d (ra)’ın abdest alırken yanına uğradı. Ve O’na: “Bu israf nedir?” dedi. Sa’d (ra): “Abdestte israfa olur mu?” dediğinde, Efendimiz (sav) şöyle cevap verdi: “Evet. Akan bir ırmağın kenarında da olsan, israftan sakın.”

Şu imtihan dünyasında en kıymetli sermayemiz zamandır. İyi veya kötü bir iş yaparken, saatimizin saniyesine bakarak zamanın çok hızlı geçtiğini daha iyi anlarız. İslam büyükleri zamanı keskin bir kılıca benzetirler. Onu iyi kullanırsak iş görür. Eğer onu iyi tutamaz isek, o bizi keser, mahveder. İslam’ı yaşamak ve hayata hâkim kılmak için zaman, bizlere bir emanet ve fırsat olarak verilmiştir. İmam Râzi (ra) şöyle nakleder: “Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu: Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin. Onun bu sözünü duyunca, bu söz: Asr suresinin anlamıdır” dedim. İnsana verilen ömür, bir buz gibi erimektedir. Vaktimizi gıybetle ve haram olan işlerle öldürmek, sağlığımızın kıymetini bilmemekte israftır. O halde ömür sermayemizi ve nefeslerimizi, Allah yolunda, Allah’ın rızasını tahsil etmek için harcayalım. Şu İlahi ikazı unutmayalım:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.”

Nitekim Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bir kulun, ömrünü nerede tükettiği, ilmiyle nasıl davrandığı, malını nasıl kazanıp nereye harcadığı, vücudunu nerede yıprattığı sorulmadıkça, onun ayakları kıyamet gününde Rabb’inin huzurunda hesaba çekildiği yerden ayrılmayacaktır.”

İsraf, Kur’an ahlakının özündeki denge prensibini bozmaktadır. Çünkü birimizin gerektiğinden çok harcaması için, bir ötekimizin gerektiğinden az harcama yapması icap edecektir. Allah, yeryüzü sofrasına nimetleri dengeli bir biçimde göndermiştir. İsrafa gidenler bu dengeyi kendi lehlerine bozan isyancılardır. Hayatın dengesini bozan israftan kurtulmak için; hayatımızı, Kur’an ve Sünnet’e arz edeceğiz. Allah’ın nimetlerini, Allah ve Rasülü’nün koyduğu ölçülere göre kullanıp, O’na daima şükredeceğiz ve asla, haddi aşıp, Allah’a başkaldırmayacağız. Nitekim Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.”(Gâfir,40)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıları : SÖZ TAŞIMAK (NEMMAMLIK)

Söz taşımak; duyulması istenmeyen bir sözü başkalarına götürüp söylemek demektir. Yalan katılırsa iftirada olur. Koğuculuk günahtır. Ahirette cezası ağır olduğu gibi, dünyada da insanların aralarının açılmasına sebep olur. Onun için “Taş taşı da, söz taşıma” derler. Rasulullah (sav) Efendimiz ümmetini bundan men etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Hasetçi, koğucu ve falcı benden değildir.” (Taberani)

Kabir azabının üçte biri koğuculuktandır. Rasulullah (sav) Efendimiz, bir gün iki kabre uğradı:

“İkisi de azaptadır. Biri, elbisesini idrardan korumaz, diğeri ise koğucu idi” buyurdu. (Sir’a)

            Hazret-i Musa Aleyhisselâm zamanında kıtlık olmuştu. Kaç defa yağmur duasına çıkılmışsa da duaları kabul olmamıştı. Allah-ü Teâlâ Hazretleri, Musa Aleyhisselâma vahyetti ki:

“İçinizde bir koğucu vardır. O bulunduğu müddetçe duanızı kabul etmem.” Musa Aleyhisselâm dedi ki: 

Ya Rabbi! Onu bildir, aramızdan çıkaralım. Allah-ü Teâlâ buyurdu ki:

Ey Musa! Ben sizi koğuculuktan men ederken, Kendim koğuculuk yapar mıyım?

Bunun üzerine herkes tövbe etti ve yağmur yağdı. Söz taşımanın, lâf götürüp getirmenin koğuculuk sayılamayacak, kınanamayacak bir türü daha vardır ki o da, Rasulullah (sav) Efendimizin:

“Halk arasını düzelten ve bunun için hayır kastıyla söz ulaştıran veya hayır kastıyla (yalan) söyleyen, yalancı değildir” (Buhari) mealindeki hadislerinde belirtmiş olduğu türden olandır. Şeklen koğuculuğa benziyor olmasına karşılık, niyet ve maksat bakımından onunla taban tabana zıt bir davranış biçimidir.

Başkasından bize söz getiren, bizden de başkasına söz götürür. Bunun için söz getirenden emin olmamak lâzımdır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Sizin en fenanız, aranızda söz taşıyanlar, aranızı bozanlar ve insanları birbirine düşürenlerdir.”

            Koğuculuk, yalnız bir kimsenin söylediğini, diğerine anlatmak değildir. Bir kimsenin rencide olacağı bir işi de açığa vurmak koğuculuktur. Ancak anlatmakta dinen bir fayda varsa yahut bir günahtan alıkonacaksa o sözü anlatmakta mahzur yoktur. Koğuculuk afetinden kurtulmak için, söz getirene karşı şu altı şeyi yapmak gerekir:

1- Ona inanmamalı. Çünkü söz getiren fâsıktır.

“Fâsığa inanılmaz. Sözü ile hareket edilmez. Koğucunun sözlerini kabul etmek, koğuculuktan daha kötüdür.” buyurulmuştur.

2- Onu bu münkerden nehyetmeli. Çünkü Allah-ü Teâlâ: “Münkerden nehyet” buyurdu. (Lokman 17)

3- Onu sevmemeli! Çünkü söz taşımak günahtır. Günahkâr sevilmez. Onu düşman bilmeli!

4- Söz getirdiği kimseye acaba hakikaten söylemiş mi diye suizanda bulunup da ona kötü gözle bakmamalı! Çünkü ‘suizan’ haramdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav):

“Suizan etmeyin! Suizan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayın, kusurlarını görmeyin, münakaşa, hased ve düşmanlık etmeyin, birbirinizi çekiştirmeyin, kardeş gibi birbirinizi sevin!” buyurmuştur. (Müslim)

5- Getirilen sözün doğru olup olmadığını araştırmamalı! Çünkü tecessüsü, günahları araştırmayı, Allah-u Teâlâ yasak etmiş:

“Birbirinizin kusurunu araştırmayın” buyurmuştur. (Hucurat 12)

6- Getirilen söz hakkında kimseye bir şey söylememeli! Eğer söylenirse, başkasının perdesi yırtılmış, günahı meydana çıkarılmış olur. Kusurları gizlemeli, açığa vurmamalı. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

“Arkadaşının kötülüğünü gizleyenin kusurları, kıyamette gizlenir.” (Taberani)

“Arkadaşının ayıbını görmeyip gizleyen, cennete gider.” (Taberani)
“Arkadaşının ayıbını açığa vuranın ayıbı açığa çıkar. Hatta evinde bile rezil olur.” (Ibni Mace)

“Müslüman’ın ayıbını araştıran, ona kötülük etmiş olur.” (Ebu Dâvud)           

“Birini tövbe ettiği günahtan dolayı ayıplayan, aynı günaha maruz kalmadan ölmez.” (Tirmizî)

Görüldüğü gibi söz taşıyan kaç tane farzı terk ediyor ve kaç tane haram işlemiş oluyor…

Nuri KÖROĞLU

Nefsin HAstalıkları : VESVESE

مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ

“Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran vesvesecinin şerrinden.”(Nas,4)

      Vesvese; zararlı olan; şüphe, kuruntu demektir. Vesvese esasen fis, hiş demek, yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denilir. Nitekim Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde:

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.”(Kaf,16) buyurmuştur.

    Vesvese insana şeytandan gelir ki o da insanın zayıf anını bekler. Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sav) kişinin banyo ettiği yere bevletmesini nehyetti ve dedi ki: “Muhakkak ki vesveselerin geneli bundandır.” (Ebu Davut, Tahare, 15) Bir başka rivayette “Abdestte (vesvese) için şeytan vardır. Ona velehan denilir.” (Tirmizi Kitabul Tahare) buyurmuştur. Bütün vesveseye kapılanlar bundan dolayı kapılmıştır diyemeyiz ama mutlaka bu uyarıyı dikkate almalıyız.  Öncelikle vesvesenin mahiyetini bilmemiz gerekiyor. İnsanın damarlarında dahi dolaşmasına müsaade edilen şeytan, insana en akıl almaz yerlerden bile vesveseler vererek, onu yaptığı ibadetlerden alıkoymaya, kalbine şüpheler düşürmeye ve Allah (cc)’ın huzurundan kaçırmaya çalışır. Vesvese, daha çok kendini canı gönülden dine vermiş, dizginleri şeytanın elinden koparıp almış, Allah’a (cc) karşı kulluğunu az çok yapan ve iman mevzusunda da terakki edip saffete ulaşan bazı Müslümanlarda olur. Kalbî istidadlarıyla iç âleminde ilerleme yolunda olan, manevi mertebeleri aşarak insan-ı kâmil makamına doğru tırmanan mü’minler, yolun puslu noktalarında şeytanın vesvesesi ile yüz yüze gelirler.  Vesvese, kâfirde olmaz.

Vesveseden  kurtulmanın çareleri şunlardır:

-Vesvese, imanın kuvvetindendir: Önce hemen şunu belirtelim ki vesvese çok korkulacak bir şey değildir. Çünkü iman var ki vesvese geliyor. Sahabe-i Kiram’dan Efendimiz (sav)’e gelip, “Ya Rasulullah, vesveseye mübtelâyım” diyen birine, Efendimiz (sav)’in cevabı, “Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın kuvvetindendir” (Müslim) şeklinde olmuştur.

-Vesvese, kalbin malı değildir: Kalbin rahatsız ve tedirgin olması şundandır: Kalp, vesveseye razı değil, sahip de değildir. Vesvese ile arasında mânâ ve mahiyet bakımından bir münasebet olmadığı içindir ki kalp vesveseden rahatsız olmaktadır. Vesvese, iradî olmayıp, fiiliyata da dökülmüyorsa insanı mesul etmez.

-Vesvese, insanın ilerlemesine mani olmayan örümcek ağı gibidir: Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Kur’an, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır” diye ferman etmektedir (Nisa, 4/76).

-Vesvese, üzerinde durulmadığı ve dert haline getirilmediği takdirde hiçbir zarar vermez: Düşüncenize bulaşıp da onu kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Vesvese, hayal aynasında sönüp gidecek derecede zayıf ve gelip geçici bir iz; leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü ve çok hafif yansımalardan ibarettir. Akla ve hayale gelen şeyler, hayır kaynaklı ise akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şer kaynaklı bir vesvese ise, o zaman da akla, düşünceye ve kalbe tesir etmez. Kir bırakmaz ve zarar da vermez. Şeytanın dışta ya da içte aslî ve zatî bir varlığı ve hüviyeti olsa bile, attığı okların, gönderdiği görüntülerin aslî hüviyeti ve hiç bir zararı yoktur. Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert haline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiç bir zararı olmaz.

-Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir: Üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman zararlıdır. O; büyük görüldükçe, mühimsendikçe büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hale gelir. Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama siz önemsemeden kovanın önünden geçer gidersiniz. Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey, bundan farklı olmamalıdır. Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar; biz de cazip bulur ve onu işlettirirsek, o bir karelik manzara, hayal sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi haline gelir de farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, bilhassa gençlerde ve hele bu suretler, nefsanîliğe bakan, bedeni tesir altına alan suretler olursa… Evet, insan onu alır ve hayalinde maceralı bir film haline getirir. Hâlbuki şeytana ait olan, o ilk sahnedir. Öyleyse, o ilk oltaya sahip çıkmamak, takılmamak ve onu işlettirmemek gerekir ki şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayallerimizi gerçeğe dönüştürmesin. Dönüştürmesin ki biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.

-Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar: Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda daha da zararlı bir hastalık ve meleke haline gelir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır; sonra da bunu kalben, fikren ve iman-ı nazarla büyütüp, kendine mal eder. Derken onu huy haline getirir ve onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye’se düşüp, tam zarara uğramanın ifadesidir. Bu hale maruz kalmış biri, ümitsiz bir şekilde “Artık ben mahvoldum” deyip, mağlûbiyeti kabul eder ve böylece, kendisini şeytanın saldırılarına açık hale getirir.

-Vesvesenin manyetik alanından ibadet ile uzaklaşmalı ve psikolojik tesirinden çıkılmalıdır: Bir hadiste de ifade edildiği gibi, böyle bir şey ortaya çıktığında, söz gelimi gazaplandığınızda; ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp abdest alarak iki rekât namaz kılın ve iç dünyanızda değişiklik yapın. Ayrıca o sisi dağıtacak daha başka meşrû bir kısım davranışlarda bulunun.

-Abdest ve namazda “Eksik mi yaptım?” şeklindeki vesveselere de önem verilmemelidir: Böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, o abdest veya namaz tekrar edilebilir. Ama mükerreren oluyorsa, sözgelimi bir abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından devamlı şüpheye düşen birisi, o zaman hiç vesveseye meydan vermeden, o uzvunu yıkadığını kabul ederek namaza durmalıdır. Ve yine namazı kaç rekat kıldığı mevzuunda vesveseye müptelâ olmuşsa, namazının tamam olduğu kanaatiyle hareket etmelidir. Vesvesenin ilka ettiği şeyin üzerine gidilmelidir. Vesvesenin üzerinde durmak değil, aksine, tam tersi istikamette yürümek lâzımdır.

-Bir diğer vesvese ise kişinin namaza durunca abdestinin bozulduğunu zannetmesidir. Şeytan o kişinin gerisinden üfler, o kişi de namaza her duruşunda kendinden bir şey çıktı zanneder ve namazı bozar. Tekrar tekrar abdest alıp namaz kılar. Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz namazda iken dübüründe bir hareket hisseder (abdestim) bozuldu (mu?), bozulmadı (mı?) şüpheye düşerse namazı bozmasın ta ki sesi duyana veya koku olana kadar.” (Ahmet bin Hanbel, 2/414) Vesveseye kapılmış insanlarda koku da ses de olmaz. O halde namaza devam et. Tabi bu durumda şeytan da boş durmaz. Abdestsiz kılıyorsun, şeklinde ikinci bir vesvese vermeye kalkar. Fakat madem ses ve koku yok o halde insanın abdestsiz de olsa kılıyorum diye namaza devam etmesi gerekir. Şeytan bakar ki bu  adam abdestli de kılıyor, abdestsiz de. O anda cephedeki mağlubiyetini hissedip geri çekilmek zorunda kalır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : GAFLET

“İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar”(Enbiya ,1-2)

Gaflet hali, kişinin, Allah’ın ve ahiretin varlığından habersiz olması ya da haberi olduğu halde bu bilginin gerektirdiği bilinç ve sorumluluğu, davranış şeklini göstermeyerek, kayıtsız ve umursuz bir tutum içinde bulunmasıdır. Gaflet hali kimi zaman iman eden bir kimse için kısa süreli, geçici bir unutkanlık ya da dalgınlık şeklinde olabildiği gibi kimi zaman da Allah’a iman etmeyen ya da O’na ortak koşanlarda olduğu gibi tüm yaşamlarını ve yaşamlarının her ayrıntısını kaplayacak derecede derin olabilir.

Dünya üzerinde pek çok insan, yaratılış amacını düşünmeden, nefsinin arzularıyla oyalanıp boş ve yararsız işlerle uğraşarak şuursuzca yaşamını sürdürür. “Gününü gün etme” mantığıyla, sadece dünyadaki nimetlerin en iyisine ve en fazlasına sahip olmayı hedefler. Onun için önemli olan, “dünyaya bir daha mı geleceğiz” düşüncesiyle bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmektir. Bu yüzden de yaşadığı zaman dilimine sadece, kendince en fazla zevki ve eğlenceyi sığdırmaya çalışır. Öleceğini bilir, ancak öldükten sonra kendisini bekleyen ebedi azaptan habersizdir ya da Allah’ın üstün gücünü kavrayamadığı için bu azabın şiddetini düşünmez. Oysa bu azabın şiddeti Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde tarif edilmektedir. Nitekim Cenab-ı Zülcelal Hazretleri şöyle buyurmuştur :

“… O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (Bakara Suresi, 165).

Gafletin önemli özelliklerinden biri de kişinin gerçeklerden uzaklaşıp hayal dünyasında yaşamasıdır. Örneğin gençler, sürekli gelecekle ilgili hayaller kurarlar ve zihinlerini yalnızca bununla meşgul ederler. Kurulan hayaller sonucunda da sanki bu hayaller gerçekmiş gibi mutluluk duyarlar. İleriki yaşlarda ise insanlar daha sınırlı hayaller kurarak, daha çok hatıralarıyla zaman geçirir ve bunlarla yaşarlar. Çok kısa bir zaman içinde yakınlarına anlatacak pek çok anı bulabilir ve bunları dile getirirken o anki heyecan veya hüznü adeta yeniden duyarlar. Unutmayalım ki insanoğlunun dünyaya gönderiliş amacı Allah’a kulluk etmek ve Rasûlullah Efendimiz’i tanıyıp, O’nun ahlak ve davranışlarını öğrenip hayatının her alanında bu güzel ahlakları gösterme gayreti içinde olmaktır

Gafletten Kurtulmanın Yolları

-Allah’ı  çokça zikretmek

-Kuran okumak ve ayetler üzerinde düşünmek: Gaflet tehlikesine karşı en etkili çözüm, Allah’ın kullarına yol gösterici bir nur olarak indirdiği Kuran’ı okumak ve onun üzerinde düşünmektir. Kuran’ı dikkatli bir şekilde okuyan ve ayetler üzerinde düşünen insan, samimiyeti ölçüsünde zamanla ayetlerin tecellilerini çevresinde görmeye başlar; bu da her an Allah’ı hatırlamasına ve gafletten korunmasına vesile olur.

Allah’ın verdiği fırsatları değerlendirmek: Allah, varlığını hatırlamaları ve Kendisine yönelmeleri için insanlara çeşitli şartlar ve ortamlar var eder. Sıkıntı ve zorluklar da bunlardandır. Kuran’da bir ayette, “Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar” (Tevbe Suresi, 126) şeklinde buyrulmaktadır. Bu sıkıntılı anlar, insanlar için gaflette olduklarını fark etmelerini sağlayacak büyük birer fırsattır. Çünkü Allah’a isyan halinde olan nefis böyle anlarda acizliğini anlar. Bu durumda vicdanı ön plana çıkan insan, hatalarını görür ve onlardan sakınmanın yollarını arar. Bu, insana tanınan büyük bir fırsattır. Nefsin acz içinde sesini kıstığı bu anlarda insan kendini Allah’a daha yakın hisseder. Ve o anda samimi bir yakınlıkla Allah’a yönelir. Böyle zamanlarda Allah’ın her şeye güç yetirdiğini, her şeyin Allah’tan geldiğini, bu bela ve sıkıntıların da ancak O’nun dilemesiyle sona ereceğini fark eder. Bu durum tevbe etmek ve Allah’a yönelmek için bir fırsattır.

-Allah’ın her şeyden haberdar olduğunu ve her şeyi çepeçevre kuşattığını bilmek.

-Allah’ın yarattıklarını detaylarıyla bilmek: Bilgi gafletten kurtulmayı sağlayan en önemli etkenlerden biridir. Evreni saran yaratılış delillerini araştırmak, görmek ve anlamak insanın üzerinden gafleti dağıtır ve uzaklaştırır. Allah’ın üstün ilim ve kudreti, ancak böyle ciddi bir araştırma ve tefekkürle hakkıyla takdir edilebilir. Allah (c.c), “Biz, bir ‘oyun ve oyalanma konusu’ olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık” (Enbiya Suresi,16) ayetiyle evrenin ve içindeki varlıkların özel bir hikmet üzere yaratıldığını bildirmektedir.

-Dünyanın kısa ve geçici olduğunu bilmek

-Ölümü düşünmek

-Asıl yurdun ahiret olduğunu bilmek.

-Ahiretten geri dönüşün olmadığını bilmek: Gaflet içindeki insanın kendini kandırdığı konulardan biri de, kendisine bir fırsat daha tanınacağı yanılgısıdır. Hatta bu düşünce bazı çevrelerde reenkarnasyon adı verilen batıl bir inanış haline bile getirilmiştir. Gafil insan ne kadar hata yaparsa yapsın, öldükten sonra tekrar dünyaya dönerek, bunları telafi etme imkanına sahip olacağını zanneder. Bu nedenle öldükten sonra Allah’tan son bir umutla geri dönmeyi ister. İnkar edenlerin, bu istekleri Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilir:

“Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız” (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen.” (Secde Suresi, 12)

-Cehennemin ne kadar azap verici bir mekan olduğunu ve orada sonsuza dek kalınacağını bilmek: Cehennemde sürekli olarak, büyük bir acı çekileceği, oradan hiçbir şekilde kurtuluşun olmadığı, acıların hiç son bulmayacağı, acıya karşı bir bağışıklık ya da alışkanlık da olmayacağı çok açık bir gerçektir. Bunları vicdanlı ve samimi bir biçimde tefekkür etmek insanın Allah (c.c) korkusunu artırarak şuurunun açılmasına, gafletten kurtularak Allah’ın rızasını aramasına vesile olur.

-Sonsuzluğu kavramak: Sonsuzluk, bir insanın ömrü kadar süre değildir. Birkaç insan nesli kadar bir süre de değildir. Sonsuzluk bin yıl değil, on bin yıl değil, yüz bin yıl değil, milyon veya milyar yıl değil, hatta trilyon yıl da değildir. Sonsuzluk bunların tamamının dışında, hiçbir sona ulaşmayan, asla bitip tükenmeyen bir zamanı ifade eder. İşte bu gerçeği düşünen insan sonsuz yaşamını cehennemde geçirme tehlikesini asla göze alamaz

-Cennetin güzelliğini bilmek: Cennet, geçici olan dünya hayatında yapılan salih amellerin, Allah’tan korkmanın, Allah’ın rızasını kazanmanın karşılığıdır. Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de insana bu vaadini şöyle bildirmektedir:

“İman edip salih amellerde bulunanlar, Biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah’ın gerçek olan vaadidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisa Suresi, 122)

  Rabbimiz bizleri gaflet haline düşmekten muhafaza buyursun ve yardımını üzerimizden eksik etmesin inşallah. Amin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ACELECİLİK

Acelecilik; bir işi çabuk yapmaya ve çabuk bitirmeye çalışmak demektir. İnsanın fıtratında acelecilik vardır. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir:

“İnsan aceleci (tabiatta) yaratılmıştır.” (Enbiya 37)

Acele eden fütura düşer. Yani gevşeklik ve bezginlik hasıl olur. Hayırlı bir işin olması için acele eden, gecikince, bezginliğe, ümitsizliğe düşer. Dua eder, hemen duasının kabul olmasını ister. Duası gecikince duayı bırakır, maksudundan mahrum kalır. Acele edenin ihlası, takvası bozulabilir. Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir. Acelecilik, insana muhakeme imkânı tanımadığı için bir çok yanlış adımın baş mümessilidir. İnsanlar hakkında hüküm verirken, cezalandırırken, konuşurken acele edenler, alelacele karar alanlar çoğu kere hata yaparlar.  O halde, işlerde acele etmemeli ve hemen karar vermemelidir. Efendimiz(s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Acele işe şeytan karışır.” Nefsin istediği bir şey hatıra gelince şeytan, “Fırsatı kaçırma, hemen yap!” der. Onun için kalbe gelen şeyi yapmadan önce, bu işten Allah-ü Teâlâ razı olur mu, sevap mıdır, günah mıdır diye düşünmelidir. Günah değil ise yapmalıdır. Böylece teenni edilmiş, yani acele edilmemiş olur.

Efendimiz(s.a.v):

“Acele şeytandan, teenni Rahmandandır.” (Tirmizi) buyurmuştur.  Yalnız 5 yerde acele gerekir:

1- Misafir gelince yemek vermekte

2– Günah işleyince, hemen tevbe etmekte.   Allahü teâlâ, tevbe edilen günahları affeder.

İnsan günahını ne kadar çok büyük görürse o kadar iyidir. Fakat günahı yüzünden Allah-u teâlânın sonsuz rahmetinden ümit kesmek caiz değildir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

“Allah-u Teâlâ buyurdu ki: İşlediği günahı affımın yanında büyük görene gazaplanırım. Eğer acele etmek şanımdan olsaydı, acele ceza verseydim, rahmetimden ümit kesenlere acele ceza verirdim.” (Deylemi)

3- Namazı vakti girince, hemen kılmakta .   Namaz borcu varsa acele kaza etmeli. Farz namazı özürsüz vaktinde kılmamak büyük günahtır. Acele kaza etmek gerekir. Zaruri işler haricinde kaza etmeyi geciktirmek de büyük günahtır. Nafile zaruri iş olmadığı için, nafile kılarak, terk edilen kazayı geciktirmek dört mezhepte de haramdır. (Nafileleri kılarken kazaya da niyet etmeli. Hem sünnet sevabı alınmış olur, hem de namaz borcu ödenmiş olur.) Düşman karşısında, bir farz namazı kılmak mümkün iken terk etmek, 700 büyük günah işlemek gibidir. (Umdet-ül islâm)
 Namaz kılarken acele eden, tadil-i erkanı terk edebilir. Hızlı okurken tecvide uymayabilir, yanlış okuyabilir. Onun için ağırbaşlı olmalı, düşünerek hareket etmelidir. Salihlerin vasfı Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildiriliyor:
“Onlar Allah’a ve ahirete inanırlar, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde birbirleriyle yarış ederler. İşte bunlar salihlerdendir.” (A.İmran 114)

4- Çocuklara din bilgilerini ve namaz kılmayı öğrettikten sonra, büluğa erince dengi çıkınca, bunlar hemen evlendirilmelidir. Kızın küfvü (dengi) bulununca, hemen evlendirmelidir Eşiat-ül-lemeat’daki hadis-i şerifte: “Ya Ali, üç şeyi geciktirme! Namazı vakti girince hemen kıl, cenaze namazını hemen kıl! Dul veya kızı, küfvü isteyince, hemen ver!” buyrulmuştur. O halde, namazını kılan, günahlardan sakınan ve nafakasını helalden kazanan biri bulununca, hemen onunla evlendirmeli. Eğer evlendirilmezse, fitneye sebep olur. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde:
“Dinini, ahlakını beğendiğiniz bir kimse, kızınıza talip olursa, hemen evlendirin! Eğer evlendirmezseniz, fitne ve fesada sebep olursunuz.” (Tirmizi) buyurmuştur.


5- Defin işini de acele yapmalıdır. İbadetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmelidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir Hadis-i şeriflerinde:

“Ölmeden önce tevbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mani çıkmadan önce acele ediniz. Allah-u teâlâyı çok hatırlayınız. Zekat ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızıklarına ve yardımına kavuşunuz!” (İbni Mace)buyurmuştur.    

Müstehap işlemek için sünnet terk edilmez. Cenaze olduğu zaman, Âyet-el kürsiyi ve tesbihleri okumayarak sünnet terk edilmektedir. Cenaze sebebiyle sünneti terk etmek uygun değildir. Cenaze namazını acele kılmak müstehaptır. Müstehap işlemek için sünnet terk edilmez. Cemaat çok olsun diye, cenaze namazını vakit namazlarından sonraya bırakmak mekruhtur. Cemaatın çok olması için, cenazeyi saatlerce bekletip, sonra acele ederek Âyet-el kürsiyi ve tesbihleri terk etmek pek yanlıştır. Özürsüz bir sünneti terk etmemeli, ortadan kaldırmamalıdır.

İftarda acele etmeli. İftarda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısı ile her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbadet etmek de zaten bu demektir.

Böyle hayırlı işlerin haricinde acelecilik uygun değildir. Düşünerek hareket etmek ve hayırlı işlerde sebat göstermek gerekir: Efendimiz(s.a.v); “Yavaş, yumuşak davranmak, Allah’ın kuluna verdiği büyük bir ihsandır. Aceleci olmak, şeytanın yoludur. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği şey, yumuşak ve ağırbaşlı olmaktır. (E.Ya’la) buyurmuştur.    Tembellik, bir işi geciktirmek, sonraya bırakmak nasıl kötü ise, acele etmek de kötüdür. Bunun biri ifrat, diğeri tefrittir. Dinimiz orta yolu, aşırılıklardan uzak olmayı emretmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Aşırı giden helak olur.” (Müslim) buyurmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : UZUN EMEL TAŞIMAK

Uzun emelden maksat, çok yaşayacağını hayal etmek ve bu hayali hakikat zannetmektir. Kimin ne kadar yaşayacağı belli ve garantili olmadığı için, çok yaşayacağını düşünmek, aldatıcı bir hayalden ibaret kalır.

Allah Rasulü (sav) Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz şöyle buyurmuştur:

1- “Sizin için en çok iki şeyden korkuyorum. Bunlar uzun emel (çok yaşama hayali) ve nefse uymaktır. Çünkü uzun emel, size ahireti unutturur. Nefse uymak ise sizi Hakk’tan uzaklaştırır.”

2- “Dünya üzerine kapanan, ona hırsla sarılan ve onu şiddetle tutan bir kimse, dünyada üç şeyle cezalandırılır. Bu şeyler, zenginliği olmayan fakirlik (kendini her zaman ve her şeye rağmen fakir hissetmek), bitmesi olmayan meşguliyet (ve bunun verdiği bedenî ve aklî yorgunluk) ve hiç geçemeyen tasa ve endişedir.”

Ebüdderda radıyallahu anh şöyle demiştir:

“Ey insanlar! Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmaktan utanmıyor musunuz? Bunun çılgınlık, akılsızlık ve gerçeklere ters düşmek olduğunu görmüyor musunuz? Bu dünyaya ilk gelenler sizler değilsiniz. Peki, sizden öncekiler ne oldular? Meskenleri kabir, emelleri hayal, mal ve mülkleri talan olmadı mı?”

Âdem (as) çocuklarına şunu söylemiştir:

“Dünyaya güvenmeyin! Çünkü ondan çıkarılacaksınız. Nefislerinize uymayın! Çünkü nefse uymak pişmanlık doğurur. Bir iş yapmak istediğiniz zaman, onun başlangıcına değil, sonucuna bakın ve sonucuna göre yapma veya yapmama kararını verir. Bir işe karşı vicdan ve kalbinizde çekingenlik ve sıkıntı duyarsanız, o işten sakının. Çünkü bu hisler Allah Teâlâ’dan size bir uyarıdır. Bir işi yapmaya kalkışmadan önce onu ehliyle (o işin ehli, erbabı ve uzmanı olan kimselerle) danışın.”

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

1-“Yapacağın işleri onlarla danış.”(Ali İmran/159)

2-“Mü’minlerin işleri aralarında meşveret etmekledir.”(Şura/38)

Allah Rasulü (sav)’de şöyle buyurmuştur:

“İstişare ve meşveret eden bir kimse, yanlış iş yapmaz.”

Başka bir hadisinde de Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Sabahladığın zaman, akşama kadar yaşayacağını düşünme. Akşamladığın zaman da sabaha kadar yaşayacağını düşünme. Çünkü yarın isminin diriler arasında mı, ölüler arasında mı olacağını bilemezsin. Onun için, hazırlıklı ol ve hayatından ölümün sağlığından da hastalığın için hisse ve pay ayır.”

Rasulullah (sav) bir gün ashabına: 

“Hepiniz cennete girmek istiyor musunuz?”, diye sordu. Ashap:

“Evet, hepimiz bunu istiyoruz.”, dediler. Bunun üzerine Allah Rasulü Aleyhissaletü Vesselam şöyle buyurdu: “Öyleyse dünyanın süs ve lüksüne talip olmayın. Çünkü bunlar cennette fazlasıyla vardır. Uzun emel taşımayın. Çünkü bu aldatıcı ve zarar verici bir hayaldir. Kabri ve oradaki çürümeyi unutmayın. Başınızı kötü fikirlerden, midenizi haram gıdalardan koruyun. Göz, dil, kulak ve ellerinizi denetleyin.”

“Bu ümmetin başında gelenlerin salah ve kurtuluşu zühd ve takva (iman kuvveti, haramlardan sakınma) sayesinde gerçekleşmiştir. Bu ümmetin sonunda gelenlerin fesat ve helak oluşu ise uzun emel ve dünya sevgisi sebebiyle olacaktır.”

Üsame ibni Zeyd (ra), bir ay borç ile bir köle satın almıştı. Allah Rasulü (sav) bunu duyunca şöyle buyurdu:

“Siz Üsame’nin uzun emeline şaşmaz mısınız? O, bir ay vade ile borç altına girmiştir. Allah’a yemin ederim, nice kimseler kalkan göz kapakları inmeden önce ölürler. Nice kimseler açılan dudakları kapanmadan önce ölürler ve nice kimseler çiğnedikleri lokmayı yutmadan önce ölürler. Allah’a yemin ederim, size vaat edilen ölüm ansızın çıka gelir ve o gelince siz onu geri çeviremezsiniz.”

Abdullah ibni Abbas (ra) şunu söylemiştir:

“Allah Rasulü aleyhissalatü vesselam, genellikle, abdest bozduğu zaman, hemen teyemmüm ederdi.

Ya Rasulullah! Nasıl olsa, biraz ileride suyla abdest alacaksın. Teyemmüm etmeye ne lüzum vardır, dedikleri zaman da, kendisi şöyle derdi:

“Belki suya ulaşmadan önce ölürüm.” 

Allah Rasulü (sav) bir gün bir çöp parçası alıp yerde birbirine paralel üç tane çizgi çizdi ve ondan sonra şöyle dedi:

“Birinci çizgi insandır. Onun önündeki çizgi onun ecelidir. Daha ötedeki çizgi ise onun emelidir. İnsan, kendisine yakın olan ecelini görmez, kendisinden uzak olan emeline ulaşmaya çalışır. Fakat emeline ulaşmadan önce eceli onu yakalar.”

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu’nun Kitapları

Nuri Köroğlu’nun yazdığı kitaplar …

Hz. Mevlana’nın İrşadı (2002)
Abdullah Babanın Hayatı (2005)
Abdullah Babanın Hayatı (2005)

Eserler ile ilgili daha açıklayıcı bilgiler ileride eklenecektir.

Nuri Köroğlu Hocanın Üstadı Kimdir ?

Hadim-ül Fukara Abdullah Baba

Nuri Köroğlu Hocanın Hocası

Abdullah Gürbüz

”’Hadim-ül Fukara Abdullah Baba”’ ve ”’Nevşehirli Hacı Abdullah GÜRBÜZ”’ mahlaslarıyla tanınırlardı.

==Hayatı ==
5 Nisan 1933 yılında [Nevşehir] ilinin Herikli Mahallesinde Dünyaya teşrif etmişlerdir.
4 erkek, 1’i kız, 5 kardeş olan Babası, [Nevşehir] eşrafından Gubbasanogullari lakabıyla tanınan Mahmut efendi, muhterem valideleri ise Feride hanımdır.

XX. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Abdullah Baba, Rifâiyye tarikatının Anadolu’daki önemli temsilcilerinden biri olmuştur. O, hayatının çok büyük bir kısmını tasavvufun içerisinde geçirmiş ve insanlara bu yolu sevdirmek için üstün bir gayret göstermiştir. Türkiye’nin birçok yerinden müntesipleri olmuştur.
Abdullah Efendi, Çorum’da Şeyh Ebubekir Efendi tarafından kurulmuş olan [[Rifâî]] Dergâhı’nın başta [[Nevşehir]] olmak üzere Türkiye’nin birçok şehrinde yaygınlaşmasını ve tanınmasını sağlamıştır.

Hem [[Kadiri]] Hem [[Rufai]] meşrepli bir zattır. ”’Antepli Bilal Nadir Baba”’’dan Kadirilik meşrebini, ”’Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hz.”’lerinden Rufailik meşrebini almıştır.

Kendisi ayni zamanda Mevlevi üstadı olup Mevlana ve Şems Hazretlerinin çağlar üstü açtıkları aşk ve muhabbet yolunun mürebbisi ve önderi idi. Gerek Yurtiçinde ve gerekse yurtdışında sema gösterileri tertip ederek insanlara;
‘‘Gel, gel yine de gel, bin kere tövbe şişesini kırsan da yine gel. Bu dergâh ümitsizlik dergâhı değildir”
sözü ile kucak açmış, şefkat ve merhamet ile yaklaşmıştır.

Ümmeti Muhammedi irşad için adamıştır hayatını. Hayatı boyunca en büyük gayesi Allah ve Resulünü insanlara sevdirmek, hak ve hakikatı tebliğ etmekti.

==Vefatı ==

15 Mart 2004 Pazartesi günü, binlerce insan gerek yurtdışından, gerekse yurtiçinden [[Nevşehir]]’e akın ettiler. Büyük küçük binlerce insan, gözyaşları içerisinde, mana güneşinin o nurlu ve bakanları etkileyen, mübarek naaşını görmek için birbirleri ile yarıştılar..

==Türbesi ==

Türbesi Nevşehir Kaldırım mezarlığında bulunmaktadır.

== Vuslat Programları ==

Her yıl Nevşehir ilinde Anma programları düzenlenmektedir....

Nefsin Hastalıkları : ÖFKE

“O takva sahipleri ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da böyle güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân 3/134)

Öfke; engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusudur. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılandan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir. Kalbin derinliklerinde yer alan bu duygu, kül altında saklanan köz gibidir. Maksadına ulaşamayan insanın içinde tutuşan bu ateş, adeta onun kalbindeki kanın kaynamasına sebep olur. Sonuçta akıl, görevini tam anlamıyla yerine getiremeyeceğinden, insanın basireti bağlanır ve muhakeme gücü zayıflar. Bu sebeple Efendimiz (sav);

“Bir hâkim öfkeli iken, iki kişi arasında hüküm vermesin” buyurmuştur. (Tirmizî, Ahkâm, 7) Ayrıca kişi, aşırı bir şekilde öfkelendiği vakit, sakinleşince utanacağı birçok davranışta bulunabilir. Hatta aşırı öfke için “muvakkat (geçici) delilik” tabiri de kullanılmıştır. Aklın ve dinin kontrolünden çıkarak ifrat derecesine varmış olan öfke hâli, çoğu zaman saldırganlık boyutlarına ulaşabilir. Bu durumda kişi, öfkesine hâkim olabilmeli ve onu İslam ahlâkı çerçevesinde, muvazeneli bir şekilde kullanmasını bilmelidir. Nitekim Abdullah bin Amr’ın konumuzla alakalı olarak naklettiği aşağıdaki rivayet oldukça manidardır: “Rasulullah’tan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş’ten bazı sahabeler Beni bundan nehy etti ve:

-Hazreti Peygamber (sav) kızgınlık ve sükûnet hallerinde konuşan bir insan iken, “Sen O’ndan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın,” dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Rasul-ü Ekrem (sav)’e arz ettim. Efendimiz eliyle ağzına işaret ederek:

 “Yaz, canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz ” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İlim, 3) Ben kızmam demedi. Belki Benim kızmam Beni Hakk dairesinden çıkarmaz buyurdu.

Bir gün Hazreti Aişe (r.anha) kızdı. Rasulullah: “Ey Aişe! Şeytanın geldi” buyurdu. Aişe: “Senin şeytanın yok mudur”, dedi. Rasulullah; “ Var idi. Fakat Hakk Teâlâ Bana yardım etti. Onu esir edip emrimin altına aldım. Öyle ki Bana hayırdan başka bir şey emretmiyor” buyurdu. Benim öfkem yoktur, demedi.

Hazreti Peygamber (sav) ise öfkelendiğinde nefsine hâkim olan kimse hakkında; “Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan, ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir” (Müslim, Birr ve Sıla, 107) buyurmuştur. Nitekim Efendimiz (sav), öfkesini yenen kimselerin cennette elde edecekleri bir takım nimetleri, şu hadisi şerifiyle müjdelemiştir: “Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar” (Riyazü’s-Salihîn, I, 80)

Hadis-i şeriflerde öfke ateşinin, yine ateşten yaratılan şeytanla yakından ilgisi olduğu ifade edilmiş, öfke hâlinde tatbik edilmesi gereken belli başlı prensipler şöyle belirlenmiştir:

1) Allah’a Sığınmak: Rasulullah (sav), huzurunda birbirine söven iki kişiden birinin yüzünde öfke hali belirince şöyle buyurdu: “Ben bir söz biliyorum, eğer şu adam bunu söylerse öfkesi geçer. Bu söz, “Eûzu billahi mine’ş-şeytanirracîm: Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” cümlesidir. ” (Buhârî, Edeb, 76; Ebû Dâvûd, Edeb, 3) Ayrıca Efendimiz (sav)’in Ümmü Seleme Annemize öğrettiği, “Ey Nebî olan Muhammed’in Rabbi Allah’ım! Günahlarımı bağışla ve kalbimin öfkesini gider” (İbn-i Hanbel, VI, 302) mealindeki duâsı da, öfkenin ateşinden kurtulmanın çarelerindendir.

2) Abdest Almak: Hazreti Peygamber (sav), “Gazap şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş, ancak su ile söndürülür. Biriniz kızdığı zaman abdest alsın.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3) buyurmak suretiyle, öfke ateşinin de abdestle söndürüleceğini belirtmiştir.

3) Bulunduğu Konumu Değiştirmek: Öfke halinde yapılması gereken bir başka şey de, kişinin bulunduğu konumdan daha pasif bir duruma geçmesidir. Bu husus, Efendimiz (sav) tarafından şöyle beyan edilmiştir:

“Dikkat ediniz! Öfke insanoğlunun kalbindeki bir ateş parçasıdır. Gözlerin kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini görmez misiniz? Her kim bunun eserini duyarsa, yere uzansın. (Tirmizî, Fiten, 26) Bir başka hadiste de “Biriniz öfkelendiğinde, ayakta ise otursun. Yine sakinleşmezse yanı üzere yatıversinbuyrulmaktadır. (Ebû Dâvûd, Edeb, 3)

4) Susmayı Tercih Etmek: Kavgalı iki kişinin, birbirlerine karşı hakaret ettikçe öfkelerinin dozunun arttığı bilinen bir durumdur. Bu sebeple olmalıdır ki Rasul-ü Ekrem (sav) “Biriniz öfkelendiğinde sussun” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, I, 239) Zira basit bir sebeple öfkelenen kişinin, gazap hâlinde hezeyanda bulunması durumunda, umulmadık sonuçların ortaya çıkması mümkündür. Hz. Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem, huzurunda Hz. Ebu Bekir’e hakaret eden birisine karşı O’nun bir süre ses çıkarmamasından hoşnut kalmış, daha sonra aynı şekilde karşılık vermesi üzerine oradan ayrılmak istemişti. Bilahare Hz. Ebu Bekir, yaptığının yanlış olup olmadığını sorunca, Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:                     

“Doğrusu sustuğun vakit Senin adına o kişiye cevap veren bir melek vardı. Ancak aynı şekilde Sen de karşılık vermeye başlayınca melek gitti, yerine şeytan geldi. Şeytanın geldiği yerde Ben bulunamam.” (İbn-i Hanbel, II, 436)

Rasulullah’ın kızdığı anlarda öfkelendiği kimseden “yüzünü çevirmesi, onunla ilgilenmemesi” de bu tedavi metodunun bir başka çeşidi olsa gerektir. (Ebû Dâvûd, Libâs, 17; İbn-i Hanbel, III, 14) İslam ahlakında nefisini tatmin için öfkelenmek doğru bulunmamış, şahsı adına haklı bir sebeple bile olsa öfkesini yenip karşı tarafı affetmek büyük bir meziyet sayılmış ve konuyla alakalı gerekli tedavi yöntemleri tavsiye edilmiştir. Bununla birlikte kişideki öfke duygusunun bir de tefrit hali vardır ki bu durum “hamiyetsizlik” denilen şahsiyetsizliğe, korkaklığa, acizliğe, derbederliğe ve çeşitli maddî ve manevî zararların meydana gelmesine sebep olur. Dolayısıyla dinimizin meşru kıldığı hususlardan taviz verilmesi veya kutsal değerlerin tacize uğraması gibi durumlarda gösterilen öfke, yerinde ve olması gerekli bir tepkidir.

Nitekim şahsı için hiçbir zaman intikam almayan Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem (Müslim, Fedâil, 79) Allah-u Teâlâ’nın koyduğu sınırlar göz ardı edildiği zaman, kızı Fatıma dahi olsa kimseyi affetmeyeceğini belirtmiştir. (Buhârî, Hudûd, 11, 12; İbn Mâce, Hudûd, 6) Hatta Rahmet Peygamberi (Nebiyyü’r-Rahme) olarak vasıflanan Efendimiz’in, Savaş Peygamberi (Nebiyyü’l-Melhame) diye de nitelendirilmesi bu dengenin bir tezahürü sayılmalıdır. (İbn-i Kayyim, Zâdü’l-meâd, I, 95, 96) Zira itidal noktasındaki öfke sayesinde, şecaat ve cesaret gibi temel ahlâki faziletler ortaya çıkmakta ve kişinin izzet-i nefsi korunmaktadır. Kişinin namusunu koruma gayreti, kâfirlerle savaşmak gayreti öfkeden hâsıl olur. Hakk Teâlâ, Rasulüne buyurur ki; “Kâfir münafıklarla cihad et.”

Öfke tamamıyla yok olmaz ve hem de yok olmamalıdır. Zira yok olması makbul değildir. Fakat öfkenin kuvveti, onun elinden ihtiyar ve irade dizginini almamalı, akla ve şer’a muhalefet ona galebe çalmamalıdır. Riyazet yoluyla, çalışmak ve cihad ile öfke kuvvetini bu dereceye getirmek mümkün olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : GIYBET

“Gıybet; müttakilerin çöplüğü kadınların otlağıdır.” (Meşayıh)

Gıybet; “Bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şekilde konuşmak” demektir. Genelde kişinin arkasından konuşanlar bir savunma olarak söylediklerinin doğru olduğunu, yalan söylemediklerini ifade etseler de bu sonucu değiştirmeyecektir. Söz konusu kişilerin yaptıkları gıybettir. Eğer kişinin arkasından söylenen şeyler doğru değilse, bu iftira olur ki, bu durumda bu sözleri söyleyen kişi yalan söyleyerek büyük bir günah daha işlemiş olur.

Gıybeti Yüce Allah (cc) kardeşinin etini yemeye benzetmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir:

“Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz; Allah’ tan sakının, şüphesiz Allah tövbeleri daima kabul edendir, acıyandır.” (Hucurat suresi,12. ayet)

GIYBETİN ÇEŞİTLERİ

Aleni sade gıybet: Bir kişinin gıyabında, ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan bir şeyi söylemek, alenî gıybetin ta kendisidir. Sevgili Peygamberimiz (sav) gıybeti:

“Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde tanımlamış; “Din kardeşinin yüzüne karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir” demiştir.

İftiralı gıybet: İftira, kusurların en çirkinidir. Nitekim Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur; “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.”

Gizli gıybet: Çoğu zaman yaptığımız, kalbimizden geçirmek, yani zannetmek suretiyle gıybete girmektir.  Bütün zanlar ve tahminler değil ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz.

Münafıkâne/ikiyüzlü gıybet: Gıybetin en utanç verici biçimidir ki, İmam Gazali Hz. buna ‘münafıkâne’ gıybet demiştir. Gıybeti yapan şöyle der: “Allah affetsin, o da bizim gibi bazen karıştırıyor”, “İnşallah düzelir, daha iyi olur.” Bu gibi sözlerle görünürde hakkında konuştuğu kişiyi sevdiğini, iyiliğini dilediğini söylemeye çalışmakta; ama gizliden gizliye de o kişinin bozulmuş olduğunu, yanlışlar yaptığını ima etmektedir. Dinleyenin ikiyüzlülüğü de şu şekildedir: “Boş ver gitsin, gıybet oluyor.” Bunlara benzer sözleri söylerken, aslında gıybeti gerçekten engellemek istemiyor; görünürde aksini savunsa da, içten içe o kişi hakkında gıybet yapılmasından hoşlanıyor.

Söz taşımalı gıybet: İnsanların sözlerini muhataplarına ara bozmaya yol açacak şekilde taşımak biçimindeki gıybettir. Efendimiz (sav): “(Arabozucu) Söz taşıyan cennete giremeyecektir.” buyurmuştur.

Kitlesel gıybet: Bir insanın irtikâp edebileceği, altından kalkılması en zor, en acınası, en dehşetli gıybettir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”  ‘bir kavme sataşma’ terimiyle suçun kitlesellik tehlikesine vurgu yapmaktadır.

Paylaşımlı/ortaklaşa gıybet: Gıybeti yapan, sadece onu söyleyen veya ima eden değil, aynı zamanda rıza ile dinleyendir veya yapmasa da yapılmasından hoşlanandır. Cinayeti izlerken gücü yettiğince karşı koymayanında katil sayıldığı gibi, yanında gıybet yapıldığı halde müdahale etmeyen de tam olarak o gıybetin ortağı olacaktır. Gıybet bu yönüyle gizli biçimi hariç ancak birden fazla kişinin ortaklaşa irtikâp edebileceği fuhuş gibidir. Efendimiz (sav)’in “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” şeklindeki sözü, gıybeti dinleyenin sorumluluğuna işaret eder. Hatta bu hadis, gıybeti yapandan çok, yanında gıybet yapıldığı halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu korumayanı tehdit ediyor. 

Yaşayan veya ölen bir insanın yahut insan topluluğunun gıyabında, onları üzecek doğruları söylemiş olabiliriz. Eğer yaşıyorlarsa, helalleşmenin bir yolunu aramalıyız. Biliyoruz ki, şehit bile olsak, kul hakkını ödemek zorundayız. Eğer vefat edenin gıybeti yapılmışsa, helallik dilemek ne yazık ki imkânsız. O zaman onun için ömür boyu dua etmekten, onun adına iyilik yapmaktan başka çare kalamaz. Zalimleri aşağılamak dışında; tarihteki insanları eleştirirken haksızlık yapmamaya dikkat etmeli; herkesin hakkının ve onurunun Allah tarafından sonsuza dek korunacağını unutmamalıyız.

Önemli bir nokta da gıybetin içinde yaşadığımız toplumun hemen tüm bireylerine veba gibi bulaşmasıdır. TV ve gazeteler her gün gıybetle siftah yaparsa, her sabah işler gıybet seanslarıyla başlarsa, en içten dostlarımız gıybetin içerisine ölümüne saplanmışlarsa, virüsü kapmadan günün akşamına ulaşmak son derece zordur. Gıybetten ancak konuşma özürlünün kurtulabileceğini bilmeli ve gıybet karşısında çok katı ve dikkatli olmalıyız.

Kardeşini kardeşine, akrabasını akrabasına, arkadaşını arkadaşına, eşini dostuna şikâyet eden kişiler çok dikkatli olmalıdırlar. Şikâyet ettiğimiz kişi, çoğu zaman bize yapılan haksızlığı durdurabilecek durumda değildir. Onun yapacağı çoğu zaman ya hakkımızda suizan etmek, bizden aldığı sözü başkalarına taşımak veya şikâyetlerimizden kurtulmak için bizden kaçmak olacaktır. Başkasından hakkımızı alalım derken, ilgisiz insanlara konuyu aktardığımız için hoş olmayan bir yönümüzü bildirmiş olacağız; bu yüzden manevî gücümüz zayıflayacak, üstelik bu yolla intikam aldığımız için ilâhî huzurdaki hakkımızdan da mahrum kalacağız.

Bazı özel şartlarda gıybet edilebilir. Sevgili Peygamberimiz (sav) hadis-i şeriflerde şöyle buyuruyor:

 “Üç grup vardır ki, gıybetlerini yapman sana haram değildir: Günahı açıkça işlemekten sıkılmayan, zalim idareci ve dinde olmayanı dine sokan bid’atçı.”

“Hayâ örtüsünü atan kimsenin arkasından konuşmak gıybet değildir.”

“Ne fasık, ne de günahı açıktan işleyen kimse için söylenen gıybet sayılmaz…”

Hakkımızda yapılan gıybetler bir şekilde bize ulaşır. Ya başkaları bize aktarır ya söz dolaştırılırken kulak misafiri oluruz ya da kalbimizde gıybetimizi yapana karşı bir soğukluk ve sevgisizlik ilhamı alarak ondan uzaklaşma eğilimine gireriz. Toplumsal bölünmelerin ve kitleler arasında bağlılığın azalmasının ardında, kitlesel gıybetlerin ne denli etkili olduğunu hatırlamalıyız.

Şayet gıybetinizi yapan kişiye karşı sizde küfür, hakaret ve aşağılama savurarak kendinizi savunursanız, gıybetlerinin bedelini büyük ölçüde dünyada almış olursunuz. Ancak bunun yerine şahsınızı savunmaya girmeyip, gıybetle mücadele eder de gıybetçinin bu hasletten kurtulmasına uğraşırsanız, büyük mükâfatları hak edersiniz. Hasan-ı Basrî Hazretleri, kendisinin gıybetini edene bir tabak taze hurma göndermiş ve “Duydum ki sen ibadetini Bana hediye göndermişsin. Ben de buna bir karşılık vermek istedim. Kusura bakma, tam karşılığını veremedim” diye de bir not eklemiştir.

Gıybetinizi yapanlarla savaşmadığınızda, karşılarına ilâhî adalet çıkıyor ki, tövbe etmeyenleri kuşatan ilâhî ceza, kimsenin intikamına benzemez. Hatalarını düzeltmedikleri sürece, ayıpladıkları şey başlarına gelinceye ve üstelik ebedî hayatta bedelini ödeyinceye kadar kurtulamazlar. Ancak kul kişisel hakkını affedip, muhatabı için hidayet dilerse, elde edeceği mükâfat aksi halde kazanacağından çok daha değerli olacaktır.

İnsanın, kendisine yapılan gıybete ne oranda affedici olması gerekiyorsa, başkasına yapılan gıybete de o oranda acımasız ve zemmedici olmalıdır. Ayrıca, şayet bir insanın ismi ve eserleri bir topluluğa mal olmuşsa, o insana veya o insanın eserine yapılan gıybet, aynı zamanda taraftarlarına yapılmıştır. Örneğin peygamberlerin gıybetini yapan, inananlarının da gıybetlerini yapmış olur. Bir babayı haksız yere aşağılayan, çocuğunu da aşağılamış sayılır. Bu durumda, bize yapılan gıybetin yakın dostlarımıza düşen hissesini affedemeyiz. Kader başkasına ait hisselerin bedelini tahsil edecektir.

Bugünden başlayarak, gıybetlerini bilmeden yapabileceğimiz ihtimaliyle, tüm tanıdığımız insanlarla ilk karşılaşmamızda mutlaka helalleşmeli, hatta helalleşmeyi periyodik bir alışkanlık hâline getirmeliyiz. Aksi halde burada birkaç günde tamamlayabileceğimiz helalleşme faslını ihmal etmemiz, haşir meydanında binlerce yıl beklememize mal olabilir.

Gıybetini yaptığımız kişilere ismen dua etmeli, onların affı ve tüm hayatlarının rahmetle ve ihsanla kuşatılması için, ısrarlı ve vazgeçmeden gizli dualarda bulunmalıyız. Tüm bunları yaparken, bilhassa vefat edenlerin ve toplulukların bir daha gıybetini yapmamak için de ilâhî yardım dileğimizi ihmal etmemeliyiz. Çünkü bu tür gıybetlerde helalleşmek pratik olarak neredeyse imkânsız gibidir.

Engel olmazsak, bizimle konuşurken gıybet yapanla suç ortağıyız. Çünkü gıybetin devam edebilmesi, bizim en azından dinliyor görüntüsü verebilmemize bağlıdır. Başkalarının gıybetine bilinçli kulak misafiri olanda gıybetin suç ortağıdır. Bu söz sadece bizimle konuşanın yaptığı gıybeti değil; çevremizde, radyoda veya televizyonda yapılırken dinlediğimiz gıybetleri de kapsamaktadır.

İlk yapmamız gereken, “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken ona yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” hadis-i şerifini hatırlamak olmalıdır. O anda kendimizi gıybeti yapılan kişinin yerine koymalı, bizden gıyabımızda bu şekilde söz edildiğinde rahatsız olup olmayacağımızı sormalıyız. Onuru zedelenen kişinin üzülmesi gerekiyorsa üzülmeli, hakkını savunması gerekiyorsa savunmalıyız. Önce kalbimizde derin bir rahatsızlık oluşmalı, gıybeti dinlemeye tahammül edemez hâle gelmeliyiz. Gıybeti yapılan kişi kişisel dostumuzsa, mutlaka sözel olarak müdahale etmeli, onurunu savunmalı  ve gıybeti susturmalıyız. Susturmanın bize zararı büyük olacaksa, ‘rahatsızlığımızı hissettirmek şartıyla oradan hemen uzaklaşmalıyız. Radyo veya televizyonda yapılıyorsa, hemen kapatmalıyız. Bunları yapamıyorsak, dinlememeye çalışmalıyız. Dahası, gıybeti dinlediğimiz için Allah’tan af dilemeli, gıybeti yapılan kişiye dua etmeli, duyduklarımızın etkisinde kalarak suizan etmemeye özen göstermeliyiz. Uyarıp düzeltemediğimiz gıybetçiden, elimizden geldiğince uzaklaşmalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nuri Köroğlu Kimdir

Nuri Köroğlu Kimdir ?

Nuri Köroğlu Kimdir

Nuri Köroğlu Kimdir

05.11.1970 yılında Konya Karatay ilçesinde dünyaya gelmiştir.

Bir Mürşid-i Kâmil olan Mevlevi Üstadı Nevşehirli Hacı Abdullah Baba hazretlerinin manevi rahle-i tedrisatına girmiştir.

Üstadından aldığı manevi feyz ve terbiye ile Mevlevilik ve tasavvuf alanlarında çeşitli araştırmalar yapmış; Allah’a kullarını, kullara da Allah’ı sevdirmeyi kendine düstur edinmiş ve birbirinden değerli eserler kaleme almıştır.

Hz. Mevlana’nın İrşadı (2002), Abdullah Babanın Hayatı (2005) ve Zuhurat-ı Abdullah Baba (2006) kitaplarının yazarıdır.

Her yıl Nevşehir’de düzenlenen Hadim-ül Fukara Abdullah Baba Hazretlerini anma programında konuşmacı olarak kürsüye çıkmakta, insanları manevi noktalarda bilinçlendirmekte, tasavvuf yolunun esaslarını ve Abdullah Baba Hazretlerinin hayatını anlatmaktadır.


Araştırmacı yazar olarak hayatına devam etmektedir.


Evli ve 2 çocuk babasıdır.

Nuri Köroğlu

Nuri Köroğlu (s.s.s)

Nuri Köroğlu Youtube

Nuri Köroğlu Twitter

Nuri Köroğlu Facebook

Nefsin Hastalıkları : YALAN SÖYLEMEK

Yalan: Kişinin gerçeği saklayıp bildiğinin aksini söylemesidir. Yalan, günahların en çirkini, ayıpların en fenası, kalpleri karartan bütün kötülüklerin başıdır.  Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle yasaklamıştır. Yalan nefsi bir hastalıktır, müslümanların kendilerini bundan korumaları gerekir. Kur’an-ı Kerim yalancıları Allah’ın ayetlerine iman etmeyen ve Allah’ın hidayetinden mahrum kalan kimseler olarak tanıtmaktadır. Onların akıbeti hakkında da şöyle buyurmaktadır:

“Kıyamet günü Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün.”

Cenab-ı Hakk, “Yalan sözden kaçının” (Hac, 22/60) diye emrettiği halde basit dünya menfaatleri için yalan söyleyenler vardır. Özellikle yalan yere şahitlik yapmak çok kötü bir davranış ve büyük bir günah sayılmıştır. Gerçek bir Müslüman kendi aleyhinde de olsa, doğru söylemeli ve asla yalana yaklaşmamalıdır. Çünkü Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Hak üzere durup adaleti yerine getirmeye çalışan hâkimler ve Allah için doğru söyleyen şâhidler olun. Velev ki, o şahitliğiniz nefisleriniz yahut ana babanızla yakın akrabanız aleyhine olsun. İster üzerine şahitlik yapılan kimseler zengin veya fakir bulunsun.” (Nisa, 4/135).

Safvân İbnu Süleym radıyallahu anh anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü! dedik, mü’min korkak olur mu?”

“Evet!” buyurdular. “Peki cimri olur mu?” dedik, yine:

“Evet!” buyurdular. Biz yine:

“Peki yalancı olur mu?” diye sorduk. Bu sefer: “Hayır!” buyurdular.” Muvatta, Kelâm 19, (2, 990).

Peygamber Efendimiz de, yalan söylemenin ve yalan şahitlik yapmanın büyük günahlardan olduğunu ısrarla belirtmiştir (Riyazü’s-Sâlihîn, III, 138). Ayrıca yalanın münafıklık alâmetlerinden olduğunu haber vermiştir. (Müslim, İman, 107)

Dinimizde sadece üç yerde yalan söylemeye izin verilmiştir:

1- Zulüm ve haksızlığa uğramış bir adamın can, mal veya namusunun zarar görmekten kurtarılması için;

2- Dargın olan karı-kocayı veya iki kişiyi barıştırmak için. Çünkü Resulallah, insanlar arasını düzelten, bunun için hayırlı söz söyleyen ve hayırlı söz ulaştıran kimse yalancı değildir.” (Müslim, Birr ve Sıla, 27) buyurmuştur.

3- Harpte düşmanı yenmek için.

Ancak bu yalanların da açık ve sarih yalan değil kinayeli olmasına dikkat etmek gerekir. Hadislerde geçen “insanların arasını bulmak için yalan söylemek yalancılık sayılmaz” sözü, “bu yalanda günah yoktur” anlamındadır. Çünkü hadiste yalan, yalan olmaktan çıkarılmamakta, sadece bu çeşit yalana günah terettüp etmediği bildirilmektedir. Şüphe yok ki yalan, gerek arayı düzeltmek için, gerekse başka amaçla söylenmiş olsun yine mahiyeti itibâriyle yalandır. Ancak burada yalanın söyleniş amacının başkasını kandırmak olmadığından günah sayılmamıştır. Hattâ böyle yapan kimseler Hz. Peygamber’in ifadesiyle faziletli bir iş yapmış olup oruç tutmuş, namaz kılmış veya sadaka vermiş kadar da sevap kazanırlar (Ebu Dâvud, Edeb, 50).

Birbirine dargın olan iki kişinin arasını bulurken, “falan adam senin için dua ediyor” dese de, bununla o adamın, “Allah’ım, bütün müslümanları affet” demiş olduğunu kasdetse, yalan bir beyanda bulunmuş olmaz denilmektedir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII, 111-112). İmam Beyhaki’nin rivayet ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber:

“Tevriyeli, kinayeli ifadelerle yalandan kurtulup rahatlama vardır.” buyurarak bu meseleye açıklık getirmişlerdir (et-Tâc, V, 55)

YALAN SÖYLEMENİN SEBEPLERİ

1- Yersiz utangaçlık ve çekingenlik: Bazı kimseler, bazı şeylerden dolayı yersiz yere utandığı için yalan söylüyor ki bu utangaçlığının önünü alsın. Halbuki hadis-i şerifte de beyan edildiği gibi bu tür utangaçlıklar akılsızlıktan başka bir şey değildir.

2- Hased ve kin: Birine karşı hasedi ve eski bir kini olduğu için onun hakkında yalan söylüyor. Onun iyiliklerini örtmeye veya tersine yorumlamaya kalkışıyor ve ona yersiz kusurlar bulmaya çalışıyor.

3- İmanın zayıflığı: Allah’tan korkmadığı ve onu kendisine hazır ve nazır görmediği için yalan söylüyor. Halbuki bütün söylediklerinin kaydedildiği ve hepsinden hesaba çekileceğini bilir ve inanırsa ister istemez yalandan kaçınır.

4- Kendini temize çıkarmak: Bazen kendi kusurlarını örtmek ve kendini suçsuz göstermek için yalana yelteniyor ve suçu başkalarının boynuna yıkmaya çalışıyor. Şu cümleleri çok duymuyor muyuz?: “Benim dersim iyiydi ama, öğretmen bana gıcık gittiği için zayıf aldım!” “Gücüm az değildi ama, düşman çoktu!” “Ben iyi çalıştım ama, sınav çok zordu!” Ve benzeri bahaneler…

5- Şaka ve eğlenme: Bir çok zaman yalan şakadan başlar ve azar azar artar ve ciddileşir. Bu yüzden İmamlarımız, yalanın şakasından da ciddisinden de sakındırmışlardır

Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurmuştur: “Halkı güldürmek için yalan konuşan kimseye yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun!”

6- Kendinde bir eksiklik hissetmek: Bazıları aşağılık kompleksine kapılarak eksikliklerini tamamlamak için yalan söyler ve kendilerini daha iyi göstermeye çalışırlar.

7- Makam ve mal hırsı: Bir çokları yalan konuşmadan makam veya servete, paraya pula erişemeyeceklerini gördükleri için yalan konuşuyorlar. Tarihte ve günümüzde örnekleri çoktur.

YALANIN SONUÇLARI

1- Nifak (iki yüzlülük): Hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Yalan insanları yavaş yavaş iki yüzlülüğe ve münafıklığa götürür.”

2- Değersizlik: Yalan, toplum arasında insanın değerini düşürür ve kimsenin ona güveni kalmaz. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Yalancıların ilminden fayda gelmez.”

3- Hayasızlık: Yalancı adam rezil olduğu için artık hürmetleri korumaz ve hiçbir şeyde haya etmez. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Yalancı adamın hayası olmaz.”

4- Başkaları hakkında kötü düşünmek: Yalancı adam kendisi yalan söylediği için başkalarının da kendisine yalan söylediğini zanneder.

5- Vicdanı önünde mahçup olmak: Yalancı adam söylediği her yalandan sonra vicdan ateşinde yanıp durur ve huzur görmez.

6- Sürekli korku, kaygı ve ıstırap içinde olmak: Günahkar sürekli yalanının ortaya çıkıp rezil olacağından korktuğu için, hep korku ve ıstırap içinde yaşar. Onun için sevgili Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurmuştur: “Doğruluk, rahatlık ve huzur vesilesidir yalan ise şüphe ve ıstırap vesilesidir.”

7- Tahkir olmak ve aşağılanmak: Bazen yalancıyla dalga geçilir; “Hadi bir yalan uydur da bizi biraz eğlendir…”

8- Rezil ve rüsva olmak: Evet toplumun içerisinde rezil olmak yalanın en önemli ve acı sonuçlarından birisidir. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Allah, bir gün, sakladığınız yalanları ortaya çıkaracaktır.”

Nuri KÖROĞLU