Nefsin Hastalıkları : KARAMSARLIK

Cenab-ı Hak, yaradılışın gayesi olarak insanlara kulluk görevlerini yerine getirmelerini emretmiş, bu amaca ulaşmak için de onları gerekli duygularla donatmıştır. Bu duygular belirtilen amaca yönelik olarak hayata geçirildiği vakit, insanların dünya ve ahiret saadeti teminat altına alınmış olur. İşte bu saadetin sağlanması için de aklın gönül üzerinde hükümranlık kazanması ve oluşacak duyguların akıl süzgecinden geçirilmesi gerekir. Bu bağlamda nefsânî duygulardan karamsarlığın insan hayatı üzerindeki etkileri çok büyüktür. İşinde başarısız olan, çok sevdiği bir eşyayı kaybeden, mutlaka geçmesi gereken bir sınavdan geçemeyen veya olumsuz gibi görünen sonuçlarla karşılaşan bazı insanlar, eğer bu konuları hayatlarının amacı haline getirmişlerse, hiç beklemedikleri bu sonuçlar karşısında genellikle büyük bir üzüntüye kapılarak sarsılırlar. İmanı kuvvetli olan bir insanın bu tür olaylar karşısında gösterdiği tavır ise bundan çok farklıdır. Başına gelen her türlü olayı yaratanın Yüce Allah (cc) olduğunu bilen bir mü’min, başına gelen her olayı olumsuz gibi görünse de büyük bir olgunlukla karşılar. Rabb’imiz, Kur’ an-ı Kerim’de kullarına; Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz.” buyurmaktadır. (Enbiya Suresi, 35) Dolayısıyla bir mü’min zorluk ve sıkıntıyla denense bile başına gelebilecek hiçbir olayda karamsarlığa kapılmaz.

İnsanlara karamsarlığı aşılayan şeytandır. Şeytan insanlara çoğu zaman kendine güvensizliği, gelecekten yana ümitsiz olmayı, olaylara hep karamsar açıdan bakmayı telkin etmeye çalışır. İnsanların iman etmelerini, Allah’a karşı itaatli olmalarını, kadere teslim olmuş, tevekküllü, ümit ve şevk dolu bir şekilde yaşamalarını istemez. Çünkü bu sayılanların hepsi hem Allah’ın beğendiği ve O’na yakınlaştıran hem de Kur’an-ı Kerim ahlâkının yaşanması için gerekli olan özelliklerdir. Şeytan ise insanların Allah’a yakınlaşmalarını, Kur’an ahlâkını gayretli ve kararlı bir biçimde yaşamalarını istemediği için, basit bir olay karşısında bile insanları ümitsizlik telkiniyle karamsarlığa, yılgınlığa, şevksizliğe, çaresizliğe ve bıkkınlığa sürüklemeye çalışır. Bu tarz insanların aklı, çarpık mantık örgüsü, yargı ve muhakemesi de karamsarlıkları nedeniyle sağlıklı karar almalarını zamanla güçleştirir. Ayrıca karamsar insanlar, kendilerine olduğu gibi etraflarındaki insanlara da olumsuz ve karamsar bir hal aşılarlar. Bu tutumlarıyla da bilerek ya da bilmeyerek şeytanın hizmetine girmiş olurlar. Çünkü şeytan insanlara yerleştirmek istediği ruh halini karamsar insanlar vasıtasıyla diğer insanlara telkin etmektedir. Şeytanın bu oyunu Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmiştir:

“…Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” (Enam Suresi, 121)

Şeytanın tüm bu telkinlerinin etkisiz olduğu kişiler ise yalnızca mü’minlerdir. Mü’minler, her zaman ümitvâr olarak, karamsar bir yaşam tarzından tamamen uzak kalarak, hem Allah’ın hoşnutluğunu ve âhiret sevabını kazanır hem de Allah’ın bir nimeti olarak dünyada da sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürerler. Her şartta ümitvâr, Kur’an ahlâkına gönülden bağlı ve Allah (cc)’ı çok yakın dost edinmiş oldukları için şeytan karamsarlığa kapılmaları yönünde mü’minlere etki edememektedir.

Müslüman’ın hayatında karamsarlık duygusunun hiç bir yeri yoktur. Zira İslamiyet, Allah’ın rızasını gözettiği takdirde Müslüman’ın sürekli ibadette olduğunu vurgular. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Müslüman’ın işi hayret vericidir. Onun tüm işleri hayırdır. Kendisine bir iyilik dokunduğunda (sevindiğinde) şükreder, bu onun için hayırdır. Başına bir felaket geldiğinde sabreder, bu da onun için hayırdır. Ve bu yalnızca Müslüman’a hastır.” (Müslim Zühd 13 )

Karamsarlığın oluşup gelişmesinde aile ve çevrenin önemli etkisi olduğu gibi, şahsi hayat felsefesi olarak seçtiği ideolojinin etkisi daha fazladır. Zira ahiret inancından yoksun bir görüşle ona inanan bir görüş arasında büyük bir fark vardır. İlki, hayatın yalnızca maddi oluşu inancına karşın, diğeri hayatın daha geniş olduğuna, madde ve mânâ âlemini kapsadığına, dirildikten sonra hesaba çekileceğine ve bundan dolayı da hayatına Cenab-ı Allah’ın emrettiği şekilde bir çeki düzen vermesi gerektiğine inanır. O bütün bunları yaparken de büyük bir teslimiyet içinde, önce kendi nefsine daha sonra da insanlara faydalı olmayı düşünür.  İşte bu iki hayat bakışını, Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti çok güzel bir şekilde açıklamaktadır:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.” (En’am/125)

Ferdin güven duygusunu tahrip eden, canlılığını ortadan kaldıran, onu dar bir dünyada yaşamaya mahkûm eden ve başkalarına hep şüphe ile bakmaya yönelten karamsarlık, psikolojik açıdan etkili olduğu gibi, fiziksel açıdan da insanın sağlığına büyük tahribatlar verebilmektedir. Bu duygu, çeşitli hastalıkların oluşmasında önemli derecede rol oynayabilmektedir. Kalbin hızlı atması, yüz buruşması, tansiyon düşüklüğü, iştahsızlık ve ondan ileri gelen karaciğerin görevlerini yerine getirmemesinde, şeker hastalığının oluşmasında önemli bir faktör olduğu bildirilen bu karamsarlık, ferdin keder ve üzüntüler içinde sıkıntı çekmesine ve bu kederden dolayı oluşacak daha başka hastalıklara da yol açabilmektedir. Bütün bu hastalıkların oluşmasının da ardından fert, Cenab-ı Allah’a karşı olan güven ve teslimiyet duygusunu da kaybeder. Zira herhangi bir musibetle karşı karşıya kalan Müslüman’a layık hareket, “De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.”(Tevbe/51) buyrulduğu üzere Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine yönelmektir. Bu karamsarlık duygusunun atılması için İslamiyet’in öngördüğü reçete ise Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir;

(Bunlar) İman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 28.) “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran 139.) Peygamber Efendimiz (sav) de dualarında Cenab-ı Allah’a yönelerek şöyle derdi:

“Ey Rabb’im! Keder ve hüzünden Sana sığınırım.”

İşte buradan hareketle Müslüman’ın karamsarlık duygusundan kurtulması için aşağıda ifade edeceğimiz şeyleri sürekli göz önünde bulundurmasında fayda vardır.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin Kur’an-ı Kerim’de ki; “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi 87) hükmünü bilen bir mü’min, böyle bir tutumdan şiddetle kaçınır. Allah’ın “Mutsuz-bedbaht’ olan ondan kaçınır.” (A’la Suresi, 11) ayetinde bildirdiği gibi, mutsuzluk ve karamsarlık bir mü’minin değil ancak ahirete iman etmeyen insanların tavrıdır.  Müslüman’ın başına gelecek iyilik ve musibetlerde kendisi için hayır vardır. Onun için Müslüman, sıkıntılara sabredilmeli, Müslüman’a yakışacak bir şekilde başına gelen musibetten kurtulmanın veya bu musibeti hafifletmenin çarelerini araştırmalıdır. Zira karamsarlığın, Cenab-ı Allah’a karşı beslenen güven duygusuna zıt olduğu göz önüne alınacak olursa, karamsarlık neticesinde amellerin boşa çıkma tehlikesi göz önüne alınmalıdır. Kıyametin alâmetlerinden olan güvensizliğin yaygınlaştığı bu günlerde, bir Müslüman fiil ve hareketleriyle İslam’a yakışır şekilde gerekli güven duygusunu başkalarına verebilmeli, bu duygunun yaygınlaşması için elinden geleni yapabilmelidir. İnsan nefsinde en ufak bir bezginlik veya ümitsizlik hissederse, hemen Cenab-ı Allah’a yönelmeli, tam bir teslimiyet içinde iki rekât namaz kılıp gerekli güven duygusuna erişebilmelidir.

Kadere teslimiyette karamsarlığın bir çözümüdür. Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, her şeyi bir kader üzerine yaratır. Dünyaya gelmiş ve gelecek olan her insanın Allah’ın belirlemiş olduğu bir kaderi vardır ve insan ne yaparsa yapsın kaderinde başına gelecek iyi veya kötü hiçbir olayı değiştiremez. Bunun bilincinde olan bir mü’min, başına gelebilecek olumsuz gibi görünen herhangi bir olayın da Allah’ın kendisi için belirlediği kader dâhilinde gerçekleştiğini bilir. Örneğin tüm mal varlığını ya da sevdiği birini kaybedebilir, bir kaza geçirip bedeni gücünü yitirebilir, ama ümidini ve inancını asla yitirmez. Yaşadığı hayat boyunca bunlara benzer pek çok olay insanın başına gelebilir. Aslında, bir an sonrasının dahi ne olacağı, kişinin ne ile karşılaşacağı kendi bilgisi dâhilinde değildir. Tek gerçek, kişinin yaşayacaklarının, daha o doğmadan yüzlerce hatta milyarlarca yıl öncesinden Allah katında belli olduğudur. Kişi, günü ve saati geldiğinde o olayı mutlaka yaşayacaktır. Bu, onun kaderidir. Allah’ın belirlemiş olduğu kader mutlaka işleyecektir. Kişinin kendisi için hazırlanan kadere teslim olması, yaşadıklarında her zaman hayır araması, en önemlisi de şeytanın bir telkini olan karamsarlığa kapılmaması ve her durumda Allah’a şükreden bir kul olması, Kur’an ahlâkına göre en güzel ve en doğru davranış olacaktır.

Aslında düşünülmesi gereken bu olayların tümünün, insanların sınanması için Allah-ü Teâlâ Hazretleri tarafından hazırlanmış imtihanlar olduğudur. Öyleyse bu imtihanlara karşı imanımızı sağlam, ahlâkımızı güzel, kalbimizi temiz tutarak daha güçlü olmalıyız. Çevremizle ve kendimizle barışık olarak yaşamak zorundayız. Hele ki Allah yolunda ilerlemeye çalışanların, edinmiş oldukları bilgi ve birikimleri ölçüsünde daha güçlü olmaları beklenir. Başa gelen sıkıntılar ortaya çıktığında : “Neden? Neden ben?” diye sormamalıdır. Çünkü bizim şer olarak algıladığımız her şey, aslında bizim hayrımızadır. Nitekim bir ayeti kerimede Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara; 216)

Bizler beşeriz, şaşarız, hatâlar yaparız. Önemli olan bu hatâlardan ders alıp, aynı hatâları defâlarca tekrarlamamaktır. Nefsimizi sürekli kontrol etmeliyiz ki ona kul olmayalım. Yoksa nefsimizden kaynaklanan hatalar bize nice pişmanlıklar yaşatabilir. Ümitsizliğe düşmüş nice hatalar yapmış; çareyi çaresizlikte, ümidi ümitsizlikte, mutluluğu mutsuzlukta arayanlar gibi olur, daima hüsranda ve günahta kalırız. Henüz iş işten geçmeden, düşmüş olduğumuz durum karşısında, sevgi ve dostluklarla karamsarlığa, ümitsizliğe son vererek çok çalışmalıyız. Bunun için Allah’tan (cc) ümidimizi kesmeden, O’nun rahmet ve merhamet deryasında ümidi aramalıyız. Yaptığımız ve yapacağımız her işimizi O’nun rızasını gözeterek yapmalıyız ki yaşadığımız bu dünyayı hem kendimize hem de sevdiklerimize zehir etmeyelim. Peygamber Efendimiz (sav) bir kutsi hadisi şerifte şöyle buyurmaktadır:

“Ey kulum! Benim rızam, senin kazama razı olmana bağlıdır. Ne zaman kazama razı olursan, rızamı bulursun.”

Allah’tan (cc) af ve mağfiret dileyerek tövbe etmeliyiz. Doğru şeyleri doğru zamanda yapmalı ve O’nun rahmet kapısından içeri girmeliyiz. Çünkü O’nda ümitsizlik, çaresizlik ve hayıflanma yoktur. O’nun merhameti çok ve büyüktür.

“Nefse göstereceğiz; Allah’ın yolunu, Kur’an’ın yolunu, şeytanın ve nefsin yolunu!”

“Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks)”

Nefsin Hastalıkları : HIRSIZLIK

Hırsızlık; başkasına ait olan bir malı, korunduğu yerden, sahibinin bilgisi dışında gizlice almak demektir. Fakihler ise hırsızı şöyle tarif ederler: Başkasının mülkü olduğu kesinlikle bilinen nisap miktarı veya kıymeti nisap miktarını bulan, korunan bir malı gizlice alan akıl baliğ kimsedir. Bu vasıflardan biri olmazsa haddi gerektiren şer’î hırsızlık tahakkuk etmemiştir. Nisaptan az olan malın alınması, çalanın çocuk olması, korunmayan bir malın alınması gibi.

İnsanda hırs, israf, lüks hayat, mal-mülk sahibi olmak gibi doymak bilmez duygular vardır. Bunları meşru yolla elde edemeyenler veya bu menfî duygularını dizginleyemeyenler, başkasının mal ve servetine göz diker, hırsızlık ve soygunculuğa yeltenirler. Hırsızlığa yeltenmelerinin ise birçok sebebi vardır. İşsizlik, açlık, lüks içinde yaşayanların yaşantılarına özenme, öyle yaşamak için amacına götüren her yolu mübah sayma, tembellik, şeytanın ve kötü düşüncesinin tahrîkine uyma, lüks içinde yaşayanların haksız kazandığına inanma, haset düşüncesi (Onlar neden lüks içinde yaşıyorlar? Ben neden bu şekilde yaşayamıyorum düşüncesi?), çekilen sıkıntı ve zorluklardan en kısa zamanda en kestirme yoldan kurtulma düşüncesi, inanç zayıflığı, Allah (cc), cennet, cehennem inancının olmaması gibi sebepler insanları bu yanlış davranışa sevk edebilir. Oysa insan emeğinin ve malının dokunulmazlığı vardır. Kimse, başkasının malını haksız yere çalamaz, gasp edemez.  İslam mal emniyetini mühim bir esas kabul etmiş, malını müdafaa ederken öldürülenin şehit olacağını bildirmiştir. Cenab-ı Hakk malın korunmasını, hırsızlığı yasaklayıp, hırsıza ağır cezalar vermek suretiyle sağlamıştır. Nitekim bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Maide, 38)

İlk bakışta hırsızın elini kesmek, insafsızlık veya adaletsizlik gibi görülebilir. Oysa mal ve emek uğruna verilen savaşlar hiç hesaba katılmamaktadır. Kim bilir mal sahibi ne kadar güçlüklerle, dişinden tırnağından artırarak o malı kazanmıştır. Sonra hırsız, belki de mal sahibinin hayatî ihtiyaç duyduğu bir malını, ilaç parasını çalmaktadır. Hırsız, sadece başkasının malını aşırmakla kalmaz. Nice cinayet ve başka zararlara da sebep olabilir. Hırsızlık sebebiyle toplumda mal ve can güvenliği kalmaz; huzur ve toplumun düzeni bozulur. Çalışmadan üretmeden kazanma düşüncesi yaygınlaşır. İslam dininde toplumun huzurunu bozmak cinayetten daha kötü sayılmıştır. Bundan dolayı Allah-ü Teâlâ Hazretleri, hırsızlığı büyük günahlardan saymıştır. İnsanların bir şeyde ne kadar emeği varsa o şey o kadar değerli olur. Dolayısıyla hırsızın çaldığı malda bir emeği olmadığı için, çaldığı malı büyük oranda düşük fiyata satmakta tereddüt etmemektedir. Bu da alıcıları helal kazanma düşüncesinden uzaklaştırır. Üretilen mallar gerçek değerinden uzaklaşır. Üretime de engel olunmuş olunur. Hırsızlık ile yeni doğacak çocukların gelecekleri ve gelecekte daha iyi imkânlarda yaşama hakları çalınır. Başkasının bir ömür boyu çalışıp kazandıkları, biriktirdikleri birkaç saat içinde hırsızın eline geçer. Bu da adalete aykırıdır. Bu şekilde çalışana haksızlıktır. Efendimiz (sav); “Aldatan bizden değildir.” Buyurarak; emeği, çalışıp kazanmayı kutsallaştırmıştır. Bir bahçeye uğradığında, çamurlu elini gizleyen bir kişinin, özellikle çalışıp ürettiği bu çamurlu elini sıkmıştır. Rasulullah (sav) Efendimiz devrinde, iki kişinin eli kesilmiş ve başka da hırsızlık hadisesi tespit edilmemiştir. Hz. Ebu Bekir Efendimiz devrinde Esma binti Umeys’in gerdanlığını çalan bir Yemenlinin eli kesilmiştir. Hz. Ömer Efendimizin döneminde de yalnız bir hırsızlık olayı tespit edilmiş ve bu yüzden İbn-i Semure’nin eli kesilmiştir. Demek ki Rasulullah (sav) Efendimiz ile iki halife devrinde (22 yıl içinde) beş hırsızlık hadisesi görülmüş ve gerekli ceza verilmiştir. Hz. Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) şöyle buyurdular: “Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen, bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lanet etsin.”

Rasulullah (sav) Efendimiz, “yumurta” ve “ip”le elin kesilmesine sebep olan asgarî nisâbı kastetmiştir. Yani ip, yumurta gibi kıymetsiz şeyleri çalarak hırsızlığa alışan kimse, bu değersiz şeylerle alıştığı hırsızlık sebebiyle elini kaybedebilir. Rasulullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz bu durumu hatırlatarak; daha işin başında, ehemmiyetsiz gibi görünen bu alışkanlıklara düşülmemesini ikaz buyurmaktadır. Hırsızlığın birçok çeşidi vardır. Bunlar; “Başkasına ait bir malı çalmak.”, “Bir malı ölçerken, tartarken  eksik ölçüp tartmak, eksik vermek.”, “Devlete ait bir malı kendi çıkarı için özel işinde kullanmak.”, “Alışverişte hile yapıp müşteriyi kandırmak.  900 gr şekeri,1 kg etiketle satmak.”, “Toplumun ihtiyaç duyduğu malı piyasadan çekmek, pahalanmasına sebep olmak; sonra yüksek fiyatla satmak.”, “Rüşvet, adam kayırma, makam ve mevkisini, otoritesini kullanarak, başkalarının malına konmak.”, “Kapkaç, haraç almak, yankesicilik, eli uzunluk, hazine arazilerini yağmalamak. Nitekim Rasulullah (sav) Efendimiz; “Kim haksız yere bir karış toprağı üzerine geçirirse, Allah kıyamet günü onun yedi katını bu kişinin kafasına geçirir.” buyurmuştur.”, “Başkalarının emek harcayarak yaptığı projenin altına kendi imzasını atmak, başkalarının bilimsel buluşlarını, kendi buluşu olarak sunmak.”, “Çalıştırdığı işçisinin hakkını vermemek, zamanında vermemek ya da onun mecbur olmasını bilerek fırsatçılık yapmak.”

“Bir de mâneviyatta, “Hâl Hırsızı” denilen bir terim vardır ki başkasının görmüş olduğu hâli kendi görmüş gibi nakleder. Konuya açıklık getirmesi için bir örnek verecek olursak, bir kardeşimiz şöyle nakletti;

“Bir gün Abdullah Baba (ks) Hazretleri ile beraber bir yere ziyarete gitmiştik. Sohbet ve ziyaretler bittikten sonra, bir mezarlığa gidildi. Bazı mevzulara hüccet (delil) olması bakımından kabirde olanlarla ilgili hâl anlatıldı. Orada bir şahıs da hâl anlattı. Daha sonra Abdullah Baba Hz.leri bana da ne gördüğümü sordu, ben de anlattım. Oradan ayrıldık. Baba ile ikimiz bir ara yalnız kaldık. Efendim bana: “Evladım, filanca adam helâka gidiyor. O adam yalan söylüyor, o görmediği bir hâli görmüş gibi etrafındakilere anlatıp kandırıyor. Maneviyatta böyle bir adama, hâl hırsızı derler” buyurdu.”

Birde İslamî yaşam düzeninin hırsızlık olayına bakışını, olayın öncesi, anı ve sonrası ile kıyaslayarak karşılaştıralım:

Hırsızlık bir hastalıktır. Buna alışan insanlar (tıpkı evleri, milyarları olduğu halde çalmaya devam edenler gibi…) bir kaç ay yatmakla düzelmez, aksine bu işin kıdemlilerinden cezaevlerinde ders alıp, daha bir bilenmiş olarak cezaevlerinden çıkarlar. Özellikle günümüzde cezaevlerini, kış yaklaştığında küçük bir âdî suç işleyerek, kışı geçirmek için kullanan “mevsimcilerin” bulunduğunu düşünürsek, hırsızlığa karşılık cezaevlerinin caydırıcı bir unsur olmadığı görülmüş olur. Hırsızlık cezası, hırsızlıktan caydırmalıdır. Bu nedenle kimseye torpil, adam kayırma yapmadan tüm seviye mekândaki insanlara bu ceza uygulanmalıdır. Efendimiz (sav); “Sizden öncekileri helak eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptımı onu terk edip (ceza vermezlerdi). Aralarından kimsesiz zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona hadd tatbik ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka O’nun da elini keserdim.” (Buhari) buyurmuşlardır.

İslam hırsızlık cezasının uygulanabilmesi için, önce hırsızlığa neden olan olayları (açlık, kıtlık, işsizlik…) ortadan kaldırmayı amaçlar. Bir ülkede açlık, kıtlık, işsizlik varsa, o ülkede hırsızlığın cezası uygulanmaz. Hz. Ömer (ra), kıtlık vakti hırsızlık cezasını yasaklamış, kendilerini aç bırakıp, hırsızlık yapmak zorunda bırakılan hizmetçilere değil, onları o hale düşüren kişiye ceza vermiştir. İslam, kişilerin asgari ihtiyaç maddelerini karşılayacak ortamı oluşturup, aç, işsiz kimse ortada kalmadıktan sonra; toplum genel itibariyle derinlemesine ve geniş bir açıdan bilinçlendirilip, eğitildikten sonra hırsızlık cezasını uygulamaya başlar. Kısaca; hırsızlık olmadan önce, İslam gerek şartlar, gerek eğitim olarak hırsızlığa neden olacak durumları ortadan kaldırır. Hırsızlık olduğunda bakılır; “Eğer hırsız akıllı, ergen ise, (çocuk, deli değilse)”, “Mal belli bir değerin üstünde olursa”, “Mal gizlenmiş iken, evde, işyerinde, korunan kapalı bir yerde iken çalınmış ise”, “Hırsızın, çaldığı malda mülkiyet hakkı yok ise”, “Mal, kamu malı değilse”, “Çabuk bozulan et, süt, yaş meyve vs değilse”, “Eşi, çocuğu, babasının… malı değilse”, “Mahkemeye başvurmadan önce, mal geri verilip tövbe edilmemiş, uslanılmamış ise”, “İki şahit var ise veya hırsızın itirafı ile suç kesinleşmiş ise”, tüm bu şartlar var ise, hırsızlığın cezası uygulanır.

Hapis cezasının caydırıcı olmadığı, bir otel gibi kış mevsimlerinin geçirildiği, hırsızlığın ihtisasının yapıldığı mekânlar olduğu uzmanlarca itiraf edilen bir durumdur. Hiç bir hırsız bu ortamda aldığı cezadan dolayı pişman olmaz. Hırsızlığa niyet edenlerde, bu cezalardan çekinip, hırsızlıktan vazgeçmez. İslam ise verdiği ceza ile hırsızlıktan insanları caydırır. Hele hele o insan aç, işsiz değil ise böyle bir cezayı göze alıp hırsızlığa niyet etmez.

İslam gerek eğitim, gerek emirler (dayanışma, yardımlaşma, zekât, komşu hakları, kul hakkı…) gerekse açlık, kıtlık, işsizlik vb şartları göz önüne alıp, hırsızlığın olmayacağı bir ortamı hazırlamaya çalışır. Yine hırsızlık olursa belli şartları arar (gizlenmiş, belli bir değerin üstünde, şahit…) tüm bunlar varsa, o âdî hastalığın yayılmasına engel olacak, en katı ve caydırıcı cezayı verir ki insanlar niyetleri bazında bile olsa, böyle bir şeye tenezzül etmesin.

Hırsızlığı önlemek için şunlar yapılmalıdır:

Eşit gelir dağılımı önemsenmeli. Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin yarattığı nimetlerden herkesin eşit oranda yararlandırılmasına çalışılmalıdır. Toplumun bireyleri topluma karşı duyarlı olmalı, yardımcılık ve biz duygusu gelişmelidir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”, hadis-i şerifi layıkıyla kavranmalı ve bu doğrultuda hareket edilmelidir. Toplumdaki birlik beraberlik, acıma, merhamet, hoşgörü, duygusu yaygınlaştırılmalı, toplumun yaptırım gücü olmalıdır. Mesela küçük yerleşim yerlerinde böyle bir şey olduğunda, yapan kişi toplumdan dışlanmaktan çok çekinir, bu konuma düşürücü davranışlardan uzak durur. Herkes yakınlarından başlayarak uzağa doğru aç ve açıklara yardım etmeye çalışmalıdır. Akşam yatağına girdiğinde, masasında yemeğine başladığında bu nimetleri bulamayanları düşünmeli, gereğini yapmaya gücü oranında gayret göstermelidir. Hırsızlık yapma ve yaptırılma sebepleri derinlemesine incelenmeli, bu sebepler ortadan kaldırılmalıdır. Bir daha bu yolun açılmasına asla izin verilmemeli, yapanlara etkili caydırıcı karşılık verilmelidir. İnsanlara helal kazanma düşüncesinin önemi kavratılmalı, bu konuda örnekler sunulmalıdır.İnsanlara Allah-ü Teala Hazretlerinin kendisini her yerde her zaman gördüğü düşüncesi, yaptıklarına ahirette (cennet-cehennem) karşılık verileceği düşüncesi  anlatılmalı, kavratılmalıdır. Böyle bir eğitimin pratik hali öğretilmelidir. İşte bu durumda kötülük yapma isteği karşısında insanın eli kolu bağlanacaktır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : LANET ETMEK

Lanet etmek, lanet edilen canlının, hem dünya hem de ahirette Allah (cc)’ın rahmetinden uzak kalmasını dilemek demektir. Lanet olsun, Allah (cc)  lanet etsin, lanet olası, mel’un adam gibi sözler; farkında olunsun veya olunmasın, kişinin rahmetten tard edilmesini, uzak tutulmasını istemek demektir. Lânetlenmiş varlıkların başında şeytan gelir. Şeytan aleyhi’llâ’ne cümlesi, “Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytan” anlamında çokça kullanılan bir ifadedir. Taşıdığı anlam itibariyle Kur’an-ı Kerim’de lanetin muhatabı şeytan,  kâfirler ve yahudilerdir.

  Bir mü’mine lanet etmek, onun şeytan gibi İlâhî rahmetten ebediyyen mahrum kalmasını dilemek anlamına gelir. Bu ise, o Müslüman’ın hayat hakkına saldırıda bulunmak, onu öldürmek gibi çok ağır bir suçtur. Hatta bir Müslüman’ın tam anlamıyla ölmesini dilemek anlamındadır. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sav); “Mü’mine lanet etmek, onu öldürmek gibidir.” buyurmuşlardır. (İbni Mâce, Keffârât 3.)

Öldüren, öldürdüğü Müslüman’ı sadece dünyevî hak ve menfaatlerinden mahrum bırakır. Lanetçi ise, dileğine kavuşsa da kavuşmasa da Müslüman’ın hem dünya hem de ahiret mutluluğuna mâni olmak için teşebbüste bulunmuş demektir.

Diğer peygamberler, kavimlerine lanet ettikleri halde, Peygamber Efendimiz (sav) bir savaşta, kâfirlerin yok olması için dua etmesini istediklerinde;

“Ben lanet etmek için, insanların azap çekmesi için değil; herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim.” buyurdu. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de mealen; “Resulüm! Biz Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik” buyruluyor. (Enbiya 107)

Zeyd b. Eslem (ra) şöyle anlatırlar:

“İbni Numan (ra) içkili vaziyette, Efendimiz (sav)’in yanına getirildi. Efendimiz (sav) kendisine sopa attırdı. Bu durum dört beş kez devam etti. Adamın biri:

”Allah lanet etsin. Ne çok içiyor. Hâlbuki o kadar da dövülüyor” dedi. Efendimiz (sav):

”Sakın O’na lanet etme. Zira O, Allah ve Rasulü’nü hep sever” buyurdu.

”Sakın öyle demeyin. Kardeşiniz aleyhine şeytanla işbirliği yapmayın. Fakat ”Allah’ım! O’nun günahını affet. Allah’ım O’na doğru yolu göster” diye dua ediniz.” buyurdu.

Peygamber Efendimiz (sav); genel bir beddua, lanet etmedi. Ancak lanete müstahak olan bazı gruplara lanet etmiştir. Hadis-i şeriflerde, “Allah lanet etsin!” denilen zümrelerden bazıları şunlardır:

-Kadın elbisesi giyen erkeğe, erkek elbisesi giyen kadına;

-Kadın gibi davranan erkeğe, erkek gibi davranan kadına;

-Rüşvet alıp verenlere;

-Ashabıma sövenlere;

-Zekat vermeyenlere;

-Ana-babasına lanet edene;

-Lûtilere;

-Zalim âmirlere, fasıklara, sünnetimi yıkan bid’atçılara;

-Altın ve gümüşün kuluna, paraya tapana;

-Halkın işlerini üstlenip de onlara güçlük çıkarana;

-Hanımını anasından üstün tutana;

-Sadaka vermeye engel olana;

-Allah’tan ümit kestirip dinden nefret ettirenlere;

-Bid’atlar çıkınca âlim ilmini açıklasın! İlmini açıklamayana;

-Vücuduna dövme yapana, yaptırana, faiz alıp verene;

-Ana ile evladın, kardeşle kardeşin arasını açana;

-Kızını fasıkla evlendirene;

-Ölü için ağlayana

Kur’an-ı Kerim’de, Ebu Leheb için, “Onun eli kurusun” buyruldu. Ebu Leheb’in oğlu Uteybe, (Tebbet) suresi gelince, Rasulullah Efendimiz (sav)’e hakaret etti. Üzülen Peygamber Efendimiz (sav); “Ya Rabbi! Buna bir canavar musallat eyle!” dedi. Ebu Leheb’in oğlu Uteybe Şam’a giderken, bir gece arkadaşlarının arasında yattığı sırada, bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe’ye gelince onu parçaladı.

Efendimiz (sav), sol eliyle yemek yiyen birine de; “Sağ elin ile ye!” buyurdu. “Sağ kolum hareket etmiyor” diye yalan söyledi. Bir Peygamber ile alay eden bu kimse için Rasulullah (sav); “Sağ elin artık hareket etmesin” buyurdu. Peygamber Efendimiz (sav)’in buna benzer bedduaları vardır. Diğer insanların ibret almaları ve hidayete kavuşmaları için böyle mucizeler vâkî olmuştur.

Ana-babanın çocuğuna yaptığı hayır dua, mazlumun (kâfir bile olsa) kendine zulmeden zalime yaptığı beddua, misafirin ev sahibine yaptığı hayır dua kabul olur. Yoksa misafirin, suçsuz olan ev sahibine yaptığı beddua kabul olmaz. Mazlumun, kendine zulmetmeyen birine yaptığı beddua kabul olmaz. Ana-babanın, evladına yaptığı hayır dua kabul olur. Kötü ana-babanın, suçsuz ve iyi olan çocuğuna yaptığı beddua kabul olmaz. Kısacası haksız olarak yapılan beddua kabul olmaz. İbni Mübarek Hazretleri, çocuğunu şikâyet edene, “Çocuğa beddua ettin mi?” dedi. O da evet deyince, “Çocuğun ahlâkını sen bozdun.” buyurdu. Efendimiz (sav);

“Bir kul, herhangi bir şeye lânet ederse, o lânet semaya yükselir. Fakat göklerin kapısı bu fena söze karşı kapanır; yere iner, onun da kapıları kapanır. Sonra sağa sola başvurur, girecek yer bulamayınca, lanete müstehak olana gider. Eğer lânete lâyık değilse, bu defa lanet edene rücû eder (döner).” buyurmuşlardır. (Hadîs-i şerîf Riyâzüs Sâlihîn)

Beddua etmeye alışmamalıdır. Çünkü Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyiniz! Duaların kabul olduğu bir vakte rastlar da, bedduanız kabul olur.”(Müslim)

Nefsin Hastalıkları : NİFAK

İslam dinine göre bir küfür çeşidi olan nifak, dışarıdan mü’min ve Müslüman görünmekle beraber; kalben Allah’ı, İslam peygamberlerini ve imanın diğer esaslarını kabullenmemek, inanmamak manasına gelir. Nifak içinde olan kimseye “münafık” denir ve kalben inanmadan, sadece zahiri olarak (görünüşte) inanan, inanıyor gözüken kişilere denir. Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münafıklardır. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bir mü’min gibi iman etmezler. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünürler.  Küfürlerine bir de hile ve alay karıştırdıkları için münafıklar, kâfirlerin en adi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Münafıklar hiç şüphe yok ateşin en alt tabakasındadırlar. Bunlar, kâfirlerin en çirkini, en düşkünü olduklarından, yerleri de cehennemin dibidir. Ve artık onları buradan kurtaracak bir yardımcı, bir kurtarıcı bulamazsın.” (Nisa, 145)

Münâfıklar, kâfirlerin aksine, Müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan, imanın nice olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile, gerçek imana eremeyip daima zikzaklar içinde yaşarlar. Bu, onların ne kadar idrakten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. Dil ile ikrar edip, Müslüman olduklarını söylerler dışarıdan böyle göründükleri için insanlar katında bir mü’min gibi muamele görürler. Zira kişi kalptekileri kesinlikle tam olarak bilemez ve üzerine yorumda bulunamaz. Bu yüzden, münafık kişi münafıklığını ve küfrünü beyan etmedikçe, ona bir Müslüman gibi davranmak zorunludur. Peygamberimize (sav); “Mü’min ve münafık kimdir?” diye sormuşlar, Peygamberimiz (sav) şu cevabı vermiştir:

“Mü’minin gözü namazda, oruçta olur, münafığın gözü ise hayvanlarda olduğu gibi yemekte, içmekte, ibadet ve namazdan uzak durmakta olur. Mü’min, eli vardıkça sadaka verir, Allah (cc)’tan günahlarının affedilmesini diler. Münafık ise ihtiras ve boş kuruntular peşindedir. Mü’minin Allah (cc)’tan başka hiç bir kimsede umudu olmaz, münafık ise Allah (cc)’tan başka herkese umut bağlar. Mü’min, dini yerine malını feda eder, münafık ise malı uğruna dinini satar. Mü’min Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz. Münafık ise Allah (cc)’tan başka herkesten çekinir. Mü’min iyilik işlemekle birlikte ağlar, münafık ise kötülük işlediği halde güler. Mü’min yalnızlıktan ve kendi başına kalmaktan hoşlanır. Münafık ise girişkenlikten ve kalabalıktan hoşlanır. Mü’min tohum eker, (yapıcı ve üreticidir) kargaşalıktan hoşlanmaz, münafık ise yıkıcıdır, bununla birlikte emeksiz ürün peşindedir. Mü’min dininin prensiplerine uygun bir idare uğruna emir verir ve yasaklar koyar, düzelticidir. Münafık ise baş olma ihtirası uğruna emirler verir ve yasaklar koyar, yıkıcıdır. Daha doğrusu kötülüğü emrederken iyiliği ve doğruyu yasaklar.”

Esasen, kalbi küfür ve nifak gibi kötü hasletlerden koruyamamanın temelinde bencillik, Hakk’tan istiğna, kibir ve ucub (kendini beğenme) gibi duygular yatmaktadır. İçerisinde bu çeşit duygular barındıran bir kalbin âkıbeti ise, vahyin ışığından mahrumiyet ve nihâyet koyu bir gaflettir. Pek tabiîdir ki bu çeşit bir kalpte; mârifetullah, muhabbetullah ve haşyetullah gibi insanı itminana kavuşturan ulvî vasıflar değil de; şüpheler, korkular, bin bir çeşit endişe ve tasalar yer alacaktır. Böyle bir kalbin sükûn ve huzurdan nasipsiz olacağı ise açıktır. Nifakın kalple ilişkisini dikkate alarak diyebiliriz ki, her münâfık itikadi anlamda riyakârdır. Fakat her riyakâr münâfık değildir. Zira nifâk kalpte olursa küfür, amelde olursa günah sayılır. (Kurtubî, Câmi, VIII, 212) Bu bakımdan nifâk, îtikâdî ve amelî olmak üzere iki çeşittir:

1. İtikâdî nifak: Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de münafıklar ve onların vasıfları belirtilirken, meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münafık denince: İslâm toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi Müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla, İslâm toplumunu içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip, kalben inanmadığı halde Müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azaba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli azaba uğrayacak grup bunlardır. Kur’an-ı Kerim’de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah (cc), Peygamberini şöyle uyarmaktadır:

“O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar” (Münafıkûn/4)

Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde de kıyametin vukuuna yakın bir zamanda zuhur edecek münafıklar tanıtırken, şu ifadelere yer vermektedir; “Ahir zamanda bir takım kimseler ortaya çıkacaklar da, dini dünyaya alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerdir. Dilleri şekerden tatlıdır, fakat kalpleri kurt kalbidir.” (Tirmizî, Zühd, 60)

Münafıkların İslâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatlerin, âhiret hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir: “Ahirette münafık erkek ve kadınlar, iman etmiş olanlara; “Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım” diyecekler. O gün onlara; alayla “dönün arkanızda bir nur arayın” denilecek de, neticede iman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler. O zaman münafıklar, mü’minlere şöyle seslenirler: “Biz, sizinle beraber değil miydik? “. “Evet”, diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı” (Hadid/13-14), “Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (Nisâ/140)

2. Amelî Nifak: Amelî nifak, bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı Müslüman kişilerin durumudur. Hadislerde geçen münafık türü, amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır. Meselâ: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder” (Tirmîzî, Îman, 14) hadisi şerifi ve benzer hadisler, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki emirlerdir. Yalanı alışkanlık haline getiren bir kimsenin kalbini kirleterek nihayetinde nifâka ve küfre düşmesi muhtemeldir. Nitekim Efendimiz (sav) şöyle buyrulmuştur:

“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamamı simsiyah kesilir. Bu kimse nihayet Allah katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta, Kelam, 18)

Zira amelî nifak çoğalınca, ileride Müslüman’ın itikadı nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir. Ancak bir kimse de amelî münafıklığın olması, onun gerçekten münafık olduğu anlamına gelmez. Onda bir münafık sıfatı olsa bile, kendisi münafık değildir. Bu nedenle her münafık sıfatı olana münafık denilemez. Kimin münafık olduğunu ancak Allah (cc) ve O’nun bildirdiği kimse bilebilir. Her ne kadar, sessizce oturdukları zaman onlara Müslüman muamelesi yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli olmak Müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsat edici sonuçlar ortaya çıkabilir. Kur’an-ı Kerim’de;

“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!” (Tevbe; 73)

“Ey Peygamber! Allah’tan sakın, kâfirlere ve münafıklara itaat etme!”(Ahzâb; 1)

“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb;48) buyrulmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İSRAF

“İsraf etme! İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir.” (İsra 26,27)

İsraf; lüzumsuz yere harcama yapmak, ihtiyaçtan fazla tüketmek, saçıp savurmaktır. İnsan fiillerinde; sınırı aşan, aşırılık yapan, dengesiz harcama yapan kimseye de müsrif denir. Tüketim ve harcamanın; en aşağı derecesi cimrilik, orta derecesi iktisat, aşırı derecesi ise israftır. İsraf cimrilikten de kötüdür. Allah-ü Teâlâ Hazretleri bir ayeti kerimede cimrilik hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Elini boynuna bağlı tutma (cimrilik yapma). Onu, büsbütün de açıp-saçma (İsraf da yapma), sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun.” (İsra/29.)

İslam’ın emri iktisattır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav); “İktisat eden zenginleşir, israf eden fakirleşir.” (Bezzar) buyurmuşlardır. İsrafın mukabili olan iktisat, mü’minlerin bâriz vasıflarından birisidir. Allah-ü Teâlâ Hazretleri cömertleri bir ayeti kerimesinde şu şekilde övmüştür;

“Onlar ki, (Rahman’ın has kulları) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.(Furkan/67)

İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allah-ü Teâlâ’nın verdiği bir nimettir. Ahireti kazanmak mal ile olur. Dünya ve ahiret mal ile intizam bulur, rahat olur. Hac ve cihad sevabı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat ve kuvvet bulması mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin yardımına yetişmek mal ile olur. Mescitler, okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler, köprüler, yaparak insanlara hizmette mal ile olur. Peygamber Efendimiz (sav);

“İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır.” (Kudai) buyuruyor.

İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nafile ibadet etmekten daha çok sevaptır. Mal kıymetli olunca, onu israf etmek elbette kötüdür. Efendimiz (sav);

“Allah-ü Teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kulda haramlardan kaçınır, akrabasını sevindirir, malından hakkı olanları bilip verir ise, cennetin yüksek derecesine kavuşur.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)

İsrafın ikinci sebebi ise sefahattir. Sefahat; zevk ve eğlenceye olan düşkünlüktür. Birçok kimseyi israfa alıştıran bir hastalıktır. Sefihlik aklın kıt olmasından kaynaklanır. Efendimiz (sav) Hz. Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken: “Lüks ve israf içinde yaşamaktan sakın. Çünkü Allah’ın kulları, nimetler içerisinde yüzer değildir.” buyurarak israfa dalmaktan sakındırmıştır.

İsraf edilen şeylerin değerine göre israf önem kazanır. Mesela bir gram altını atıvermekle bir dilim ekmeği atıvermek aynı şey değildir. Günümüzde altının israfı daha büyük zarardır. Yaratılmışlar içinde en değerli yaratık insan olduğuna göre, yerde ve göktekilerin insan için yaratılıp, insana hizmet ettiğine göre, asıl israf edilmemesi gereken şey insandır. Rabb’ine ibadet etmesi için yaratılan insanın, isyan etmesi haddi aşmaktır. Dünyadan cennete doğru uzanan sırat-ı müstakimden çıkıp, cehenneme doğru yol olması haddi aşmaktır, israftır. Sırat-ı müstakimde, insanlara kılavuzluk yapan peygamberlere uymaması, onların kılavuzluğunu reddetmesi insanın kendisini israf etmesidir. Kur’an-ı Kerim’de insan israfından bahseden ayetler; yiyecek, içecek maddelerinin israfından bahseden ayetlerden fazladır. Çünkü güneş ve güneş enerjisi, su enerjisi, toprak ve ürünleri, deniz ve ürünleri hepsi insan için yaratılmıştır. Öyle ise hiçbir şey yaratıldığı gayenin dışında kullanılmamalı, özellikle de israf edilmemelidir.

Kur’an-ı Kerim’e göre; unutulup gitmek de bir israftır. Rabb’ini unutanların unutulacağı, böylece israf edenlerin cezalandırılacağı haber verilir.

“Kim de Beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Taha/124)

Kılavuzu takip etmeyen, cehalet ve küfür bataklığına çakılıp boğulan insan, kendisini israf etmiştir. İnsanın da cennete girmesi gerekirken cehenneme gitmesi israftır. Onun için en büyük israf budur. Bu dünyada iken Rabb’imizin insana vermiş olduğu nimetleri değerlendirmemek bir israftır. Bir insanda fevkalade cevval bir zekâ varsa, öbüründe fevkalade bedeni bir kabiliyet varsa, öbüründe sanata, ticarete bir kabiliyet varsa, bunlar değerlendirilmeden gidiyorsa, keşfedilmemiş madenler gibi yok olup gidiyorlar demektir. Madenler yine ileride değerlendirilir ama bu insanlar ölünce, bu dünyada değerlendirilmeden gidiyorlar. Bir de imanı elinden alınmışsa o da cehenneme atılmış olduğundan dolayı israf edilmiş oluyor.

İsrafın en kötüsü, insanın ve emeğin zayi edilmesidir. İnsana, insanüstü bir değer verip onu yüceltmek israf olduğu gibi, onun kadrini ve kabiliyetini bilmemek de israftır. Çocuklara önem vereceğiz diye büyükleri ihmal etmek, onları horlayıp dışlamak israftır. Bilgili ve becerikli insanları değerlendirmemek ve onları faydalı olamayacakları sahalarda çalıştırmak israftır. Bir emanet olan devlet ve millet işlerini ehline vermeyip, korkak aciz kimselere vermek, emanete ihanet ve israftır. İnsanların güç ve gayretlerini, haram olan işyerlerinde harcaması da günahtır. İnsanın ve emeğin israfıdır. Yerini bulmayan bir tuğla parçası, yırtılıp atılan bir kâğıt, çöpe atılan bir ekmek, cam kırığı, hayvanın yemesi gerekirken çevreye atıp saçtığımız meyve kabuğu vs. bir israftır. Hayvana hayvan muamelesi yapılması gerekirken haddi aşarak, pek çok insana gösterilmeyen ilgiyi göstermek israftır. Hemen belirtelim ki ileri teknoloji ürünlerini kullanmak israf değil, bir ihtiyaçtır. İslam’ın haram kıldığı lüks; içki, kumar, fuhuş yolunda harama mal sarf etmek, aşırı giyim ve gücünün üzerinde harcama yapmak, gurur, kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenlemek maksadıyla yapılan bütün harcamalardır. Lüzumsuz kullandığımız lamba, boşa akan damla, bahçede ve saksıda olması gerekirken koparılan çiçek, bir müddet sonra çer-çöp olan çelenk, çeşitli sebeplerle katledilen orman ve ağaçlar birer israftır.

Peygamber Efendimiz (sav), Sa’d (ra)’ın abdest alırken yanına uğradı. Ve O’na: “Bu israf nedir?” dedi. Sa’d (ra): “Abdestte israfa olur mu?” dediğinde, Efendimiz (sav) şöyle cevap verdi: “Evet. Akan bir ırmağın kenarında da olsan, israftan sakın.”

Şu imtihan dünyasında en kıymetli sermayemiz zamandır. İyi veya kötü bir iş yaparken, saatimizin saniyesine bakarak zamanın çok hızlı geçtiğini daha iyi anlarız. İslam büyükleri zamanı keskin bir kılıca benzetirler. Onu iyi kullanırsak iş görür. Eğer onu iyi tutamaz isek, o bizi keser, mahveder. İslam’ı yaşamak ve hayata hâkim kılmak için zaman, bizlere bir emanet ve fırsat olarak verilmiştir. İmam Râzi (ra) şöyle nakleder: “Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu: Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin. Onun bu sözünü duyunca, bu söz: Asr suresinin anlamıdır” dedim. İnsana verilen ömür, bir buz gibi erimektedir. Vaktimizi gıybetle ve haram olan işlerle öldürmek, sağlığımızın kıymetini bilmemekte israftır. O halde ömür sermayemizi ve nefeslerimizi, Allah yolunda, Allah’ın rızasını tahsil etmek için harcayalım. Şu İlahi ikazı unutmayalım:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.”

Nitekim Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bir kulun, ömrünü nerede tükettiği, ilmiyle nasıl davrandığı, malını nasıl kazanıp nereye harcadığı, vücudunu nerede yıprattığı sorulmadıkça, onun ayakları kıyamet gününde Rabb’inin huzurunda hesaba çekildiği yerden ayrılmayacaktır.”

İsraf, Kur’an ahlakının özündeki denge prensibini bozmaktadır. Çünkü birimizin gerektiğinden çok harcaması için, bir ötekimizin gerektiğinden az harcama yapması icap edecektir. Allah, yeryüzü sofrasına nimetleri dengeli bir biçimde göndermiştir. İsrafa gidenler bu dengeyi kendi lehlerine bozan isyancılardır. Hayatın dengesini bozan israftan kurtulmak için; hayatımızı, Kur’an ve Sünnet’e arz edeceğiz. Allah’ın nimetlerini, Allah ve Rasülü’nün koyduğu ölçülere göre kullanıp, O’na daima şükredeceğiz ve asla, haddi aşıp, Allah’a başkaldırmayacağız. Nitekim Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.”(Gâfir,40)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıları : SÖZ TAŞIMAK (NEMMAMLIK)

Söz taşımak; duyulması istenmeyen bir sözü başkalarına götürüp söylemek demektir. Yalan katılırsa iftirada olur. Koğuculuk günahtır. Ahirette cezası ağır olduğu gibi, dünyada da insanların aralarının açılmasına sebep olur. Onun için “Taş taşı da, söz taşıma” derler. Rasulullah (sav) Efendimiz ümmetini bundan men etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Hasetçi, koğucu ve falcı benden değildir.” (Taberani)

Kabir azabının üçte biri koğuculuktandır. Rasulullah (sav) Efendimiz, bir gün iki kabre uğradı:

“İkisi de azaptadır. Biri, elbisesini idrardan korumaz, diğeri ise koğucu idi” buyurdu. (Sir’a)

            Hazret-i Musa Aleyhisselâm zamanında kıtlık olmuştu. Kaç defa yağmur duasına çıkılmışsa da duaları kabul olmamıştı. Allah-ü Teâlâ Hazretleri, Musa Aleyhisselâma vahyetti ki:

“İçinizde bir koğucu vardır. O bulunduğu müddetçe duanızı kabul etmem.” Musa Aleyhisselâm dedi ki: 

Ya Rabbi! Onu bildir, aramızdan çıkaralım. Allah-ü Teâlâ buyurdu ki:

Ey Musa! Ben sizi koğuculuktan men ederken, Kendim koğuculuk yapar mıyım?

Bunun üzerine herkes tövbe etti ve yağmur yağdı. Söz taşımanın, lâf götürüp getirmenin koğuculuk sayılamayacak, kınanamayacak bir türü daha vardır ki o da, Rasulullah (sav) Efendimizin:

“Halk arasını düzelten ve bunun için hayır kastıyla söz ulaştıran veya hayır kastıyla (yalan) söyleyen, yalancı değildir” (Buhari) mealindeki hadislerinde belirtmiş olduğu türden olandır. Şeklen koğuculuğa benziyor olmasına karşılık, niyet ve maksat bakımından onunla taban tabana zıt bir davranış biçimidir.

Başkasından bize söz getiren, bizden de başkasına söz götürür. Bunun için söz getirenden emin olmamak lâzımdır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Sizin en fenanız, aranızda söz taşıyanlar, aranızı bozanlar ve insanları birbirine düşürenlerdir.”

            Koğuculuk, yalnız bir kimsenin söylediğini, diğerine anlatmak değildir. Bir kimsenin rencide olacağı bir işi de açığa vurmak koğuculuktur. Ancak anlatmakta dinen bir fayda varsa yahut bir günahtan alıkonacaksa o sözü anlatmakta mahzur yoktur. Koğuculuk afetinden kurtulmak için, söz getirene karşı şu altı şeyi yapmak gerekir:

1- Ona inanmamalı. Çünkü söz getiren fâsıktır.

“Fâsığa inanılmaz. Sözü ile hareket edilmez. Koğucunun sözlerini kabul etmek, koğuculuktan daha kötüdür.” buyurulmuştur.

2- Onu bu münkerden nehyetmeli. Çünkü Allah-ü Teâlâ: “Münkerden nehyet” buyurdu. (Lokman 17)

3- Onu sevmemeli! Çünkü söz taşımak günahtır. Günahkâr sevilmez. Onu düşman bilmeli!

4- Söz getirdiği kimseye acaba hakikaten söylemiş mi diye suizanda bulunup da ona kötü gözle bakmamalı! Çünkü ‘suizan’ haramdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav):

“Suizan etmeyin! Suizan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayın, kusurlarını görmeyin, münakaşa, hased ve düşmanlık etmeyin, birbirinizi çekiştirmeyin, kardeş gibi birbirinizi sevin!” buyurmuştur. (Müslim)

5- Getirilen sözün doğru olup olmadığını araştırmamalı! Çünkü tecessüsü, günahları araştırmayı, Allah-u Teâlâ yasak etmiş:

“Birbirinizin kusurunu araştırmayın” buyurmuştur. (Hucurat 12)

6- Getirilen söz hakkında kimseye bir şey söylememeli! Eğer söylenirse, başkasının perdesi yırtılmış, günahı meydana çıkarılmış olur. Kusurları gizlemeli, açığa vurmamalı. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

“Arkadaşının kötülüğünü gizleyenin kusurları, kıyamette gizlenir.” (Taberani)

“Arkadaşının ayıbını görmeyip gizleyen, cennete gider.” (Taberani)
“Arkadaşının ayıbını açığa vuranın ayıbı açığa çıkar. Hatta evinde bile rezil olur.” (Ibni Mace)

“Müslüman’ın ayıbını araştıran, ona kötülük etmiş olur.” (Ebu Dâvud)           

“Birini tövbe ettiği günahtan dolayı ayıplayan, aynı günaha maruz kalmadan ölmez.” (Tirmizî)

Görüldüğü gibi söz taşıyan kaç tane farzı terk ediyor ve kaç tane haram işlemiş oluyor…

Nuri KÖROĞLU

Nefsin HAstalıkları : VESVESE

مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ

“Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran vesvesecinin şerrinden.”(Nas,4)

      Vesvese; zararlı olan; şüphe, kuruntu demektir. Vesvese esasen fis, hiş demek, yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denilir. Nitekim Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde:

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.”(Kaf,16) buyurmuştur.

    Vesvese insana şeytandan gelir ki o da insanın zayıf anını bekler. Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sav) kişinin banyo ettiği yere bevletmesini nehyetti ve dedi ki: “Muhakkak ki vesveselerin geneli bundandır.” (Ebu Davut, Tahare, 15) Bir başka rivayette “Abdestte (vesvese) için şeytan vardır. Ona velehan denilir.” (Tirmizi Kitabul Tahare) buyurmuştur. Bütün vesveseye kapılanlar bundan dolayı kapılmıştır diyemeyiz ama mutlaka bu uyarıyı dikkate almalıyız.  Öncelikle vesvesenin mahiyetini bilmemiz gerekiyor. İnsanın damarlarında dahi dolaşmasına müsaade edilen şeytan, insana en akıl almaz yerlerden bile vesveseler vererek, onu yaptığı ibadetlerden alıkoymaya, kalbine şüpheler düşürmeye ve Allah (cc)’ın huzurundan kaçırmaya çalışır. Vesvese, daha çok kendini canı gönülden dine vermiş, dizginleri şeytanın elinden koparıp almış, Allah’a (cc) karşı kulluğunu az çok yapan ve iman mevzusunda da terakki edip saffete ulaşan bazı Müslümanlarda olur. Kalbî istidadlarıyla iç âleminde ilerleme yolunda olan, manevi mertebeleri aşarak insan-ı kâmil makamına doğru tırmanan mü’minler, yolun puslu noktalarında şeytanın vesvesesi ile yüz yüze gelirler.  Vesvese, kâfirde olmaz.

Vesveseden  kurtulmanın çareleri şunlardır:

-Vesvese, imanın kuvvetindendir: Önce hemen şunu belirtelim ki vesvese çok korkulacak bir şey değildir. Çünkü iman var ki vesvese geliyor. Sahabe-i Kiram’dan Efendimiz (sav)’e gelip, “Ya Rasulullah, vesveseye mübtelâyım” diyen birine, Efendimiz (sav)’in cevabı, “Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın kuvvetindendir” (Müslim) şeklinde olmuştur.

-Vesvese, kalbin malı değildir: Kalbin rahatsız ve tedirgin olması şundandır: Kalp, vesveseye razı değil, sahip de değildir. Vesvese ile arasında mânâ ve mahiyet bakımından bir münasebet olmadığı içindir ki kalp vesveseden rahatsız olmaktadır. Vesvese, iradî olmayıp, fiiliyata da dökülmüyorsa insanı mesul etmez.

-Vesvese, insanın ilerlemesine mani olmayan örümcek ağı gibidir: Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Kur’an, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır” diye ferman etmektedir (Nisa, 4/76).

-Vesvese, üzerinde durulmadığı ve dert haline getirilmediği takdirde hiçbir zarar vermez: Düşüncenize bulaşıp da onu kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Vesvese, hayal aynasında sönüp gidecek derecede zayıf ve gelip geçici bir iz; leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü ve çok hafif yansımalardan ibarettir. Akla ve hayale gelen şeyler, hayır kaynaklı ise akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şer kaynaklı bir vesvese ise, o zaman da akla, düşünceye ve kalbe tesir etmez. Kir bırakmaz ve zarar da vermez. Şeytanın dışta ya da içte aslî ve zatî bir varlığı ve hüviyeti olsa bile, attığı okların, gönderdiği görüntülerin aslî hüviyeti ve hiç bir zararı yoktur. Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert haline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiç bir zararı olmaz.

-Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir: Üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman zararlıdır. O; büyük görüldükçe, mühimsendikçe büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hale gelir. Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama siz önemsemeden kovanın önünden geçer gidersiniz. Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey, bundan farklı olmamalıdır. Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar; biz de cazip bulur ve onu işlettirirsek, o bir karelik manzara, hayal sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi haline gelir de farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, bilhassa gençlerde ve hele bu suretler, nefsanîliğe bakan, bedeni tesir altına alan suretler olursa… Evet, insan onu alır ve hayalinde maceralı bir film haline getirir. Hâlbuki şeytana ait olan, o ilk sahnedir. Öyleyse, o ilk oltaya sahip çıkmamak, takılmamak ve onu işlettirmemek gerekir ki şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayallerimizi gerçeğe dönüştürmesin. Dönüştürmesin ki biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.

-Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar: Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda daha da zararlı bir hastalık ve meleke haline gelir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır; sonra da bunu kalben, fikren ve iman-ı nazarla büyütüp, kendine mal eder. Derken onu huy haline getirir ve onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye’se düşüp, tam zarara uğramanın ifadesidir. Bu hale maruz kalmış biri, ümitsiz bir şekilde “Artık ben mahvoldum” deyip, mağlûbiyeti kabul eder ve böylece, kendisini şeytanın saldırılarına açık hale getirir.

-Vesvesenin manyetik alanından ibadet ile uzaklaşmalı ve psikolojik tesirinden çıkılmalıdır: Bir hadiste de ifade edildiği gibi, böyle bir şey ortaya çıktığında, söz gelimi gazaplandığınızda; ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp abdest alarak iki rekât namaz kılın ve iç dünyanızda değişiklik yapın. Ayrıca o sisi dağıtacak daha başka meşrû bir kısım davranışlarda bulunun.

-Abdest ve namazda “Eksik mi yaptım?” şeklindeki vesveselere de önem verilmemelidir: Böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, o abdest veya namaz tekrar edilebilir. Ama mükerreren oluyorsa, sözgelimi bir abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından devamlı şüpheye düşen birisi, o zaman hiç vesveseye meydan vermeden, o uzvunu yıkadığını kabul ederek namaza durmalıdır. Ve yine namazı kaç rekat kıldığı mevzuunda vesveseye müptelâ olmuşsa, namazının tamam olduğu kanaatiyle hareket etmelidir. Vesvesenin ilka ettiği şeyin üzerine gidilmelidir. Vesvesenin üzerinde durmak değil, aksine, tam tersi istikamette yürümek lâzımdır.

-Bir diğer vesvese ise kişinin namaza durunca abdestinin bozulduğunu zannetmesidir. Şeytan o kişinin gerisinden üfler, o kişi de namaza her duruşunda kendinden bir şey çıktı zanneder ve namazı bozar. Tekrar tekrar abdest alıp namaz kılar. Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz namazda iken dübüründe bir hareket hisseder (abdestim) bozuldu (mu?), bozulmadı (mı?) şüpheye düşerse namazı bozmasın ta ki sesi duyana veya koku olana kadar.” (Ahmet bin Hanbel, 2/414) Vesveseye kapılmış insanlarda koku da ses de olmaz. O halde namaza devam et. Tabi bu durumda şeytan da boş durmaz. Abdestsiz kılıyorsun, şeklinde ikinci bir vesvese vermeye kalkar. Fakat madem ses ve koku yok o halde insanın abdestsiz de olsa kılıyorum diye namaza devam etmesi gerekir. Şeytan bakar ki bu  adam abdestli de kılıyor, abdestsiz de. O anda cephedeki mağlubiyetini hissedip geri çekilmek zorunda kalır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : GAFLET

“İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar”(Enbiya ,1-2)

Gaflet hali, kişinin, Allah’ın ve ahiretin varlığından habersiz olması ya da haberi olduğu halde bu bilginin gerektirdiği bilinç ve sorumluluğu, davranış şeklini göstermeyerek, kayıtsız ve umursuz bir tutum içinde bulunmasıdır. Gaflet hali kimi zaman iman eden bir kimse için kısa süreli, geçici bir unutkanlık ya da dalgınlık şeklinde olabildiği gibi kimi zaman da Allah’a iman etmeyen ya da O’na ortak koşanlarda olduğu gibi tüm yaşamlarını ve yaşamlarının her ayrıntısını kaplayacak derecede derin olabilir.

Dünya üzerinde pek çok insan, yaratılış amacını düşünmeden, nefsinin arzularıyla oyalanıp boş ve yararsız işlerle uğraşarak şuursuzca yaşamını sürdürür. “Gününü gün etme” mantığıyla, sadece dünyadaki nimetlerin en iyisine ve en fazlasına sahip olmayı hedefler. Onun için önemli olan, “dünyaya bir daha mı geleceğiz” düşüncesiyle bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmektir. Bu yüzden de yaşadığı zaman dilimine sadece, kendince en fazla zevki ve eğlenceyi sığdırmaya çalışır. Öleceğini bilir, ancak öldükten sonra kendisini bekleyen ebedi azaptan habersizdir ya da Allah’ın üstün gücünü kavrayamadığı için bu azabın şiddetini düşünmez. Oysa bu azabın şiddeti Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde tarif edilmektedir. Nitekim Cenab-ı Zülcelal Hazretleri şöyle buyurmuştur :

“… O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (Bakara Suresi, 165).

Gafletin önemli özelliklerinden biri de kişinin gerçeklerden uzaklaşıp hayal dünyasında yaşamasıdır. Örneğin gençler, sürekli gelecekle ilgili hayaller kurarlar ve zihinlerini yalnızca bununla meşgul ederler. Kurulan hayaller sonucunda da sanki bu hayaller gerçekmiş gibi mutluluk duyarlar. İleriki yaşlarda ise insanlar daha sınırlı hayaller kurarak, daha çok hatıralarıyla zaman geçirir ve bunlarla yaşarlar. Çok kısa bir zaman içinde yakınlarına anlatacak pek çok anı bulabilir ve bunları dile getirirken o anki heyecan veya hüznü adeta yeniden duyarlar. Unutmayalım ki insanoğlunun dünyaya gönderiliş amacı Allah’a kulluk etmek ve Rasûlullah Efendimiz’i tanıyıp, O’nun ahlak ve davranışlarını öğrenip hayatının her alanında bu güzel ahlakları gösterme gayreti içinde olmaktır

Gafletten Kurtulmanın Yolları

-Allah’ı  çokça zikretmek

-Kuran okumak ve ayetler üzerinde düşünmek: Gaflet tehlikesine karşı en etkili çözüm, Allah’ın kullarına yol gösterici bir nur olarak indirdiği Kuran’ı okumak ve onun üzerinde düşünmektir. Kuran’ı dikkatli bir şekilde okuyan ve ayetler üzerinde düşünen insan, samimiyeti ölçüsünde zamanla ayetlerin tecellilerini çevresinde görmeye başlar; bu da her an Allah’ı hatırlamasına ve gafletten korunmasına vesile olur.

Allah’ın verdiği fırsatları değerlendirmek: Allah, varlığını hatırlamaları ve Kendisine yönelmeleri için insanlara çeşitli şartlar ve ortamlar var eder. Sıkıntı ve zorluklar da bunlardandır. Kuran’da bir ayette, “Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar” (Tevbe Suresi, 126) şeklinde buyrulmaktadır. Bu sıkıntılı anlar, insanlar için gaflette olduklarını fark etmelerini sağlayacak büyük birer fırsattır. Çünkü Allah’a isyan halinde olan nefis böyle anlarda acizliğini anlar. Bu durumda vicdanı ön plana çıkan insan, hatalarını görür ve onlardan sakınmanın yollarını arar. Bu, insana tanınan büyük bir fırsattır. Nefsin acz içinde sesini kıstığı bu anlarda insan kendini Allah’a daha yakın hisseder. Ve o anda samimi bir yakınlıkla Allah’a yönelir. Böyle zamanlarda Allah’ın her şeye güç yetirdiğini, her şeyin Allah’tan geldiğini, bu bela ve sıkıntıların da ancak O’nun dilemesiyle sona ereceğini fark eder. Bu durum tevbe etmek ve Allah’a yönelmek için bir fırsattır.

-Allah’ın her şeyden haberdar olduğunu ve her şeyi çepeçevre kuşattığını bilmek.

-Allah’ın yarattıklarını detaylarıyla bilmek: Bilgi gafletten kurtulmayı sağlayan en önemli etkenlerden biridir. Evreni saran yaratılış delillerini araştırmak, görmek ve anlamak insanın üzerinden gafleti dağıtır ve uzaklaştırır. Allah’ın üstün ilim ve kudreti, ancak böyle ciddi bir araştırma ve tefekkürle hakkıyla takdir edilebilir. Allah (c.c), “Biz, bir ‘oyun ve oyalanma konusu’ olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık” (Enbiya Suresi,16) ayetiyle evrenin ve içindeki varlıkların özel bir hikmet üzere yaratıldığını bildirmektedir.

-Dünyanın kısa ve geçici olduğunu bilmek

-Ölümü düşünmek

-Asıl yurdun ahiret olduğunu bilmek.

-Ahiretten geri dönüşün olmadığını bilmek: Gaflet içindeki insanın kendini kandırdığı konulardan biri de, kendisine bir fırsat daha tanınacağı yanılgısıdır. Hatta bu düşünce bazı çevrelerde reenkarnasyon adı verilen batıl bir inanış haline bile getirilmiştir. Gafil insan ne kadar hata yaparsa yapsın, öldükten sonra tekrar dünyaya dönerek, bunları telafi etme imkanına sahip olacağını zanneder. Bu nedenle öldükten sonra Allah’tan son bir umutla geri dönmeyi ister. İnkar edenlerin, bu istekleri Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilir:

“Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız” (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen.” (Secde Suresi, 12)

-Cehennemin ne kadar azap verici bir mekan olduğunu ve orada sonsuza dek kalınacağını bilmek: Cehennemde sürekli olarak, büyük bir acı çekileceği, oradan hiçbir şekilde kurtuluşun olmadığı, acıların hiç son bulmayacağı, acıya karşı bir bağışıklık ya da alışkanlık da olmayacağı çok açık bir gerçektir. Bunları vicdanlı ve samimi bir biçimde tefekkür etmek insanın Allah (c.c) korkusunu artırarak şuurunun açılmasına, gafletten kurtularak Allah’ın rızasını aramasına vesile olur.

-Sonsuzluğu kavramak: Sonsuzluk, bir insanın ömrü kadar süre değildir. Birkaç insan nesli kadar bir süre de değildir. Sonsuzluk bin yıl değil, on bin yıl değil, yüz bin yıl değil, milyon veya milyar yıl değil, hatta trilyon yıl da değildir. Sonsuzluk bunların tamamının dışında, hiçbir sona ulaşmayan, asla bitip tükenmeyen bir zamanı ifade eder. İşte bu gerçeği düşünen insan sonsuz yaşamını cehennemde geçirme tehlikesini asla göze alamaz

-Cennetin güzelliğini bilmek: Cennet, geçici olan dünya hayatında yapılan salih amellerin, Allah’tan korkmanın, Allah’ın rızasını kazanmanın karşılığıdır. Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de insana bu vaadini şöyle bildirmektedir:

“İman edip salih amellerde bulunanlar, Biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah’ın gerçek olan vaadidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisa Suresi, 122)

  Rabbimiz bizleri gaflet haline düşmekten muhafaza buyursun ve yardımını üzerimizden eksik etmesin inşallah. Amin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ACELECİLİK

Acelecilik; bir işi çabuk yapmaya ve çabuk bitirmeye çalışmak demektir. İnsanın fıtratında acelecilik vardır. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir:

“İnsan aceleci (tabiatta) yaratılmıştır.” (Enbiya 37)

Acele eden fütura düşer. Yani gevşeklik ve bezginlik hasıl olur. Hayırlı bir işin olması için acele eden, gecikince, bezginliğe, ümitsizliğe düşer. Dua eder, hemen duasının kabul olmasını ister. Duası gecikince duayı bırakır, maksudundan mahrum kalır. Acele edenin ihlası, takvası bozulabilir. Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir. Acelecilik, insana muhakeme imkânı tanımadığı için bir çok yanlış adımın baş mümessilidir. İnsanlar hakkında hüküm verirken, cezalandırırken, konuşurken acele edenler, alelacele karar alanlar çoğu kere hata yaparlar.  O halde, işlerde acele etmemeli ve hemen karar vermemelidir. Efendimiz(s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Acele işe şeytan karışır.” Nefsin istediği bir şey hatıra gelince şeytan, “Fırsatı kaçırma, hemen yap!” der. Onun için kalbe gelen şeyi yapmadan önce, bu işten Allah-ü Teâlâ razı olur mu, sevap mıdır, günah mıdır diye düşünmelidir. Günah değil ise yapmalıdır. Böylece teenni edilmiş, yani acele edilmemiş olur.

Efendimiz(s.a.v):

“Acele şeytandan, teenni Rahmandandır.” (Tirmizi) buyurmuştur.  Yalnız 5 yerde acele gerekir:

1- Misafir gelince yemek vermekte

2– Günah işleyince, hemen tevbe etmekte.   Allahü teâlâ, tevbe edilen günahları affeder.

İnsan günahını ne kadar çok büyük görürse o kadar iyidir. Fakat günahı yüzünden Allah-u teâlânın sonsuz rahmetinden ümit kesmek caiz değildir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

“Allah-u Teâlâ buyurdu ki: İşlediği günahı affımın yanında büyük görene gazaplanırım. Eğer acele etmek şanımdan olsaydı, acele ceza verseydim, rahmetimden ümit kesenlere acele ceza verirdim.” (Deylemi)

3- Namazı vakti girince, hemen kılmakta .   Namaz borcu varsa acele kaza etmeli. Farz namazı özürsüz vaktinde kılmamak büyük günahtır. Acele kaza etmek gerekir. Zaruri işler haricinde kaza etmeyi geciktirmek de büyük günahtır. Nafile zaruri iş olmadığı için, nafile kılarak, terk edilen kazayı geciktirmek dört mezhepte de haramdır. (Nafileleri kılarken kazaya da niyet etmeli. Hem sünnet sevabı alınmış olur, hem de namaz borcu ödenmiş olur.) Düşman karşısında, bir farz namazı kılmak mümkün iken terk etmek, 700 büyük günah işlemek gibidir. (Umdet-ül islâm)
 Namaz kılarken acele eden, tadil-i erkanı terk edebilir. Hızlı okurken tecvide uymayabilir, yanlış okuyabilir. Onun için ağırbaşlı olmalı, düşünerek hareket etmelidir. Salihlerin vasfı Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildiriliyor:
“Onlar Allah’a ve ahirete inanırlar, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde birbirleriyle yarış ederler. İşte bunlar salihlerdendir.” (A.İmran 114)

4- Çocuklara din bilgilerini ve namaz kılmayı öğrettikten sonra, büluğa erince dengi çıkınca, bunlar hemen evlendirilmelidir. Kızın küfvü (dengi) bulununca, hemen evlendirmelidir Eşiat-ül-lemeat’daki hadis-i şerifte: “Ya Ali, üç şeyi geciktirme! Namazı vakti girince hemen kıl, cenaze namazını hemen kıl! Dul veya kızı, küfvü isteyince, hemen ver!” buyrulmuştur. O halde, namazını kılan, günahlardan sakınan ve nafakasını helalden kazanan biri bulununca, hemen onunla evlendirmeli. Eğer evlendirilmezse, fitneye sebep olur. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde:
“Dinini, ahlakını beğendiğiniz bir kimse, kızınıza talip olursa, hemen evlendirin! Eğer evlendirmezseniz, fitne ve fesada sebep olursunuz.” (Tirmizi) buyurmuştur.


5- Defin işini de acele yapmalıdır. İbadetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmelidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir Hadis-i şeriflerinde:

“Ölmeden önce tevbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mani çıkmadan önce acele ediniz. Allah-u teâlâyı çok hatırlayınız. Zekat ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızıklarına ve yardımına kavuşunuz!” (İbni Mace)buyurmuştur.    

Müstehap işlemek için sünnet terk edilmez. Cenaze olduğu zaman, Âyet-el kürsiyi ve tesbihleri okumayarak sünnet terk edilmektedir. Cenaze sebebiyle sünneti terk etmek uygun değildir. Cenaze namazını acele kılmak müstehaptır. Müstehap işlemek için sünnet terk edilmez. Cemaat çok olsun diye, cenaze namazını vakit namazlarından sonraya bırakmak mekruhtur. Cemaatın çok olması için, cenazeyi saatlerce bekletip, sonra acele ederek Âyet-el kürsiyi ve tesbihleri terk etmek pek yanlıştır. Özürsüz bir sünneti terk etmemeli, ortadan kaldırmamalıdır.

İftarda acele etmeli. İftarda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısı ile her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbadet etmek de zaten bu demektir.

Böyle hayırlı işlerin haricinde acelecilik uygun değildir. Düşünerek hareket etmek ve hayırlı işlerde sebat göstermek gerekir: Efendimiz(s.a.v); “Yavaş, yumuşak davranmak, Allah’ın kuluna verdiği büyük bir ihsandır. Aceleci olmak, şeytanın yoludur. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği şey, yumuşak ve ağırbaşlı olmaktır. (E.Ya’la) buyurmuştur.    Tembellik, bir işi geciktirmek, sonraya bırakmak nasıl kötü ise, acele etmek de kötüdür. Bunun biri ifrat, diğeri tefrittir. Dinimiz orta yolu, aşırılıklardan uzak olmayı emretmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Aşırı giden helak olur.” (Müslim) buyurmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : UZUN EMEL TAŞIMAK

Uzun emelden maksat, çok yaşayacağını hayal etmek ve bu hayali hakikat zannetmektir. Kimin ne kadar yaşayacağı belli ve garantili olmadığı için, çok yaşayacağını düşünmek, aldatıcı bir hayalden ibaret kalır.

Allah Rasulü (sav) Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz şöyle buyurmuştur:

1- “Sizin için en çok iki şeyden korkuyorum. Bunlar uzun emel (çok yaşama hayali) ve nefse uymaktır. Çünkü uzun emel, size ahireti unutturur. Nefse uymak ise sizi Hakk’tan uzaklaştırır.”

2- “Dünya üzerine kapanan, ona hırsla sarılan ve onu şiddetle tutan bir kimse, dünyada üç şeyle cezalandırılır. Bu şeyler, zenginliği olmayan fakirlik (kendini her zaman ve her şeye rağmen fakir hissetmek), bitmesi olmayan meşguliyet (ve bunun verdiği bedenî ve aklî yorgunluk) ve hiç geçemeyen tasa ve endişedir.”

Ebüdderda radıyallahu anh şöyle demiştir:

“Ey insanlar! Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmaktan utanmıyor musunuz? Bunun çılgınlık, akılsızlık ve gerçeklere ters düşmek olduğunu görmüyor musunuz? Bu dünyaya ilk gelenler sizler değilsiniz. Peki, sizden öncekiler ne oldular? Meskenleri kabir, emelleri hayal, mal ve mülkleri talan olmadı mı?”

Âdem (as) çocuklarına şunu söylemiştir:

“Dünyaya güvenmeyin! Çünkü ondan çıkarılacaksınız. Nefislerinize uymayın! Çünkü nefse uymak pişmanlık doğurur. Bir iş yapmak istediğiniz zaman, onun başlangıcına değil, sonucuna bakın ve sonucuna göre yapma veya yapmama kararını verir. Bir işe karşı vicdan ve kalbinizde çekingenlik ve sıkıntı duyarsanız, o işten sakının. Çünkü bu hisler Allah Teâlâ’dan size bir uyarıdır. Bir işi yapmaya kalkışmadan önce onu ehliyle (o işin ehli, erbabı ve uzmanı olan kimselerle) danışın.”

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

1-“Yapacağın işleri onlarla danış.”(Ali İmran/159)

2-“Mü’minlerin işleri aralarında meşveret etmekledir.”(Şura/38)

Allah Rasulü (sav)’de şöyle buyurmuştur:

“İstişare ve meşveret eden bir kimse, yanlış iş yapmaz.”

Başka bir hadisinde de Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Sabahladığın zaman, akşama kadar yaşayacağını düşünme. Akşamladığın zaman da sabaha kadar yaşayacağını düşünme. Çünkü yarın isminin diriler arasında mı, ölüler arasında mı olacağını bilemezsin. Onun için, hazırlıklı ol ve hayatından ölümün sağlığından da hastalığın için hisse ve pay ayır.”

Rasulullah (sav) bir gün ashabına: 

“Hepiniz cennete girmek istiyor musunuz?”, diye sordu. Ashap:

“Evet, hepimiz bunu istiyoruz.”, dediler. Bunun üzerine Allah Rasulü Aleyhissaletü Vesselam şöyle buyurdu: “Öyleyse dünyanın süs ve lüksüne talip olmayın. Çünkü bunlar cennette fazlasıyla vardır. Uzun emel taşımayın. Çünkü bu aldatıcı ve zarar verici bir hayaldir. Kabri ve oradaki çürümeyi unutmayın. Başınızı kötü fikirlerden, midenizi haram gıdalardan koruyun. Göz, dil, kulak ve ellerinizi denetleyin.”

“Bu ümmetin başında gelenlerin salah ve kurtuluşu zühd ve takva (iman kuvveti, haramlardan sakınma) sayesinde gerçekleşmiştir. Bu ümmetin sonunda gelenlerin fesat ve helak oluşu ise uzun emel ve dünya sevgisi sebebiyle olacaktır.”

Üsame ibni Zeyd (ra), bir ay borç ile bir köle satın almıştı. Allah Rasulü (sav) bunu duyunca şöyle buyurdu:

“Siz Üsame’nin uzun emeline şaşmaz mısınız? O, bir ay vade ile borç altına girmiştir. Allah’a yemin ederim, nice kimseler kalkan göz kapakları inmeden önce ölürler. Nice kimseler açılan dudakları kapanmadan önce ölürler ve nice kimseler çiğnedikleri lokmayı yutmadan önce ölürler. Allah’a yemin ederim, size vaat edilen ölüm ansızın çıka gelir ve o gelince siz onu geri çeviremezsiniz.”

Abdullah ibni Abbas (ra) şunu söylemiştir:

“Allah Rasulü aleyhissalatü vesselam, genellikle, abdest bozduğu zaman, hemen teyemmüm ederdi.

Ya Rasulullah! Nasıl olsa, biraz ileride suyla abdest alacaksın. Teyemmüm etmeye ne lüzum vardır, dedikleri zaman da, kendisi şöyle derdi:

“Belki suya ulaşmadan önce ölürüm.” 

Allah Rasulü (sav) bir gün bir çöp parçası alıp yerde birbirine paralel üç tane çizgi çizdi ve ondan sonra şöyle dedi:

“Birinci çizgi insandır. Onun önündeki çizgi onun ecelidir. Daha ötedeki çizgi ise onun emelidir. İnsan, kendisine yakın olan ecelini görmez, kendisinden uzak olan emeline ulaşmaya çalışır. Fakat emeline ulaşmadan önce eceli onu yakalar.”

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ÖFKE

“O takva sahipleri ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da böyle güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân 3/134)

Öfke; engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusudur. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılandan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir. Kalbin derinliklerinde yer alan bu duygu, kül altında saklanan köz gibidir. Maksadına ulaşamayan insanın içinde tutuşan bu ateş, adeta onun kalbindeki kanın kaynamasına sebep olur. Sonuçta akıl, görevini tam anlamıyla yerine getiremeyeceğinden, insanın basireti bağlanır ve muhakeme gücü zayıflar. Bu sebeple Efendimiz (sav);

“Bir hâkim öfkeli iken, iki kişi arasında hüküm vermesin” buyurmuştur. (Tirmizî, Ahkâm, 7) Ayrıca kişi, aşırı bir şekilde öfkelendiği vakit, sakinleşince utanacağı birçok davranışta bulunabilir. Hatta aşırı öfke için “muvakkat (geçici) delilik” tabiri de kullanılmıştır. Aklın ve dinin kontrolünden çıkarak ifrat derecesine varmış olan öfke hâli, çoğu zaman saldırganlık boyutlarına ulaşabilir. Bu durumda kişi, öfkesine hâkim olabilmeli ve onu İslam ahlâkı çerçevesinde, muvazeneli bir şekilde kullanmasını bilmelidir. Nitekim Abdullah bin Amr’ın konumuzla alakalı olarak naklettiği aşağıdaki rivayet oldukça manidardır: “Rasulullah’tan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş’ten bazı sahabeler Beni bundan nehy etti ve:

-Hazreti Peygamber (sav) kızgınlık ve sükûnet hallerinde konuşan bir insan iken, “Sen O’ndan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın,” dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Rasul-ü Ekrem (sav)’e arz ettim. Efendimiz eliyle ağzına işaret ederek:

 “Yaz, canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz ” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İlim, 3) Ben kızmam demedi. Belki Benim kızmam Beni Hakk dairesinden çıkarmaz buyurdu.

Bir gün Hazreti Aişe (r.anha) kızdı. Rasulullah: “Ey Aişe! Şeytanın geldi” buyurdu. Aişe: “Senin şeytanın yok mudur”, dedi. Rasulullah; “ Var idi. Fakat Hakk Teâlâ Bana yardım etti. Onu esir edip emrimin altına aldım. Öyle ki Bana hayırdan başka bir şey emretmiyor” buyurdu. Benim öfkem yoktur, demedi.

Hazreti Peygamber (sav) ise öfkelendiğinde nefsine hâkim olan kimse hakkında; “Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan, ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir” (Müslim, Birr ve Sıla, 107) buyurmuştur. Nitekim Efendimiz (sav), öfkesini yenen kimselerin cennette elde edecekleri bir takım nimetleri, şu hadisi şerifiyle müjdelemiştir: “Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar” (Riyazü’s-Salihîn, I, 80)

Hadis-i şeriflerde öfke ateşinin, yine ateşten yaratılan şeytanla yakından ilgisi olduğu ifade edilmiş, öfke hâlinde tatbik edilmesi gereken belli başlı prensipler şöyle belirlenmiştir:

1) Allah’a Sığınmak: Rasulullah (sav), huzurunda birbirine söven iki kişiden birinin yüzünde öfke hali belirince şöyle buyurdu: “Ben bir söz biliyorum, eğer şu adam bunu söylerse öfkesi geçer. Bu söz, “Eûzu billahi mine’ş-şeytanirracîm: Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” cümlesidir. ” (Buhârî, Edeb, 76; Ebû Dâvûd, Edeb, 3) Ayrıca Efendimiz (sav)’in Ümmü Seleme Annemize öğrettiği, “Ey Nebî olan Muhammed’in Rabbi Allah’ım! Günahlarımı bağışla ve kalbimin öfkesini gider” (İbn-i Hanbel, VI, 302) mealindeki duâsı da, öfkenin ateşinden kurtulmanın çarelerindendir.

2) Abdest Almak: Hazreti Peygamber (sav), “Gazap şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş, ancak su ile söndürülür. Biriniz kızdığı zaman abdest alsın.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3) buyurmak suretiyle, öfke ateşinin de abdestle söndürüleceğini belirtmiştir.

3) Bulunduğu Konumu Değiştirmek: Öfke halinde yapılması gereken bir başka şey de, kişinin bulunduğu konumdan daha pasif bir duruma geçmesidir. Bu husus, Efendimiz (sav) tarafından şöyle beyan edilmiştir:

“Dikkat ediniz! Öfke insanoğlunun kalbindeki bir ateş parçasıdır. Gözlerin kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini görmez misiniz? Her kim bunun eserini duyarsa, yere uzansın. (Tirmizî, Fiten, 26) Bir başka hadiste de “Biriniz öfkelendiğinde, ayakta ise otursun. Yine sakinleşmezse yanı üzere yatıversinbuyrulmaktadır. (Ebû Dâvûd, Edeb, 3)

4) Susmayı Tercih Etmek: Kavgalı iki kişinin, birbirlerine karşı hakaret ettikçe öfkelerinin dozunun arttığı bilinen bir durumdur. Bu sebeple olmalıdır ki Rasul-ü Ekrem (sav) “Biriniz öfkelendiğinde sussun” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, I, 239) Zira basit bir sebeple öfkelenen kişinin, gazap hâlinde hezeyanda bulunması durumunda, umulmadık sonuçların ortaya çıkması mümkündür. Hz. Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem, huzurunda Hz. Ebu Bekir’e hakaret eden birisine karşı O’nun bir süre ses çıkarmamasından hoşnut kalmış, daha sonra aynı şekilde karşılık vermesi üzerine oradan ayrılmak istemişti. Bilahare Hz. Ebu Bekir, yaptığının yanlış olup olmadığını sorunca, Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:                     

“Doğrusu sustuğun vakit Senin adına o kişiye cevap veren bir melek vardı. Ancak aynı şekilde Sen de karşılık vermeye başlayınca melek gitti, yerine şeytan geldi. Şeytanın geldiği yerde Ben bulunamam.” (İbn-i Hanbel, II, 436)

Rasulullah’ın kızdığı anlarda öfkelendiği kimseden “yüzünü çevirmesi, onunla ilgilenmemesi” de bu tedavi metodunun bir başka çeşidi olsa gerektir. (Ebû Dâvûd, Libâs, 17; İbn-i Hanbel, III, 14) İslam ahlakında nefisini tatmin için öfkelenmek doğru bulunmamış, şahsı adına haklı bir sebeple bile olsa öfkesini yenip karşı tarafı affetmek büyük bir meziyet sayılmış ve konuyla alakalı gerekli tedavi yöntemleri tavsiye edilmiştir. Bununla birlikte kişideki öfke duygusunun bir de tefrit hali vardır ki bu durum “hamiyetsizlik” denilen şahsiyetsizliğe, korkaklığa, acizliğe, derbederliğe ve çeşitli maddî ve manevî zararların meydana gelmesine sebep olur. Dolayısıyla dinimizin meşru kıldığı hususlardan taviz verilmesi veya kutsal değerlerin tacize uğraması gibi durumlarda gösterilen öfke, yerinde ve olması gerekli bir tepkidir.

Nitekim şahsı için hiçbir zaman intikam almayan Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem (Müslim, Fedâil, 79) Allah-u Teâlâ’nın koyduğu sınırlar göz ardı edildiği zaman, kızı Fatıma dahi olsa kimseyi affetmeyeceğini belirtmiştir. (Buhârî, Hudûd, 11, 12; İbn Mâce, Hudûd, 6) Hatta Rahmet Peygamberi (Nebiyyü’r-Rahme) olarak vasıflanan Efendimiz’in, Savaş Peygamberi (Nebiyyü’l-Melhame) diye de nitelendirilmesi bu dengenin bir tezahürü sayılmalıdır. (İbn-i Kayyim, Zâdü’l-meâd, I, 95, 96) Zira itidal noktasındaki öfke sayesinde, şecaat ve cesaret gibi temel ahlâki faziletler ortaya çıkmakta ve kişinin izzet-i nefsi korunmaktadır. Kişinin namusunu koruma gayreti, kâfirlerle savaşmak gayreti öfkeden hâsıl olur. Hakk Teâlâ, Rasulüne buyurur ki; “Kâfir münafıklarla cihad et.”

Öfke tamamıyla yok olmaz ve hem de yok olmamalıdır. Zira yok olması makbul değildir. Fakat öfkenin kuvveti, onun elinden ihtiyar ve irade dizginini almamalı, akla ve şer’a muhalefet ona galebe çalmamalıdır. Riyazet yoluyla, çalışmak ve cihad ile öfke kuvvetini bu dereceye getirmek mümkün olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : GIYBET

“Gıybet; müttakilerin çöplüğü kadınların otlağıdır.” (Meşayıh)

Gıybet; “Bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şekilde konuşmak” demektir. Genelde kişinin arkasından konuşanlar bir savunma olarak söylediklerinin doğru olduğunu, yalan söylemediklerini ifade etseler de bu sonucu değiştirmeyecektir. Söz konusu kişilerin yaptıkları gıybettir. Eğer kişinin arkasından söylenen şeyler doğru değilse, bu iftira olur ki, bu durumda bu sözleri söyleyen kişi yalan söyleyerek büyük bir günah daha işlemiş olur.

Gıybeti Yüce Allah (cc) kardeşinin etini yemeye benzetmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir:

“Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz; Allah’ tan sakının, şüphesiz Allah tövbeleri daima kabul edendir, acıyandır.” (Hucurat suresi,12. ayet)

GIYBETİN ÇEŞİTLERİ

Aleni sade gıybet: Bir kişinin gıyabında, ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan bir şeyi söylemek, alenî gıybetin ta kendisidir. Sevgili Peygamberimiz (sav) gıybeti:

“Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde tanımlamış; “Din kardeşinin yüzüne karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir” demiştir.

İftiralı gıybet: İftira, kusurların en çirkinidir. Nitekim Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur; “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.”

Gizli gıybet: Çoğu zaman yaptığımız, kalbimizden geçirmek, yani zannetmek suretiyle gıybete girmektir.  Bütün zanlar ve tahminler değil ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz.

Münafıkâne/ikiyüzlü gıybet: Gıybetin en utanç verici biçimidir ki, İmam Gazali Hz. buna ‘münafıkâne’ gıybet demiştir. Gıybeti yapan şöyle der: “Allah affetsin, o da bizim gibi bazen karıştırıyor”, “İnşallah düzelir, daha iyi olur.” Bu gibi sözlerle görünürde hakkında konuştuğu kişiyi sevdiğini, iyiliğini dilediğini söylemeye çalışmakta; ama gizliden gizliye de o kişinin bozulmuş olduğunu, yanlışlar yaptığını ima etmektedir. Dinleyenin ikiyüzlülüğü de şu şekildedir: “Boş ver gitsin, gıybet oluyor.” Bunlara benzer sözleri söylerken, aslında gıybeti gerçekten engellemek istemiyor; görünürde aksini savunsa da, içten içe o kişi hakkında gıybet yapılmasından hoşlanıyor.

Söz taşımalı gıybet: İnsanların sözlerini muhataplarına ara bozmaya yol açacak şekilde taşımak biçimindeki gıybettir. Efendimiz (sav): “(Arabozucu) Söz taşıyan cennete giremeyecektir.” buyurmuştur.

Kitlesel gıybet: Bir insanın irtikâp edebileceği, altından kalkılması en zor, en acınası, en dehşetli gıybettir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”  ‘bir kavme sataşma’ terimiyle suçun kitlesellik tehlikesine vurgu yapmaktadır.

Paylaşımlı/ortaklaşa gıybet: Gıybeti yapan, sadece onu söyleyen veya ima eden değil, aynı zamanda rıza ile dinleyendir veya yapmasa da yapılmasından hoşlanandır. Cinayeti izlerken gücü yettiğince karşı koymayanında katil sayıldığı gibi, yanında gıybet yapıldığı halde müdahale etmeyen de tam olarak o gıybetin ortağı olacaktır. Gıybet bu yönüyle gizli biçimi hariç ancak birden fazla kişinin ortaklaşa irtikâp edebileceği fuhuş gibidir. Efendimiz (sav)’in “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” şeklindeki sözü, gıybeti dinleyenin sorumluluğuna işaret eder. Hatta bu hadis, gıybeti yapandan çok, yanında gıybet yapıldığı halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu korumayanı tehdit ediyor. 

Yaşayan veya ölen bir insanın yahut insan topluluğunun gıyabında, onları üzecek doğruları söylemiş olabiliriz. Eğer yaşıyorlarsa, helalleşmenin bir yolunu aramalıyız. Biliyoruz ki, şehit bile olsak, kul hakkını ödemek zorundayız. Eğer vefat edenin gıybeti yapılmışsa, helallik dilemek ne yazık ki imkânsız. O zaman onun için ömür boyu dua etmekten, onun adına iyilik yapmaktan başka çare kalamaz. Zalimleri aşağılamak dışında; tarihteki insanları eleştirirken haksızlık yapmamaya dikkat etmeli; herkesin hakkının ve onurunun Allah tarafından sonsuza dek korunacağını unutmamalıyız.

Önemli bir nokta da gıybetin içinde yaşadığımız toplumun hemen tüm bireylerine veba gibi bulaşmasıdır. TV ve gazeteler her gün gıybetle siftah yaparsa, her sabah işler gıybet seanslarıyla başlarsa, en içten dostlarımız gıybetin içerisine ölümüne saplanmışlarsa, virüsü kapmadan günün akşamına ulaşmak son derece zordur. Gıybetten ancak konuşma özürlünün kurtulabileceğini bilmeli ve gıybet karşısında çok katı ve dikkatli olmalıyız.

Kardeşini kardeşine, akrabasını akrabasına, arkadaşını arkadaşına, eşini dostuna şikâyet eden kişiler çok dikkatli olmalıdırlar. Şikâyet ettiğimiz kişi, çoğu zaman bize yapılan haksızlığı durdurabilecek durumda değildir. Onun yapacağı çoğu zaman ya hakkımızda suizan etmek, bizden aldığı sözü başkalarına taşımak veya şikâyetlerimizden kurtulmak için bizden kaçmak olacaktır. Başkasından hakkımızı alalım derken, ilgisiz insanlara konuyu aktardığımız için hoş olmayan bir yönümüzü bildirmiş olacağız; bu yüzden manevî gücümüz zayıflayacak, üstelik bu yolla intikam aldığımız için ilâhî huzurdaki hakkımızdan da mahrum kalacağız.

Bazı özel şartlarda gıybet edilebilir. Sevgili Peygamberimiz (sav) hadis-i şeriflerde şöyle buyuruyor:

 “Üç grup vardır ki, gıybetlerini yapman sana haram değildir: Günahı açıkça işlemekten sıkılmayan, zalim idareci ve dinde olmayanı dine sokan bid’atçı.”

“Hayâ örtüsünü atan kimsenin arkasından konuşmak gıybet değildir.”

“Ne fasık, ne de günahı açıktan işleyen kimse için söylenen gıybet sayılmaz…”

Hakkımızda yapılan gıybetler bir şekilde bize ulaşır. Ya başkaları bize aktarır ya söz dolaştırılırken kulak misafiri oluruz ya da kalbimizde gıybetimizi yapana karşı bir soğukluk ve sevgisizlik ilhamı alarak ondan uzaklaşma eğilimine gireriz. Toplumsal bölünmelerin ve kitleler arasında bağlılığın azalmasının ardında, kitlesel gıybetlerin ne denli etkili olduğunu hatırlamalıyız.

Şayet gıybetinizi yapan kişiye karşı sizde küfür, hakaret ve aşağılama savurarak kendinizi savunursanız, gıybetlerinin bedelini büyük ölçüde dünyada almış olursunuz. Ancak bunun yerine şahsınızı savunmaya girmeyip, gıybetle mücadele eder de gıybetçinin bu hasletten kurtulmasına uğraşırsanız, büyük mükâfatları hak edersiniz. Hasan-ı Basrî Hazretleri, kendisinin gıybetini edene bir tabak taze hurma göndermiş ve “Duydum ki sen ibadetini Bana hediye göndermişsin. Ben de buna bir karşılık vermek istedim. Kusura bakma, tam karşılığını veremedim” diye de bir not eklemiştir.

Gıybetinizi yapanlarla savaşmadığınızda, karşılarına ilâhî adalet çıkıyor ki, tövbe etmeyenleri kuşatan ilâhî ceza, kimsenin intikamına benzemez. Hatalarını düzeltmedikleri sürece, ayıpladıkları şey başlarına gelinceye ve üstelik ebedî hayatta bedelini ödeyinceye kadar kurtulamazlar. Ancak kul kişisel hakkını affedip, muhatabı için hidayet dilerse, elde edeceği mükâfat aksi halde kazanacağından çok daha değerli olacaktır.

İnsanın, kendisine yapılan gıybete ne oranda affedici olması gerekiyorsa, başkasına yapılan gıybete de o oranda acımasız ve zemmedici olmalıdır. Ayrıca, şayet bir insanın ismi ve eserleri bir topluluğa mal olmuşsa, o insana veya o insanın eserine yapılan gıybet, aynı zamanda taraftarlarına yapılmıştır. Örneğin peygamberlerin gıybetini yapan, inananlarının da gıybetlerini yapmış olur. Bir babayı haksız yere aşağılayan, çocuğunu da aşağılamış sayılır. Bu durumda, bize yapılan gıybetin yakın dostlarımıza düşen hissesini affedemeyiz. Kader başkasına ait hisselerin bedelini tahsil edecektir.

Bugünden başlayarak, gıybetlerini bilmeden yapabileceğimiz ihtimaliyle, tüm tanıdığımız insanlarla ilk karşılaşmamızda mutlaka helalleşmeli, hatta helalleşmeyi periyodik bir alışkanlık hâline getirmeliyiz. Aksi halde burada birkaç günde tamamlayabileceğimiz helalleşme faslını ihmal etmemiz, haşir meydanında binlerce yıl beklememize mal olabilir.

Gıybetini yaptığımız kişilere ismen dua etmeli, onların affı ve tüm hayatlarının rahmetle ve ihsanla kuşatılması için, ısrarlı ve vazgeçmeden gizli dualarda bulunmalıyız. Tüm bunları yaparken, bilhassa vefat edenlerin ve toplulukların bir daha gıybetini yapmamak için de ilâhî yardım dileğimizi ihmal etmemeliyiz. Çünkü bu tür gıybetlerde helalleşmek pratik olarak neredeyse imkânsız gibidir.

Engel olmazsak, bizimle konuşurken gıybet yapanla suç ortağıyız. Çünkü gıybetin devam edebilmesi, bizim en azından dinliyor görüntüsü verebilmemize bağlıdır. Başkalarının gıybetine bilinçli kulak misafiri olanda gıybetin suç ortağıdır. Bu söz sadece bizimle konuşanın yaptığı gıybeti değil; çevremizde, radyoda veya televizyonda yapılırken dinlediğimiz gıybetleri de kapsamaktadır.

İlk yapmamız gereken, “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken ona yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” hadis-i şerifini hatırlamak olmalıdır. O anda kendimizi gıybeti yapılan kişinin yerine koymalı, bizden gıyabımızda bu şekilde söz edildiğinde rahatsız olup olmayacağımızı sormalıyız. Onuru zedelenen kişinin üzülmesi gerekiyorsa üzülmeli, hakkını savunması gerekiyorsa savunmalıyız. Önce kalbimizde derin bir rahatsızlık oluşmalı, gıybeti dinlemeye tahammül edemez hâle gelmeliyiz. Gıybeti yapılan kişi kişisel dostumuzsa, mutlaka sözel olarak müdahale etmeli, onurunu savunmalı  ve gıybeti susturmalıyız. Susturmanın bize zararı büyük olacaksa, ‘rahatsızlığımızı hissettirmek şartıyla oradan hemen uzaklaşmalıyız. Radyo veya televizyonda yapılıyorsa, hemen kapatmalıyız. Bunları yapamıyorsak, dinlememeye çalışmalıyız. Dahası, gıybeti dinlediğimiz için Allah’tan af dilemeli, gıybeti yapılan kişiye dua etmeli, duyduklarımızın etkisinde kalarak suizan etmemeye özen göstermeliyiz. Uyarıp düzeltemediğimiz gıybetçiden, elimizden geldiğince uzaklaşmalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MAKAM SEVGİSİ (HUBB-Ü CAH)

Allah’ın koruduğu kimseler hariç, din ve dünyalık hususunda parmakla gösterilir olmak kişiye şer olarak yeter!..Allah sizin şöhretlerinize bakmaz, kalplerinize bakar(Hadis-i Şerif)

Müslüman bütün makamların gelip geçici olduğunu ve ahirette hesaba çekileceğini unutmamalıdır. Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuşlardır ki:

“Koyun ağılına giren iki aç kurdun ağılda verdiği zarar, mal ve makam sevgisinin mümin kişinin dinine verdiği zarardan daha fazla değildir”(İ.Gazali kırk hadis)

Hilkati en güzel surette yaratılan insanın, iç dünyası da onu takviye eden bazı kuvvetlerle donatılarak yaratılmıştır. Bunlar akıl, ruh ve nefis kuvvetidir. İnsan üzerinde müspet veya menfi etki eden ise nefistir. Nefsin kuvveti hayra yönelik olursa, akıl ve ruh da hayra yönelir. Nefiste, şer üstün gelirse, akıl ve ruhu da kendi istikametine yöneltir. Ayette Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere batıran da ziyana uğramıştır.”(Şems /9-10) buyurulmuştur.

Nefsi emmarenin hastalıklarından olan makam sevgisi Sevgili Peygamberimizin ;“Mal ve mevki sevgisi, suyun sebzeyi yeşertmesi gibi kalbde nifakı yeşertir.” buyurduğu en tehlikeli hastalıklardandır. Bu hastalık gönül evini yıkar yakar mahveder. Bir insanda en son çıkacaklardan olan nefis hastalığı, makam ve mevki sevgisi yani riyaset sevgisidir. Çok tehlikeli şeytanî tuzaklardan olan bu hastalığa “hubb-u câh”ta denir.

Hubb; sevgi, bağlılık, tutku demektir; câh ise, makam, mansıb, paye, şöhret ve itibar manalarına gelmektedir. Dolayısıyla, “hubb-u câh”; makam sevgisi, paye tutkusu, şöhret düşkünlüğü, rütbe hırsı ve itibar arzusu gibi manaları ihtiva eder.

Makam sevgisi insanın baş olma sevdasına kapılmasına, bu sevda da sevl hastalığının (kendini beğenme) meydana gelmesine sebep olur. Bu hastalığa yakalanan kimse kibir hastalığına yakalanır. Cenabı Hak (cc) kibirlenenleri asla sevmez. Cenabı Hak Kuran-ı kerimde kibirlenen firavun, nemrud vb. zalimlerin ne halde olduklarını bize haber vermiştir.

Makam sevgisi insanın nefsini firavunlaştırır. İnsanın nefsi firavunlaştı mı zalimlerden olur. İnsanlara zulmetmeye başlar. Allah (cc) zalimleri asla sevmez. Onları hem bu dünyada, hem de ahirette zelil eder. Zelil olanlardan olmamak için mal ve makam sevgisinden kurtulmak gerekir.

Özellikle dünya hayatını her şey sanan kimselerde, yükselme merakı, makam arzusu ve teveccüh tutkusu had safhadadır. Bazıları, siyasî, adlî, mülkî ya da askerî bir makamı elde edebilmek için can atarlar. İnsanlara çok parlak görünen bir kısım payelere ulaşmak ve halkın teveccühünü kazanmak için çırpınır dururlar. Bunların çoğu kalblerini itminana erdireceğini zannettikleri bir makama yükselmek için üst üste tavizler verirler. Şayet, o arzularına nâil olurlarsa bu defa da bir yandan diğer beklentilerini gerçekleştirmek, diğer taraftan da o makamı korumak maksadıyla yeni tavizleri normal karşılarlar. Böylece nefsin emrinde hareket edip kendi sonlarını hazırlamış olurlar.

Gelip geçici olan makam, mevki de üstünlük sebebi değildir. Birçok krallar, derebeyler, firavunlar mevki sahibiydi. Hepsi gitti. Ancak iyilerin iyiliği, kötülerin kötülüğü söylenmektedir. Kötü birinin mevki, makamı ile övünmesi neye yarar?

Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak ve insanlara hizmet edebilmek için mal ve makam sahibi olmak çok iyidir. Bütün dünya bir kimsenin olsa, mala mağrur olmadan dine uygun harcasa, çok büyük sevap kazanır. Süleyman aleyhisselam, büyük bir zenginlik ve saltanat içinde yüzdüğü halde, bu saltanata itibar etmemiş vechesini Allah’ın gayrısında hiçbir şeye çevirmemiştir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerimde “O ne iyi kuldur” diye Onu övmektedir. (Sad 30)

Mal ve makam sahibi olmak başka, mal ve makam sevgisi başkadır.!

Mal ve mevki, dünyanın iki temelidir. Mal, yararlı eşyaya hâkim olmak, mevki ise; saygısı ve itâati arzu edilen gönüllere hâkim olmaktır. Zengin arzularını karşılamak için paralara (binlere, milyonlara) altına ve gümüşe malik olur. Mevki sahibi de hâkim olduğu gönülleri kendi arzusu doğrultusunda kullanır.  Demek ki makamın anlamı: İnsanların gözünde değer sahibi olmak, kendisinin olgun ve değerli olduğuna gönülleri inandırmaktır. Bu inanç, gönüllerde ne denli güçlü olursa, kişinin gönüllere hâkimiyeti de o kadar güçlü olur. Kişi, gönüllere hâkim olduğu ölçüde sevinir, mevkisi ve sevgisi artar.

Makamın (mevkinin) ürünleri: Övme, hizmet, yardım, saygı, meclislerde başta oturma, her yerde öne geçme ve benzeri şeylerdir. Makamın kalbe yerleşmesinden bu yararlar doğar. Makamın kalbe yerleşmesi demek, kalbin bir kişide ilim, ibâdet, güzel huy, soy temizliği, velîlik, yüz güzelliği, beden güçlülüğü ve halkın değer verdiği benzeri olgunluk sıfatlarının bulunduğuna inanmasıdır. Bu sıfatlar, kişiye, gönüllerde değer verilmesini, kişinin mevkisinin yerleşmesini sağlar.

       İnsan, tabiatı gereği malı sevdiği gibi makamı da sever. Çünkü makam, maldan da etkilidir. Bundan dolayı insan, maldan çok makamı ister.

        İnsanın bu iki eğilimi, eğer ölçülü olursa zarar vermez, hatta maddeten ve manen yararlı olur. İnsana, ihtiyacını görmek için belirli bir miktar mal gerekir. Makam da öyledir. Yaşamak için yemeğe ihtiyaç olduğu gibi yardım edecek arkadaşa, yol gösterecek hocaya, haksızlık ve saldırıdan koruyacak bir devlete de ihtiyaç vardır. 

     Hizmetçinin gönlünde onu kendisine hizmet etmeğe yöneltecek kadar, arkadaşın gönlünde de karşısındakini kendisine arkadaşlık ettirecek kadar bir sevginin bulunması; hocasının kalbinde de irşâda yönlendirecek kadar bir değerin bulunması kötü değildir. Öyle olmazsa ne hizmetçi hizmet eder, ne arkadaşı arkadaşlığını sürdürür, ne da hocası kendisini irşâd eder.

        Demek ki mal gibi, gayelere erişme vasıtası olan makam da kötü değildir. Ancak kişi bunların bizzat kendilerini sevmemeli, bunları gaye değil, gayeye ulaşmak için vasıta bilerek, kendisine lâzım olacak kadar mal ve makam almalı, sınırı aşmamalı; bunları elde etmek için helâl, harâm demeden her çareye başvurmamalı, ancak mübâh ve meşru vasıtalarla mal ve mevki kazanmalıdır. Şayet bu iki eğilim, nefis gibi kendi başına bırakılırsa insanı insanlığından çıkarıp, gözünün iliştiği her canlıyı parçalayan bir canavar yapar.

Mevki hırsı iki yolla tedavi edilebilir: Bunlar ilim ve ameldir. İnsan ilmen ne için mevki sahibi olmağa çalıştığını düşünmelidir. Kişi, insanların gönüllerine hakim olmak ve onları kendi yararında kullanmak için mevki sahibi olmak ister. Fakat bütün arzularını elde etse de bir gün ölecek ve elde ettiklerini geride bırakacaktır. O halde  mevki kendisine ölümden sonra yarayacak kalıcı işlerden değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar kendisine  secde etmiş olsa dahi elli yıl sonra ne secde eden kalır, ne de secde edilen. Kendisinin hali de daha önceki mevki sahiplerinin hali gibi olur.

İşte insan bunu düşünürse, şu geçici şeyler uğruna, kendisine sonsuz hayatın mutluluğunu sağlayacak dini bırakmanın doğru olmadığını anlar. Kim gerçek kemal ile hayali kemali birbirinden ayırdederse onun gözünde mevkinin değeri küçülür. Bu da ancak âhirete, gözüyle görür gibi, ölüm vuku bulmuş gibi bakanlarda olur. Fakat insanların çoğunun gözü zayıftır, sadece şu dünyayı görür, ötesini göremez. Öyleleri dünyayı âhirete yeğlerler. Bunun için Yüce Allah; Kur’an’ı Kerim’de : “Hayır siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır!” (A’la 16–17) “Hayır, siz şu çabuk geçen (dünyây)ı seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.”(Kıyamet 20–21) “Bunlar, şu çabık geçen (dünyây)ı seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyor (ihmal ediyor)lar.” (İnsan 27) buyurmuştur.

            Öyle ise ey insan! Geçici dünyanın heva ve heveslerine aldanma! Hangi makamın sahibi, hangi malın sahibi olursan ol sana yapılan iltifatlar ve payeler bir gün bitecek ve o gün geldiğinde seni ecelden hiç kimse kurtaramayacak. Hesap vermek üzere Sultanlar Sultanı’nın (cc) huzuruna bir hiç olarak çıkacak ve hesap vereceksin. Bunu unutma ve ebedi hayatını mahvedecek bu kötü hastalıktan kurtul.

            Bunun tedavisi ise kanaat, zikir, tevazu ve Allah’ın rızasından gayrı her şeyden kendini uzak tutmaktır. Dünya ve ahiret kazançlarının elde edilmesinde sana izin vereni unutma! Bulunduğun hale razı ol. Nefsinin sesine kulak verme önemli olan Allah’ın razı olması Onun memnuniyetidir. İnsanların iltifatı ancak sen yaşadığın sürece olur. Öldüğünde yalnız kalırsın Onun için kalbinde bulunan masiva sevgisini Allah’ın ismini zikrederek onun rızasını arayarak temizle ki gönül evin huzur bulsun.

Açıldı sır babı şeyhim yüzünden

Can sefalar buldu tatlı sözünden

Masiva tozunu gönül gözünden

Tevhid ile sildik elhamdüliilah

Nuri KÖROĞLU