Nefsin Hastalıkları : ŞÜPHE

“Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat; 15)

İslam’ın temelini Tevhid inancı oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca bütün peygamberler, insanları Allah (c.c)’ın birliğine inanmaya, yani Tevhid’e çağırmışlardır. İmanın temelinde Tevhid inancı vardır. Kur’an-ı Kerim, insanoğlunu bilerek inanmaya ve bilerek yaşamaya çağırmaktadır. Müslüman insan, neye niçin inandığını, neyi niçin yaptığını çok iyi bilmek durumundadır. İnsan, haklı olarak, inancının ve davranışlarının mantıki temellerini bilmek, öğrenmek istemektedir. İşte bu arzu, beraberinde birtakım şüpheleri getirmektedir.

Şüphe; Tereddüt, kuşku, güvensizlik duygusu, işkillenme anlamlarındadır. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kati kanaat ve bilgi sahibi olmamak halidir. Bir konuda kesin bilgi veya kanaate varamamaktan doğan tereddüttür. Bir kimsenin mümin sayılması için iman esaslarını şeksiz ve şüphesiz kabul etmesi gerekir. Kalbinde Allah (c.c)’a, elçisine, gönderilen ilahi mesaja ve ahirete ait herhangi bir şüphe bulunan kimse gerçekte tam iman etmiş olmaz.

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah (c.c) şöyle buyurur;
“(Ey Muhammed)! Bu, Rabbin tarafından bir gerçektir. Sakın şüphe edenlerden olma.” (Al-i İmrân, 60)

İbadetlerde şüphe halinde galip zanna göre hareket edilir. Meselâ bir kimse bir vakit namazını kılıp kılmadığında şüphe etse, eğer böyle bir şüphe ilk defa olmuşsa namazını kılması gerekir. Fakat sık sık vuku buluyorsa galip zannına göre amel eder. Yine bir kimse namazında şüphelenerek üç mü yoksa dört rekât mı kıldığını hatırlamasa, eğer yanılma olayı bu kişinin başına ilk defa gelmişse yani bu gibi şüphelenmeler o kişide sürekli bir durum haline gelmemişse namazını yeniden kılmalıdır. Çünkü Hazreti Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri namazı kaç rekât kıldığı hususunda şüpheye düşerse namazını yeniden kılsın.”Abdest ve gusül alırken şüphe geldiği zaman, “Acaba guslüm oldu mu, abdestim oldu mu?” diye içimiz kemirilirse, tekrar abdest alınız bu vehimdir, şeytandandır demeliyiz. Onun şerrinden korunmak için Eûzü besmele okuyarak Allah (c.c)’a sığınıp ve Ayetü’l Kürsi’yi okumalıyız. Dikkatlice abdest aldıktan sonra gelen bu vesveseye asla kapılmayıp ve içimizden gelen sese “abdestim abdesttir, guslüm gusüldür” demelidir. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde ; “Vesvese şeytandandır. Abdest alırken, guslederken ve necaset temizlerken, şeytanın vesvesesinden sakınınız!” buyurmuştur. (Tirmizî)

Hz. Peygamber’in (sav) sahabelerinden bir grup;
“İçimizden öyle şeyler hissediyoruz ki, herhangi birimiz bunu söylemeyi bile büyük günah kabul eder” dediler. Resulallah (sav);
“Gerçekten böyle bir şey hissetiniz mi?” diye sorar. Onların; “Evet” demesi üzerine, Hz. Peygamber (sav);
“Bu imanın ta kendisidir ” cevabını verir.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v); “Vesveseden (akla gelen kuruntu, düşünceden)” sordular. Hz. Peygamber (sav): ” Bu, imanın hâlis olanıdır” buyurdu. (Müslim)Yüce Allah (c.c)’ı veya iman konularından birini inkâr etmesi için zorlanan ve inkâr etmemesi durumunda, kendisine zarar gelecek olan bir kişinin, kalbi Allah sevgisiyle ve imanla dopdolu olması şartıyla, diliyle inkâr ettiğini söylemesi imanına zarar vermez. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak; “Kalbi iman ile sükûnet bulduğu halde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır. buyurmuştur. (Nahl;106)
Kişinin aklına gelen şüphe ve sorular onun imanına zarar vermez. Çünkü bu tür vesveselere insanın engel olması mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği gibi, Yüce Allah (c.c) her kişiye ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.
Düşünceleri önlemek, onlara gem vurmak ise insan gücünü aşan bir olaydır. Bir mü’min aklına gelen soruların cevaplarını ilim sahibi, samimi müminlere sorarak, cevap aramalıdır. Rabbimiz bizleri şüpheli şeylerden muhafaza eyleyip kalbi selimlerden eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TAMAHKAR OLMAK

Kuran-ı Kerim’de bildirildiği üzere, bir Müslüman’ın karakteri son derece asil ve vakarlı olmalıdır. Asıl ve yegâne amacı Allah (cc)’ın rızasını kazanmak olan müminlerin her davranışlarına yansıyan bu ahlâk, Kur’an ahlâkını yaşamayan kimselerin basit karakterlerinden tamamen uzaktır.

Allah (cc) Kur’an’da insanlara nasıl bir ahlâka sahip olmaları gerektiğini, indirdiği hükümlerle ve peygamberlerin hayatlarından örnekler vererek bildirmiştir. Ayetlerde insanlara asıl amaçlarının Allah (cc)’ın rızasını kazanmak olması gerektiği haber verilmiş ve sonsuz ahiret hayatlarını Cennet’te geçirebilmeleri için din ahlâkına uygun bir yaşam sürmeleri konusunda yol gösterilmiştir. Ancak Kur’an ayetlerini gözardı ederek yaşamayı tercih eden kimseler, ahiret hayatını unutarak dünya menfaatlerini asıl amaçları haline getirirler. Bu şekilde sadece dünya hayatını gözetmek ve dünyevi çıkarlara hırsla sarılmak insanlar için büyük bir aldanıştır. Dünya hayatına yönelik bu tür bir bakış açısına sahip insanların en belirgin özelliklerinden biri tamahkârlıktır. Tamahkârlık gösterip basit menfaatlerin peşinden koşmak, kişiyi daima küçük düşürür. “Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyayı) seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.” (İnsan Suresi, 27)

Tamah; hırsla isteme, aç gözlülük, çok isteme, haris olma, doymazlık demektir. Dünya lezzetlerini haram yollardan aramaya tamah denir. Dünyaya olan bağlılık ve mala karşı duyulan hırstır. Paraya ve mala aşırı ölçüde düşkün olan kimse tamahkârdır. Efendimiz (sav); “Sakın tamahkâr olmayın! Tamah, fakirliğin ta kendisidir.”  buyurmuşlardır. (Taberani)

Tamah, cahiliye ahlâkını yaşayan insanları bu uğurda her şeyi göze alabilecek bir tavır içerisine sokar. Konu eğer dünyadan istifade etmekse, kişi bu arzusunu tatmin etmek için tamahkâr bir yapı göstermekten hiçbir şekilde çekinmez. Hayatın kısalığının farkındadır ve bu süreyi ahiret için çalışarak geçirmektense, dünyaya yönelik olarak değerlendirmenin en akılcı yol olduğuna inanır. Bunun için de karşısına çıkan fırsatları hep bu uğurda harcayarak dünyaya biraz daha tamah eder. İnsanı bir tabak yemeğe dahi tenezzül ettirten bu ahlâk, uyanıklık kafasıyla uygulanır ama tam aksine kişiyi akıl almaz derecede küçük düşürür.

Dünya hayatına yönelik bu tür bir bakış açısına sahip insanların en belirgin özelliklerinden biri tamahkârlıktır. Tamahkârlık gösterip basit menfaatlerin peşinden koşmak, kişiyi daima küçük düşürür.

Saf bir adamın, güzel bir koçu vardı. Boynuna ip bağlamış, ardından çekip götürüyordu. Hırsızın biri sezdirmeden ipi kesip, koçu çaldı. Adam bir süre ipi sürükledikten sonra, arkasına dönüp baktığında koçun çalındığını anladı. Dövünerek, bağırarak sağa sola koşmaya başladı. Koçu çalan hırsız da bir kuyunun başında, “Eyvahlar olsun, eyvahlar olsun” diye ağlıyordu. Koçunu çaldıran saf adam, merak edip yaklaştı ve, “Hayrola arkadaş! Senin de mi koçun çalındı? Neden ağlıyorsun?” diye sordu. Hırsız,” İçinde 100 altın bulunan kesem, kuyuya düştü. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kuyudan altın dolu kesemi çıkartırsan, sana beşte birini gönül rızasıyla veririm” dedi. Saf adam, bu teklif karşısında hiç tereddüt etmedi. “Allah bir kapıyı kapar, on kapıyı açar. Koç gittiyse de deve geliyor’‘ diyerek soyunup kuyuya indi. Hırsız da elbiseleriyle birlikte nesi varsa, hepsini alıp kaçtı. Koçu çaldıran zavallı saf adam, tamahı yüzünden elbiselerinden de oldu. İnsan yolunu aydınlığa çıkaracak tedbiri, elden bırakmamalıdır. Tamah huyu hırsıza benzer. Hayal gibi her an, değişik bir suretle ve hileyle insanı aldatır. (Mesnevi’den)

Basitlik; insanın, ruhunu Kur’an ahlâkına uygun bir şekilde derinleştirememesi, Allah’a yakın olma ve O’nun rızasını kazanma konusunda istekli olmaması sonucunda, davranış ve düşünce biçiminde meydana gelen yüzeyselliktir. Bu yüzeysellik, insanın, Allah’ın gücünün sınırsızlığını, kendi etrafında ve dünya üzerinde meydana gelen olaylardaki hikmetleri ve yaşamın gerçek manasını anlamada zayıf bir kavrayışa sahip olması şeklinde kendini gösterir. Allah’ın varlığını ve gücünü kavrayan samimi bir Müslüman’ın gösterdiği güzel ahlak ile bu şekilde yüzeysel bakış açısına sahip bir insanın ortaya koyduğu ahlak, kişilik ve davranış biçimleri birbirinden tamamen farklıdır. Müslümanlar son derece asil bir ruha, yüksek bir kişilik kalitesine ve derin bir anlayışa sahip olurlarken, basit insanlar kendilerini alçaltan bir karakter yapısına sahip olurlar.

Müslümanlar Allah’ın lütfetmesiyle soylu bir ruha sahip olduklarından Allah’ın, “Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.” (Fatiha Suresi, 4-6) ayetlerinde bildirdiği şekilde her türlü nimet ve yardımı Allah’tan beklerler. İhtiyaç içinde olsalar bile bunu vakarlarından dolayı insanlara belli etmezler. Böyle güzel bir ahlakın makbuliyetine Rabbimiz şöyle dikkat çekmiştir:

“(Sadakalar) Kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir ki onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler…” (Bakara Suresi, 273)

Yine Allah (cc)’ın; “Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler…” (Haşr Suresi, 9) ayetinde bildirdiği gibi kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile yine tavırları almaya değil, vermeye yöneliktir. Müslümanlar tamahkârlığın tam zıddı olan bu onurlu ve fedakâr tavırlardan büyük bir zevk alırlar. Tamahkâr insanlar ise kendilerinde olan nimetleri hırsla sahiplenir, şükretmeyi akıllarına getirmezler. Bu sebeple de bir türlü ellerindeki nimetlerden dolayı sevinç duyamazlar. Zihinlerinde hep daha da fazlasını elde etme arzusu vardır. Hatta ihtiyaçları olmasa bile yalnızca daha fazlasına sahip olma hırsı içinde yaşarlar ve çok küçük şeylere tamah edebilirler. Allah (cc) ayetlerde bu gerçeği haber verir ve bu insanların din ahlakını yaşamamakta ısrarlı olduklarına dikkat çeker: “Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak ki Ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal’ (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha artırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı ’kesin bir inatçıdır.” (Müddessir Suresi, 11-16)

Kendi ellerinde olanı harcamaktan çekinen ve ellerini sımsıkı tutan bu basit karaktere sahip insanlar, başkalarına karşı ise tam tersi bir tavır içindedirler. Allah (cc) Kur’an’da “Eksik ölçüp tartanların vay haline ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar. Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler.” (Mutaffifin Suresi, 1-3) ayetleriyle onların tamahkârlıklarından kaynaklanan sahtekârlıklarını deşifre ederek haber verir. Oysa bu, Allah’ın razı olmadığını Kur’an’da bildirdiği ve insanları sakındırdığı basit bir tavırdır.

Tamahkârlık yalnız maddi birtakım değerlerle sınırlı bir kavram değildir. Verilen bir cevapta, sarf edilen bir sözde ve bunların yanı sıra pek çok ayrıntıda bu kötü ahlak kendini gösterebilir. Basit insan kendi deyimiyle ’lafın altında kalmaz’; son sözü söylemeye tamah eder. Kimi insanlar her fırsatta konuşmalarının arasına yabancı dilden kelimeler ve vurgular serpiştirerek dil bildiklerini vurgulamaya çalışırlar. Düz ve sade anlatım yerine, söylemek istedikleri kelimenin Türkçesini hatırlayamıyor gibi yaparlar. İnsanlara gösteriş yapabilmek için birkaç kelimeye tenezzül ederler. Benzer şekilde marka, araba, yazlık gibi genelde sahip olunan maddi imkânları vurgulamaya yönelik konuşmaların hemen hemen çoğunun temelinde bu basitlik vardır. Hâlbuki böyle geçici dünya metalarına düşkünlük göstermek insan için büyük bir utanç vesilesi olmalıdır. Bu basitliğe tenezzül eden kişi ne kadar küçük duruma düştüğünü bilmelidir. Sahip olduğu her şeyin yalnızca göz açıp kapayıncaya kadar geçecek olan dünya hayatına ait olduğunu, ölümle birlikte sonsuza kadar tümünün geride kalacağını unutmamalıdır.

Tamahkârlık gibi çirkin davranışların beraberinde getirdiği basitlikten kurtulmanın yolu, insanın Kuran ahlakını yaşamasıdır. Tüm samimiyetiyle Allah’a teslim olmaya karar vermiş; O’nun razı olduğu şekilde yaşamaya tam niyet etmiş kişiler tamahkârlık gibi kötü ahlak özelliklerinden kolayca uzaklaşırlar. İnsanın geçmişte hatalı davranışlarda bulunmuş olması, tamahkârlık gibi basit insanlara özgü tavırlar göstermiş olması önemli değildir. Önemli olan, kişinin Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik karar alması ve bu yönde samimi bir çaba göstermesidir. Ancak (cahiliye de) geçen geçmiştir. Çünkü bu, ’çirkin bir hayâsızlık’ ve ’öfke duyulan bir iğrençliktir.’ Ne kötü bir yoldu o! (Nisa Suresi, 22)

Tamahkâr insanlar şaşırtıcı derecede küçük menfaatleri elde etmeyi kâr olarak görürler. Örneğin arkadaşlarından önce davranarak daha iyi bir yere geçip oturmak ya da gittiği bir yerde hiç para harcamadan yemek yiyebilmek mutluluk vesilesi olan önemli olaylardır.

Peygamber Efendimiz (sav) de hadisi şeriflerinde; “Kim ki arzusu, amacı dünya olursa Allah o kimsenin aleyhine işini darmadağın eder, fakirliğini iki gözünün arasında kılar (yani dünyalığı elde etmek uğrunda sıkıntılar çeker, ihtirası da dinmez) ve dünya (nimet ve malın)dan kendisi için (kaderinde) yazılmış olan miktardan başka hiçbir şey ona gelmez. Kimin niyeti, arzusu ahiret olursa Allah o kimse için (dağınık) işini toparlar (düzenler), zenginliğini kalbine yerleştirir, dünya (nimetleri ile malı) da boyun eğerek (rahatlıkla) gider.” (İbni Mace,cilt 10)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TAASSUP (BAĞNAZLIK)

İslam dini, akla hitap eden ve aklın güzelce işletilmesini isteyen bir dindir. Yüce Rabbimiz, İslam dininin temel kaynağı Kur’an-ı Kerim için; “Bu (Kur’an) da bizim indirdiğimiz bereket kaynağı bir kitaptır. Artık ona uyun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (En’am, 6/155) buyurarak bu dinin, böylesine yüce bir kitaba dayandığını bildirmektedir. Allah kelamı olan bu yüce kitap, aklî ve naklî delilleri aklın önüne koyarak, insanlara yol gösterir. İlim, irfan sahiplerini ve akıllarını güzelce işletenleri över, yanlış inanış, görüş ve arzuların peşine düşenleri de yerer. İnkârcılığı ve cehaleti en büyük düşman sayar.  Güçlü bir imana sahip olmayı, inançta hakka ve amelde hayra yönelmeyi ister. Aklı, ilim ve irfanla geliştirmenin gerekli olduğunu bildirir. Faydalı ilimlerin öğrenilmesini, güzel işlerin ve salih amellerin işlenmesini teşvik eder.

Taassup; bir görüş ve düşünceye, bir kişi ve topluluğa körü körüne bağlanmak, taraf olmak, akraba ve kavminin fertlerine aşırı ölçüde sevgi gösterip yardımcı olmak ve onları kayırmak anlamlarına gelir. Terim olarak: Din, ahlâk, adet, görüş ve düşünce gibi konularda haksızlık ve husumet derecesine varacak ölçüde bir saplantıya düşmek demektir. Bir insanın içinde yaşadığı toplumun ortak değerlerine bağlı olması ve onları koruyup savunması, taassup değildir Aksine, dinî, millî ve ahlakî değerleri koruyup yaşatmak için gösterilen salâbet ve kararlılık demektir. Yüce Allah (cc)’ın; “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun.” (Enfâl, 24) emrini yerine getirmektir. Allah ve Resulü’nün davetine icabet ederek, büyük bir samimiyetle İslam dininin emirlerine uymak; toplum hayatının kanı, canı hükmünde olan dinî, millî ve ahlakî değerleri korumaktır. Hiç şüphe yok ki yüce değerlerine karşı duyarsız olan bir milletin, tarih sahnesinde söz sahibi olabilmesi mümkün olmaz.

Taassupa en çok karşı çıkan din İslâm’dır. Hz Peygamber (sav) müşrikleri İslam’a davet ettiğinde onlar, yanlış-eksik yönleri olduğunu söyleyerek değil, körü körüne atalarının dinine sarıldıkları, hiç bir araştırma ve tartışmaya girmeden kendi dinlerini üstün gördükleri için İslâmiyet’i kabul etmiyorlardı. Hak dini kabul ettirmeyen, ona karşı koyduran bu kör inada Kur’an, “Cahiliyye taassubu” (hamiyyetü’l-câhiliyye) (Fetih,26) demektedir. Bugün de İslâmiyet hakkında yeterli ve doğru bilgisi olmayan, aksine, onun hakkında yanlış bilgilere sahip olan ve kendi bildiklerini tartışmasız doğru ve üstün kabul ederek İslâm’a karşı olan mutaassıp aydınlar olabileceği gibi, dinî heyecanları çok, fakat din hakkındaki bilgileri eksik olan mutaassıp dindarlar da olabilir. Müslüman mutaassıp değil, hoşgörülü olmalıdır.

Bilgisizlik, ölçüsüzlük, muhakemesizlik, gibi olumsuz zeminlerde yeşeren ve sınır tanımayan nefsanî arzulara kapılmaktan kaynaklanan taassup, fert ve toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmesinin önünde duran büyük bir engeldir.

Taassubun birçok sebebi vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

Güvenmek: Sevilip sayılan bazı itibarlı kişilerin görüşlerini, bir muhakeme ve değerlendirmeye tabi tutmadan, onlara güvenerek, olduğu gibi kabullenmektir. Aslında böyle bir güven anlayışı, İslâm’a aykırıdır. Çünkü İslam dini, aklî ve naklî delillere dayanır. Dolayısıyla, ileri sürülen görüşün delillerini ve gerçeğe uygunluk durumunu araştırıp bir sonuca varmadan, bir Müslüman’ın onu kabul ya da reddetmesi doğru olmaz. Şayet, güvendiği için kabul ederse, bu anlayış, onu, hataya veya taassuba düşmekten koruyamaz.

Bilgi Yetersizliği: İslâm’ın temel meseleleri olan itikat, ibadet ve ahlakla ilgili esasları bilmeyen ve Hz Peygamber (sav)’e tabi olmanın ne demek olduğunu henüz anlayıp kavrayacak bir durumda bulunmayan bir insan, eğer biliyormuş gibi davranır, kendi bildiklerini dinden sayar ve onları din diye savunmaya kalkışırsa, taassubun içine düşmüş olur. Yüce Rabbimizin, “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar” (Zümer,9) mealindeki ayeti, ilmin önemini vurgulamakta ve bilgisizliğin de, bir değer olmadığını ortaya koymaktadır.

Ehlinden Sormamak: Bir insanın, bilmediği bir konuyu, ehil olmayan kişilerden sorması ve onlardan aldığı cevaplara dayanarak, öğrendiklerinin doğruluğunu savunması, taassuba götüren bir yoldur. Bir ayette; “Eğer bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun” (Enbiya, 7) şeklinde buyurularak, bilinmeyen her konunun, uzmanından sorulup öğrenilmesi istenmektedir. Din konusunda hataya düşmek istemeyen bir Müslüman’ın, bilmediği bir meseleyi temel kaynaklardan, ya da bizzat araştırarak veya bilenlerden sorarak öğrenmesi gerekir. Çünkü bilen bir insan, dikkatli ve ölçülü olur. Hakkın ve hayrın ne olduğunu anlar ve ona göre hareket eder Bütün işlerini, hep bu çerçevede araştırır, ölçer, biçer, değerlendirir ve yapar.

Kişinin Kendini Ölçü Alması: Bir insanın, yalnız kendi yapısına ve huyuna uyan bir görüşü, bir mezhebi hak, diğerlerini de yanlış görmesi, kendini ölçü alması ve bencillik duygusuna kapılması, taassubun başka bir sebebidir. Kendisini hakkın ve doğrunun ölçüsü sayan bir kişi, bu dar görüşüne kapılarak daha da ileri gider ve Hz Peygamber (sav)’e de ölçüler vermeye çalışır. Sonuçta, Yüce Allah’ın; “(Ey Muhammed!) De ki: ‘Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir” (Hucurât, 49/16) anlamındaki ayetinde bildirdiği, daha aşırı bir taassuba düşer. Böyle bir anlayışın akla, dine ve ilme uyan bir tarafı yoktur. Bu sırf kendini beğenmişliğin, canlı bir örneği olmaktan başka bir şey değildir. Gerçeği, sadece kendisinin beğenip savunduğu fikir ve görüşlerden ibaret sayanlar, basiret, ilim ve irfandan mahrum olan kimselerdir. Sosyolojik açıdan gelişememiş bu tür insanlar, şahsi bir görüşün, dar bir anlayışın dışına çıkamazlar. İşte bu gibi dar görüşlüler, toplumda çeşitli sıkıntıların ve huzur bozucu rahatsızlıkların oluşmasında da etkili olurlar.

Kolaycılık: Eski dinlerden kalma bazı bilgi, adet ve gelenekleri hiç araştırmadan benimseyip onlara uymak ve bunları İslam’dan saymak, kolaycı bir yaklaşımın tipik bir örneğidir. Gerçekleri öğrenmekten korkan veya böyle bir zahmete katlanmaktan çekinen bazı insanların seçtiği, bir başka taassup yolu da budur. Çünkü bu tutum, geçmişin mirası ile yetinmek, doğruları araştırmaya yönelmemek, ilim ve anlayış açısından gelişmeyi durdurarak, dar kalıplar arasında sıkışıp kalan bir hayata razı olmak demektir

Şahsi Görüş: Dini sorunları çözüme kavuşturma konusunda, İslami ölçülerin değil, şahsi görüşlerin esas alınıp savunulmasıdır. İslâm dini kıyamete kadar devam edecek hak bir din olduğundan, hayatın akışı içerisinde karşılaşılacak yeni sorunların çözümlerine, yeterli ölçüler getirmiştir. Bu bakımdan, İslam âlimlerinden uzman bir topluluğun, dinî ölçüleri esas alan ilmî toplantılar düzenleyerek, yapacakları ortak akıl çalışmalarıyla yeni sorunlara çözümler bulmaları, en isabetli olanıdır. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır” (Al-i İmrân, 114) mealindeki ayet, belirtilen gerçeği ortaya koymaktadır. Aksi takdirde, yeniden birçok taassup ve taklitçiliğe kapı açılmış olur.

Gelişen ve değişen şartlara göre İslâm dininin, günümüz insanının anlayabileceği bir üslupla güzelce açıklanıp anlatılması, geçmişten gelen büyük mirasın iyi korunması ve gerekiyorsa çeşitli konulara değişik açılardan da bakılması, elbette güzeldir.  Ancak, hoş görülsün diye kaş yaparken, göze zarar verilmemeli; araştırırken de Kur’an ve Sünnet’in ölçü ve esasları dışına çıkılmamalıdır. Şunu da unutmamak gerekir ki geçmişten gelen bir konuyu muhakeme etmeden, onun dini ve ilmi bir araştırmasını yapmadan, şahsi görüşlere dayanıp reddetmek nasıl bir taassup ise, belirli anlayışlarla yetinip dini tefekkürü susturmak da, öyle bir taassuptur.

Taassubun, mezhep, tarikat, meslek gibi kavramlar ve soy, kabile, bölge, millet ve şahıs gibi insanlar adına gösterilen birçok çeşidi ve etkeni vardır. Ancak, taassubun çeşidi ve sebebi ne olursa olsun, sonuçta insanı haksızlığa ve zulme itiyorsa, onun, artık makul ve meşru görülebilir bir tarafı kalmaz.

Dünya hayatı, bir imtihandır. Yüce Rabbimiz; “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk,2) buyurarak, dünyanın imtihan yeri olduğunu bildirmektedir. Bu imtihan, nefsin arzularına veya hakkın istediğine uyup uymamak biçiminde cereyan eder. Nefsanî arzular, insanı aşırılıklara, dünyanın geçici zevklerine çağırır. Yüce Rabbi de, aşırılıklardan, dünyanın geçici haram zevklerinden uzak durmaya, O’nun rızasını kazanarak ebedi mutluluğa ermeye davet eder Bu iki davetten birisini seçmek ise, insana aittir.

Nuri KÖROĞLU

SABIR -2

Evet, gerçekten âşıklar, rahat ile mihneti ayırt etmezler. Allah’dan her ne gelirse onu sineye çekerler. Bu rahattır, bu mihnettir demezler. Ahalinin zahmetine de mihnetine de, töhmetine de, katlanırlar. Fakat buna karşılık Allah indinde kendilerine misilsiz ecirler vardır. Bunun böyle olduğu birçok hadis-i şerif ile sabittir. Peygamberimiz (sav) buyurdular ki;

“Belalar önce peygamberlere, sonra evliyaya, daha sonra da sırasıyla benzerlerine ve benzerlerine havale olunur.” Bu hadis de gösteriyor ki, Şanı Mübarek ve Yüce olan Allah’ın sevdikleri de en çok bela ve musibetlere maruz kalabiliyor. Yani, Allah, sırf kullarının sabredip sabredemeyeceklerini bizzat kendilerine göstermek için onlara bela ve musibetleri verebiliyor. Şu halde bela ve musibetlere sabredip tahammül göstermek gerekir. Ta ki Şanı Mübarek ve Yüce olan Allah’ın Levhi Mahfuz’da yazmış olduğu dostluk sabit kalabilsin.

Bahtiyar kullar Allah’ın dostluğunu kazanan ve aynı zamanda bunu koruyabilen insanlardır. Belalara ve musibetlere sabredip tahammül göstermek de Allah’ın dostluğunu koruyabilmenin baş sebeplerinden biridir. Allah’ın takdiri dâhilinde olan bela ve musibetlere sabredemeyenler, O’nun dostluğunu muhafaza etmemiş olurlar.

“Ben Allah’ım! Benden başka ibadete layık hiçbir zât yoktur. Ancak Ben varım. Muhammed de Benim Habibim ve Resulümdür. Kim ki Benim hükmüme teslim olur, belalara sabreder, nimetlerime de şükreylerse işte Ben onu sıddıklar zümresinden yazar ve kendisini sıddıklarla beraber haşr ederim. Kim de Benim hükmüme teslim olmaz, belalara sabretmez, nimetlerime de şükreylemezse o da kendisine Benden başka ilah bulsun

Ey aziz kardeşim, bu sözlerde, musibetlere sabretmeyenler için büyük ihtarlar vardır. Zira görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen Âlemlerin Rabbi şöyle buyuruyor:

“Kim de Benim hükmüme teslim olmaz, belalara sabretmez, nimetlerime de şükreylemezse o da kendisine Benden başka ilah bulsun…” Allah korusun, Âlemlerin Rabbini ilah edinmeyen birisi ise imandan çıkar, putperest veya kâfir olur. Bütün bunlar, musibetlere sabretmenin ne derece ehemmiyetli olduğunu gösterir.

Allah yolunda sabreylemek, nefisle bir nevi mücadele etmek demektir. Zira bela ve musibetler nefse zor gelir. Onlara sabır ve tahammül göstermek için ise nefisle mücadele etmek gerekir. Allah âşıkları daimi bir nefis mücadelesi içindedirler. Bununla beraber, bela ve musibet anlarında buna ayı bir itina göstermek gerekir. Zenginlerin, fakirlerle hemhal olmaları ve onların ihtiyaç ve sıkıntıları gidermeleri bir vazife ve mükellefiyettir. Öfke halinde sabretmek ve öfkeye hâkim olmak da büyük bir sabırdır.

Efendimiz (sav) hadis-i şeriflerinde buyurdular ki;

“Nefsin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte çok büyük hayırlar vardır.”

Nefsin hoşlanmadığı şeyler pek çoktur. İşte onun hoşuna gitmeyen bu şeyleri dikkat ve itina ile yapmak birer sabırdır. Mesela;

1)Beş vakit namazı vaktinde kılmak

2)Yaz günlerinde nafile oruç tutmak

3)Her türlü mal-mülk ve servetin zekâtını ve vergisini vermek

4)Fakir, yoksul ve muhtaçlara yardım etmek

5)İmkân halinde hacca gitmek nefsin hoşlanmadığı şeylerdendir. Bunları dikkat ve itina ile yerine getirmek ise sabırdır.

İbni Abbas (ra) şöyle der;

“Sabrı cemil, musibete maruz kaldığı halde bunu kimseye duyurmayan ve kendisinin bir musibete duçar olduğu ancak başkalarına sorularak öğrenilebilinen kişilerin sabrıdır. Bu musibet, ister küçük ister büyük musibet olsun. İşte musibetler karşısında bu şekilde davrananlar ancak hesapsız ecirlere kavuşurlar”

Ey Müslüman! Sakın ola ki açlık, hastalık, ileride dara düşme endişesiyle günah işlemeyesin. Bazı insanlar vardır, şöhret için günah işlerler. Bazıları dünya hırs ve tamahı sebebiyle günah işlerler. Bazıları da vardır ki nefsânî zevk ve hazlardan dolayı günah işlerler. Sen bunları düşün. Çeşitli sebeplerle bu yollara düşen kişilerin durumuna düşme. Sonra pişman olursun. Fakat son pişmanlık fayda vermez. Bu arada dikkat edeceğin en mühim hususlardan biri de şudur:

Malını, mülkünü, paranı ve diğer imkânlarını mânâsız, lüzumsuz, hevai yerlerde harcama. Bilakis Allah yolunda cemiyete ve Allah’ın mahlûkatına faydalı olacak yerlerde harca. Eğer onları hevai yollarda harcarsan sana bu dünyada faydalı olmayacağı gibi, ahirette de hesabını verip cezasını çekmek zorunda kalırsın. Malını, mülkünü ve diğer imkânlarını hevai yollarda harcamayıp da Allah yolunda harcamak da büyük sabırlar cümlesindendir. Çünkü nefis onların hevai yerlerde harcanmasını ister.

Sözün kısası; Müslüman, maruz kaldığı mihnet, meşakkat, bela ve musibetlere sabreder. Tahammül gösterir ve razı olursa Allah’ta ondan razı olur. Zira Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde; “Bütün belalara sabredip tahammül gösterenlerden Allah razı olur” buyurmuşlardır.

Rabbim cümlemize sıkıntı ve musibet anında sabr-ı cemil ihsan eylesin. Nimet ve lütuf hallerinde ise şükrünü eda etmeyi nasip eylesin.

Nuri KÖROĞLU

SABIR – 1

Ey aziz kardeşim, bilmiş ol ki sabırlı insan bahtlı insandır. Allah yanında derecesi yüksek insandır. Nitekim şanı mübarek ve yüce olan Allah, sabırlı kullarını överek şöyle buyurur:

“Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara suresi:153) sabır denen haslet, insanı hayvanlık mertebesinden insanlık mertebesine çıkarır. Bir gaye için sabır ve tahammül gösterenler hedeflerine mutlaka erişirler.

Mesela:

a)Fakirliğe sabır ve tahammül gösterenler, sonunda zenginliğe mutlaka erişirler.

b)Düşmanlara karşı vermiş oldukları mücadelelerde sabır ve tahammül gösterenler sonunda mutlaka muzaffer olurlar.

c)Ayrılıklara sabır ve tahammül gösterenler, sonunda mutlaka visale erişirler.

İşte hayatta sıkıntı ve zahmetlere sabır ve tahammül gösterenlere, sonunda mutlaka gayelerine erdikleri ve muzaffer oldukları içindir ki şöyle denir:

 “Sabır, sevincin ve genişliğin anahtarıdır.”

Sabrında çeşitleri vardır. Aynı zamanda Allah katında her birinin ayrı ayrı ecirleri de mevcuttur. Şimdi biz burada onların her birini sayalım ki muhterem Müslüman kardeşlerimiz öğrensinler de yerli yerinde kullansınlar ve böylece hayatta hayırlı gayelerine erişsinler, muzaffer olsunlar.

Sabır üç çeşittir. Bunlar:

1)Sıkıntılara, musibetlere sabır,

2)Allah’a kulluktaki meşakkatlere sabır

3)Günah işlememeye sabırdır.

Şimdi, musibet denince nelerin akla geleceğini izah edelim:

Canımızın incindiği ve tedirgin olduğu her şey bizim için bir musibettir. Yani bize güç ve zahmetli gelen ve tedirginlik veren şeylere musibet denir. Şüphesiz ki, musibetin de azı, çoğu, büyüğü, küçüğü vardır. Mesela:

1)Kişinin bir yakının ölmesi bir musibettir,

2)Kendisinin hastalanması bir musibettir

3)Malının, mülükünün telef olması bir musibettir.

4)Başına korkulu haller gelmesi bir musibettir.

5)Zalimlerin zulmüne uğraması bir musibettir.

6)Ayağına taş veya diken batması bir musibettir.

7)Sahip olduğu her hangi bir imkânı kaybetmesi bir musibettir.

İşte bu ve benzeri musibetlere maruz kalan Müslümanların sabretmeleri, metanet göstermeleri, sızlanmamaları ve acılara sükûnetle tahammül etmeleri gerekir. Çünkü musibete sükûnetle tahammül etmek, musibetin peşinden gelecek acılara set çekmek, demek olur. Musibetleri sabır ve sükûnetle karşılamayarak ah-vah edenler, kendi kendilerini daha da büyük sıkıntılara sokmuş olurlar. Hâlbuki musibeti sabır ve sükûnetle karşılayarak onun getirmiş olduğu ağrı ve acıları sarmaya ve gidermeye çalışanlar ve Allah’a teslim olanlar ise, musibetin neticesinde gelecek zahmet ve meşakkatleri gidermiş olurlar. Sözün kısası, musibetlere karşı ah-vah etmenin hiçbir faydası yoktur. Bilakis zararı vardır. Bütün bunlardan başka Şanı Yüce olan Allah, belalarla musibetleri sabır, sükûnet ve tahammülle karşılayanlara, karşılıksız olarak sayısız ecirler verir. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde açıkça belirtilmektedir.

Sizi, biraz korku, biraz açlık, biraz mal-can mahsul eksikliği ile imtihan edeceğiz. Bunu, bilmediğimiz için değil, kimin itaatkâr ve kimin isyankâr olduğunu yine size göstermiş olmak için yapacağız. Sen, Ey Resulüm! Kendilerine bir musibete sabır ve tahammül gösterenleri müjdele.” (Bakara suresi:155-156)

Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, musibetler, kulları sınamak imtihan etmek içindir. Zira ayette “Biz sizi sınarız…” buyrulmaktadır. Onun için; sıkıntılar, musibetler, meşakkatler ve düşmanla mücadele karşısında sabır ve tahammül göstermek gerekir. Sabretmenin pek çok faydası vardır. Her şeyden önce, musibetlere sabır ve tahammül göstermeyerek ah-vah etmenin, musibetin getirdiği acıyı gidermeğe hiçbir faydası yoktur. Bilakis daha da zararı vardır. Hem, musibetlere sabredip tahammül göstermeyenler, sabrın Allah indindeki ecrini bulamazlar. Zira bela ve musibetlere sabır ve tahammül gösterip Allah’a tevekkül edenler, bunun Allah indindeki ecrine nail olurlar. Musibetlere sabredemeyerek ah-vah edenler ise Allah katında ki büyük ecirden mahrum kalırlar. O halde ey Müslüman kardeşim! Gel, sen de bütün bunları düşünerek, hayatta maruz kalabileceğin musibetlere sabreyle, tahammül göster. Allah’a tevekkül et. Gerekli sebeplere sarılarak işin gerisini O’na bırak.

Musibet birdir. Fakat sabretmeyince iki olur. Bunlardan biri büyük musibettir. Diğeri de küçük musibettir. Büyük musibet, musibete sabretmeyenlerin elinden alınan “Musibete sabır” sevabıdır. Kendisine sabredilmeyen musibet ise küçük musibettir…

Demek ki musibete sabretmeyip ah-vah etmek de bir musibettir. Hem de büyük musibettir. Zira bu musibet, musibete sabır sevabının elden gitmesine sebep olmaktadır. Allah’ın rızasını isteyen müminler ise, ister rahat olsun, isterse mihnet olsun, cana zarar gelen ve hevay-ı nefsin hoşuna gitmeyen bütün hususlarda sabır ve tahammül gösterirler, darlanmazlar, sızlanmazlar. Halis müminler, mihnet ve musibetlere sabrettikleri gibi, nimetlere de şükrederler. Nitekim Peygamberimiz (sav)’in bu hususları dile getiren hadisleri pek çoktur.

“Hem darlık hem de genişlik zamanlarında Allah’a hamd edenler, kıyamet günü Cennet’e çağrılırlar.” Musibetler sabredip tahammül göstermek, muhabettullah alametidir. Zira kişi ancak sevdiğinin zahmetlerine sabreder. Bu dünya bir imtihan âlemidir. Herkes musibetlere, meşakkatlere, belalara maruz kalabilir. İşte Allah’ın halis kulları bu musibetleri sabır, sükûnet ve tahammül ile karşılarlar. Asla sızlanmazlar, darlanmazlar, ah-vah etmezler. Allah’ın sevdiği kulları da bu dünya da musibetlere ve meşakkatlere maruz kalabilirler. Nitekim Peygamberimiz (sav)’in bu hususları tespit eden hadis-i şerifleri pek çoktur.

“Şanı Mübarek ve Yüce olan Allah, bir kulunu sevdi mi, onu imtihan etmek için kendisini musibetlere müptela kılar. Yine, Allah, böyle bir kulunu bir musibete maruz bıraktığı zaman ise ona sabretme gücü verir” Allah’ın öyle kulları vardır ki onların nazarında nimetle, mihnetin; rahatla, zahmetin hiçbir farkı yoktur. Yani onlar için nimette birdir, mihnette. Rahat da birdir, zahmette. Mihnet ve meşakkatlere sabır ve tahammül gösterirler. Böylece sıkıntılara katlanırlar. Yine bir nimete mazhar oldukları zaman da bunun şükrünü eda edebilmek için zahmet ve meşakkatlere katlanırlar. Hâsılı, Allah’ın halis kulları için nimetlerle, mihnetler adeta birbirlerinden farksız şeylerdir. O halde sen ey Müslüman kardeşim, musibetere, mihnetlere, belalara sabırlı ve tahammüllü ol. Musibetler karşısında metanet göster. Allah’a tevekkül et. Nimetlere de şükret. Nail olduğun nimetlerin şükrünü edaya çalış…

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : PİR KİMDİR, PİRİN SIFATLARI

Ey Hak Nuru Hüsameddin! Bir iki kâğıdı fazla al da pirin sıfatlarını anlatayım. Gerçi vücudun nazik ve çok zayıf, fakat Sensiz cihanın işi yoluna girmiyor. Gerçi ışık (gibi nurlu, latif) ve sırça (gibi ince ve nazik) oldun. Fakat gönül ehlinin başısın, onlara mutadasın.

Mademki ipin ucu senin elindedir, senin isteğine tabidir; gönül gerdanlığının incileri de senin ihsanıdır. Yol bilen pirin ahvalini yaz, piri seç, onu yolun ta kendisi bil… Pir yaz mevsimidir; halk ise güz ayı… Halk, geceye benzer, pir aya…

Genç ve ter ü taze talihe pir adını taktım. Fakat o, halk tarafından pir olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir pirdir ki iptidası yoktur, ezelidir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “Min Ledünn” şarabı olursa…

Piri bul ki bu yolculuk pirsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, afetlerle doludur. Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın. Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın yol göstericiden baş çevirme! Ey nobran! Pirin gölgesi olmazsa gulyabani sesi seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır. Gulyabani, sana zarar verir, yolundan alıkoyar. Bu yolda nice senden daha dâhi kişiler kaybolup gittiler. Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü ruhlu iblisin onlara neler yaptığını Kur’an’dan işit!

Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felakete uğrattı, çırçıplak bıraktı. Onların kemiklerine, kıllarına (onlardan kalan eserlere) bak da ibret al; eşeğini onların yoluna sürme. Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür. Onu boş bırakma, yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeği sever. Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı çayırlara doğru fersahlarca yol alır. Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir.

Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı yoldur. Kadınlarla istişarede bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helak oldular. Heva hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Allah yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, heva ve hevestir. Cihanda bu heva ve hevesi, yol arkadaşlarının gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.

Peygamber, Ali’ye dedi ki: “Ey Ali! Allah’ın Aslanı’sın, kuvvetlisin, korkmazsın, yüreklisin. Fakat aslanlığına dayanma, güvenme. Ümit ağacının gölgesine sığın! Hiç kimsenin rivayetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı akıllı bir kişinin gölgesine gir. Yeryüzünde onun gölgesi Kaf Dağı gibidir, ruhu da Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta, yücelerde dolaşmakta… Kıyamet’e kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.

Güneş, insan suretiyle yüzünü örtmüştür, insan suretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Allah daha iyi bilir. Ya Ali! Sen, Allah yolundaki bütün ibadetler içinde Allah’a ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. Herkes bir çeşit ibadete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı.

Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın. Bu, senin için bütün ibadetlerden daha iyidir. Bu suretle yolda ilerlemiş olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun. Bir Pir ele geçirdin mi hemen teslim ol; Musa gibi Hızır’ın hükmüne girip yürü.

Ey münafıklık nedir bilmeyen! Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır “Haydi git, ayrılık geldi” demesin. Gemiyi kırarsa ses çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma. Mademki Hak, O’nun eline “Kendi Elimdir” dedi; “Yedullahi fevka eydihim” hükmünü verdi… Şu hâlde Allah’ın eli, onu öldürse de yine diriltir. Hatta diriltmek nedir ki? Ona ebedi hayat verir. Bu yolu, nadir olarak yapayalnız aşan bile yine pirlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır. Pirin eli kısa değildir, gaiptekilere de erişir. Onun eli, Allah’ın kabzasından başka bir şey değildir ki. Gaipte bulunanlara böyle bir hilati verirlerse huzurda bulunanlar şüphesiz gaiptekilerden daha iyidir. Gaiptekileri bile doyururlar, onlara bile ihsan ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar?

Huzurlarında hizmet kemeri bağlanan nerede? Kapı dışında bulunan nerede? Piri seçip ona teslim oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma! Balçık gibi gevşek ve kendini koyuvermiş bir halde bulunma! Her zahmete her meşakkate kızar, kinlenirsen cilalanmadan nasıl ayna olacaksın?”

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : SUİZAN

Suizan; bir işin aslını öğrenmeden bir kimseyi kötü zannetmektir. (sanmak, tahmin etmek manalarına gelir.) Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ buyuruyor ki;

“Ey iman edenler, suizan etmekten kendinizi koruyun! Zannetmenin bazısı günahtır.” (Hucurat;12)

Bir Müslüman başka bir kimsenin ayıbını görünce, ona hüsnü zan etmeli suizan etmemelidir. Kalbe gelen bir düşünce, suizan olmaz. Kalbin o tarafa kayması, meyletmesi suizan olur. Hadisi şerifte suizan hakkında; “Yanlış karar vermeye sebep olur.” buyurulmuştur. (Müslim)

Zan ile başkasının kötü olduğunu kabul eden, onun gıybetini eder, ona dil uzatır. Onu kötü, kendini iyi bilir. Bu da, helâkına sebep olur. (İhya) İmam-ı Rabbani Hazretleri de buyuruyor ki: Bir Müslüman’ı suçlu sanarak, dedikodu yapmak, çok çirkindir. Zan ile bir Müslüman’a sapık demek, münafık demek, kincilik olur. Bu iftiralar doğru değilse, söyleyen sapık ve kâfir olur. Hadis-i şerifte “Müslüman’a kâfir diyenin kendisi kâfir olur.” buyruldu. (Buhari)

Bir savaşta, kelimeyi şahadet getiren birisini öldüren kimseye, Rasulullah (sav) Efendimiz; “Kelimeyi şahadet söyleyen kimseyi niçin öldürdün?” buyurdu. O kimse de, “Dili ile söylüyordu ama kalbi ile inkâr ediyordu” dedi. “Kalbini yarıp da baktın mı?” diyerek onu azarladı, buyurdu.

Onun için bir mümine kâfir demekten, ona lanet etmekten sakınılmalıdır. Lanet, sahibine döner. Rasulullah (sav) Efendimiz: “Kul, lanet edince, lanet edilen buna müstahak değilse, kendine döner.” buyurmuştur. (Beyheki)

Başka bir hadisi şerifte de Efendimiz (sav), “İnsanların kalplerini yarmak, gizli şeylerini anlamak için emrolunmadım.” buyurmuştur. (M. Kâinat)

Müslüman’a suizan etmemelidir. Yani, Müslüman olduğunu söyleyen ve küfre sebep olan bir sözde ve işte bulunmayan kimsenin bir sözünden veya işinden hem imanı olduğu, hem de imansız olduğu anlaşılırsa, imanı olduğunu anlamalı, dinden çıktı dememelidir. Fakat bir kimse, dini yıkmaya, gençleri kâfir yapmaya uğraşır veya haramlardan birinin iyi olduğunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa yahut Allah-u Teâlâ’nın emirlerinden birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna kâfir denir. Müslüman olduğunu söyler, namaz kılar, hacca gitse de buna, “Zındık” denir. Müslümanları aldatan böyle ikiyüzlüleri Müslüman sanmak, ahmaklık olur.

Salih veya fasık olduğu bilinmeyen bir Müslüman hakkında hüsnü zan edilmelidir. Hüsnü zan, suizanın tersidir. Bir kimseyi iyi zannetmektir. Hüsnü zan edileceklerin başında Allah-u Teâlâ gelir. Rasulullah (sav) Efendimiz, “Allah-u Teâlâ’ya hüsnü zan etmek ibadettir.” buyurmuştur. Her Müslüman, Allah (cc)’ın rahmetinin, affının bol olduğunu bilmelidir. Günahlarımız çok olsa dahi Allah-u Teâlâ’nın hepsini affedeceğini düşünmek hüsnü zan olur. Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ Hazretleri mealen buyuruyor ki:

“Ey günahı çok olan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah-u Teâlâ, bütün günahları affeder. O sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.” (Zümer 53)

Günahının affolunmayacağını zannetmek, Allah-u Teâlâ’ya suizan etmek manasına gelir. Şartlarına uygun tövbe edilince, Cenab-ı Hak her türlü günahı muhakkak affeder. Dilerse, ahirette küfürden başka günahları tövbesiz de affeder. Bir kutsi hadiste Rabbimiz; “Kulum Beni nasıl zannederse, ona zannettiği gibi muamele ederim.” buyurmuştur.

“Kıyamet Günü, Allah-u Teâlâ bir kulunun Cehenneme atılmasını emreder. Cehenneme götürülürken arkasına dönerek, “Ya Rabbi! Dünyada Sana hep hüsnü zan ettim” deyince, “Onu Cehenneme götürmeyiniz! Kulumu Bana olan zannı gibi karşılarım” buyurur.” (Beyheki)

Peygamber Efendimiz (sav), ölüm halindeki bir gence sorar:

– Kendini nasıl buluyorsun?

– Günahlarımdan korkuyor; fakat Allah’tan ümit kesmiyorum.

– Bu korku ile ümit, şu ölüm anında kimde bulunursa, Allah-u Teâlâ ona umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar. (İ. Gazali, Tirmizi)

Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümidini kesmek çok tehlikelidir. Kur’an-ı Kerim’de mealen buyruluyor ki: “Kötü zanda bulundunuz. Bu yüzden helaka mahkûm kavim oldunuz.” (Fetih; 12)

Zan ile hareket etmek yanlıştır. Zan kesin bilgi değildir. Kur’an-ı Kerim’de de mealen Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

“Zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.” (Yunus; 36)  Dinimiz zahire göre hüküm verir

İçki içene hüsnü zan edilmez. Bir kâfir Müslüman olsa, Müslüman olduğunu kimseye söylemese, iman ile ölse, bizim ona kâfir dememizde hiç mahzur yoktur. Çünkü biz onun Müslüman olduğunu bilemeyiz. Tersine, bir Müslüman da kâfir olsa, fakat küfrünü gizlese, camiye gelse, ona Müslüman nazarı ile bakarız, ölürse namazını kılar, ona dua ederiz. Bundan mesul olmayız.

Hallacı Mansur Hazretleri “Enel Hak” dedi. Devrin müftüsü küfrüne fetva verdi. Çünkü din zahire göre hüküm verir. Ama o tasavvuf sarhoşluğu ile öyle söyledi, o sözünde mazur idi, ama o müftünün nazarında kendini ilah sayan birisiydi. Onun için müftü fetvasından mesul değildir. Öteki mazurdur.

Müslüman’ın hüsnü zannı şöyle olmalıdır: Bir çocuk görünce, bunun günahı yoktur, benim günahım vardır. O halde bu çocuk benden daha faziletlidir. Bir yaşlı Müslüman görünce, bunun ibadeti benden daha fazladır, o halde benden daha faziletlidir. Bir İslam âlimi görünce, ben cahilim, bu benden ziyade âlimdir, öyle ise benden daha faziletlidir. Bir cahil görünce, bu bilmeden günah işler. Ama ben bilerek işlerim, öyle ise, bu benden efdaldir. Bir kâfir görünce, olur ki dünyadan iman ile gider. Benim imanla gidip gitmeyeceğim ise belli değildir. Şu halde, benden daha faziletli olabilir diye düşünülmelidir!

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TAHAKKÜM (Zulüm ve İşkence)

“Allah’ın koyduğu sınırları aşanlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara; 229)

Tahakküm; hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak söz ve fiilde aşırı gitmek demektir. Kur’an-ı Kerim’de üzerinde en çok durulan kavramlardan biri şüphesiz zulümdür. Âlimler zulmü üç kısım halinde incelemişlerdir:

1- İnsanın Allah’a karşı işlediği zulüm, şirk ve küfürdür: “İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.” (En’âm, 82) ayeti inince, bu ayetin ifade ettiği, imana zulüm karıştırma meselesi ashabın nefsine ağır geldi ve “Hangimiz nefislerine zulmetmez?” dediler: Bunun üzerine Yüce Allah (cc): “Şüphesiz ki şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman,13) ayetini indirdi.

Yüce Allah(cc)’ın varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, iman esaslarından herhangi birini inkâr etmek de zulüm ve küfürdür. “İçlerinden her kim, “Allah’tan başka ben de şüphesiz bir ilahım” derse böylesini cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.” (Enbiyâ, 29) Bu ayette, Yüce Allah (cc)’ın ilâhlığını inkâr ederek, ilâhlık iddiasında bulunanların durumu dile getirilmiştir.

İsrâiloğullarının, Musa (as)’ın sözünü dinlemeyerek buzağıya tapmalarının zulüm olduğu hususunda da, Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Musa ile kırk gece için sözleşmiştik, sonra siz O’nun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz.  (Kendinize böylece) zulmediyordunuz.” (Bakara/51)

Kur’ân’da,  Allah (cc)’ın ayetlerini inkâr etmek ve Allah (cc)’ın daha önce indirdiği vahiyleri değiştirmek de zulüm olarak haber verilmiştir:“ Ayetlerimizi yalanlayanlar ve kendilerine de zulmeden topluluğun durumu ne kötüdür!” (A’raf/177)

“Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), zalimler topluluğuyla oturma!” (En’âm, 68)

Peygamberliğe ve peygamberlere inanmamak da zulümdür: “Şüphesiz ki onlara kendilerinden bir elçi geldi. Onu yalanladılar. Bunun üzerine onlar zulümlerine devam ederken, azab onları yakalayıverdi.” (Nahl,113) “Nuh kavmini de peygamberleri yalanladıkları vakit onları da boğduk ve onları insanlara bir ibret yaptık. Zalimlere acı bir azab hazırladık.” (Furkan, 37)

2- İnsanlar arasındaki zulüm: Bu da insanların kendi hemcinslerine karşı işledikleri suçlar, günahlar ve haksızlıklardır. Bilindiği gibi zulüm kavramı, Kur’an’da çok geniş bir kullanım alanına sahiptir. İnsanla insan arasındaki zulüm de, bu geniş alanda büyük bir yere sahip bulunmaktadır. Zaten zulüm denince ilk olarak akla insanların birbirlerine karşı olan hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışları zulüm olarak tanıtılmış, bunların işlenmemesi istenmiş ve işleyenler tenkit edilmiştir. Bu çirkin hareketlerden bazıları şöyledir:

-Adam öldürmek: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.  (Kurban kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden); “And olsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de, Allah ancak sakınanlardan kabul eder. Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile), ben sana öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın. Zalimlerin cezası işte budur.” dedi (Mâide, 27/29)

-Hırsızlılık yapmak: “Onun (hırsızlık yapmanın) cezası, kayıp eşya, yükünde bulunan kimseye verilir. İşte ona el koymak, onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız, dediler.” (Yûsuf, 75)

-Zina yapmak: “Yûsuf’un, evinde kaldığı kadın, O’nun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kilitleyip; “Haydi gelsene!” dedi. (Yusuf); Allah’a sığınırım! Efendim Bana güzel baktı (Ben nasıl onun iyiliğine karşı hıyanet ederim ) Zalimler iflâh olmazlar, dedi.” (Yusuf, 23)

-Suçlu insanları bırakıp suçsuzları cezalandırmak:   Dediler ki: “Ey vezir, onun büyük bir ihtiyar babası var! (Onun alıkonduğuna çok üzülür)  Onun yerine (bizden) birimizi al! Zira biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.” (vezir): “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah’a sığınırız. Yoksa biz zulmedenlerden oluruz, dedi” (Yusuf, 12/78, 79)

-Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmemek: “Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zalimler onlardır.” (Mâide, 45)  Resulullah (sav) Efendimiz, insanın insana zulmetmesini yasaklamış ve İslâm dininde zulmün yerinin olmadığını belirtmiştir. “Mazlumun duasından sakınınız! Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Cihâd, 180) diyerek, zulmün ne kadar kötü ve zararlı bir şey olduğuna işaret eden Resulullah (sav) Efendimiz, veda hutbesinde sık sık zulümden sakınmayı emretmiştir.

3- İnsanın kendi kendine zulmetmesi: “Biz hiç bir peygamberi, Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah’tan günahlarını bağışlamasını isteseler ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisâ, 64)

Sonuç olarak zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve sapmalara sebep olmaktadır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, yaratılış düzenini bozmamakta, nasıl yaratılmışlarsa öyle hareket etmektedirler. Allah (cc)’ın emir ve yasaklarını dinlemeyen, zulüm yollarına düşen insanlar ise insanın yaratılış gayesinin dışına çıkmaktadırlar. Bu halleriyle de, varlıklar arasında en büyük zalimlerden olma durumuna düşmektedirler. Onun için Allah (cc) ve Resulü genel olarak zulmü yasaklamışlardır. Bir de, bütün peygamberler insanları Allah (cc)’a inanmaya ve O’nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeye çağırmışlardır. Bu davete kulak vererek imana gelen ve ibadete sarılanlar huzur, saadet, mutluluk ve başarı elde etmişlerdir. Bu davete kulak vermeyerek peygamberlerin yoluna muhalefet edenler ise, zalimlerden olmuşlar ve başlarına büyük musibetler gelmiştir. Onun için bize düşen görev, Rabbimize lâyık kul Efendimiz (sav)’e lâyık ümmet olmaktır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : AŞIRI İHTİRAS

İhtiras, sözlük anlamı itibariyle, şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması demektir. Hırs da; bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek anlamındadır.

İnsanın bedeni, birbirine zıt olan dört türlü maddeden yaratılmıştır. Her çeşit madde, başka şeyler istemekte ve başka şeylerden kaçmaktadır. İnsanın şehvânî istekleri bedenden doğmaktadır. Gazap etmesi, istememesi de bedenden ileri gelmektedir. Hayvanlarda da şehvet, gazap, hırs, hased vardır. İnsanın hayvana benzeyen tarafı, hayvânî ruhtan ileri gelen şehvet, gazap ve hırs gibi kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, hayvanlarda, insandan daha kuvvetlidir. Şehvet, insanın kendine tatlı gelen şeyleri isteme kuvvetidir. Bunun orta miktarına iffet, namus denir. İnsan, tabiatının muhtaç olduğu şeyleri, İslamiyet’e ve insanlığa uygun olandan yani lüzumundan fazla isterse, yaparsa buna, hırs ve fücur denir. O zaman insan, helal-haram demeden, her istediğini elde etmeye çalışır. Başkalarının zararına da olsa, beğendiği şeyleri toplar. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (sav); “Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından daha çoktur.” buyurmuşlardır.

İmam Gazali Hazretleri de; “Hırslı insan, helal haram demeden her istediğine kavuşmak, başkalarının zararına da olsa beğendiği şeyleri toplamak, ister. Hırs veya tamah, kalp hastalıklarındandır. Hırs ve tamahkârlığın en kötüsü insanlardan bir şeyler beklemektir.” buyurmuştur.

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Sizin hesabınıza en çok şu iki şeyden korkuyorum: Aşırı emeller beslemek ve nefsinizin azgın ihtiraslarına kapılmak. Çünkü aşırı emeller beslemek. Ahireti unutturur, nefsin doyumsuz ihtiraslarına kapılmak ise insanları haktan saptırır.”

Peygamber’imiz (sav) buyuruyor ki:

“Şu üç şeyin üç şeye yol açacağına kefilim:

1 — Bütün benliği ile dünyaya sarılan,

2 — Dünya’ya hırslanan,

3 — Dünya için cimrilik eden kimse;

1 — Ötesinde zenginlik olmayan bir fakirlikle,

2 — Bitip tükenmez meşguliyetle

3 — Beraberinde hiç zenginlik olmayan hüzünle, karsılaşırlar.”

Sahabelerden Ebû Sait el-Hudrî (ra) Hazretleri buyurur ki; “Bir gün, Usame bin Zeyd; Zeyd. Ibni Sabit’ten bedelini bir ay sonra ödemek üzere yüz altına câriye satın almıştı. Bunun üzerine Peygamber’imiz (sav) şöyle derken işittim.

“Üsame’nin bir ay vadeli alışverişe girişmesi size acayip gelmiyor mu? Hiç şüphesiz, Üsame kendini uzak vadeli emellere kaptırmıştır. Varlığımı kudret elinde tutan Allah (cc)’a yemin ederim ki ben her gözlerimin açıldığında göz kapaklarım bir daha kapanmadan Allah (cc)’ın canımı alacağını düşünürüm. Gözlerimi bir yere her çevirişte bakışlarımı indirmeye fırsat bulamadan öleceğim sanırım. Ağzıma her lokma alışta onu yutamayacağımı ve öldükten sonra gırtlağımda kalacağını aklıma getiririm.”

Sonra şöyle buyurdu;

“Ey insanlar! Eğer aklınız başınızda ise kendinizi ölüler arasında sayınız. Çünkü nefsimi kudret elinde tutan Allah (cc)’a yemin ederim ki size bildirilen akıbet, göz açıp kapayasıya kadar başınıza gelecek ve bunun önlemeye gücünüz yetmeyecektir.”

Hz. Âdem Aleyhisselam oğlu Şit Aleyhisselama şu beş nasihatte bulundu ve bu nasihatleri ilerde kendi oğullarına, vasiyet etmesini istedi. Nasihatler şunlardır:

1 — Oğullarına, dünyaya güvenmemelerini söyle, çünkü ben bakî olduğunu göz önüne alarak Cennet’e güvendim, fakat Allah (cc) beni oradan çıkardı.

2 — Oğullarına, kadınların arzusuna uyarak bir işe girişmemelerini söyle. Çünkü ben eşimin arzusuna uyarak yasaklanmış ağacın meyvesinden yediğim için sonra pişman oldum.

3 — Oğullarına, girişecekleri her işin sonunu baştan düşünmelerini söyle, eğer ben giriştiğim davranışın sonunu düşünseydim, başıma bildiğiniz haller gelmezdi.

4 — Herhangi bir işe girişirken içinize şüphe düşerse, ondan uzak durun, çünkü ben yasak ağacın meyvesini yerken içime şüphe düştü, buna rağmen vazgeçmediğim için sonra pişmanlığa düştüm.

5 — Girişeceğiniz islerde bilenlere danışın, eğer ben yasak ağaca yanaşmadan önce meleklere danışsaydım, başıma bu haller gelmezdi.»

Mücahid (Rahmetullahi Aleyh) buyurur: «Abdullah İbni Ömer {Hz. Ömer’in oğlu) bir gün Bana şöyle nasihat etti:

“Sabahladığın zaman içinden, “Aksam ne yapacağım” diye düşünme. Akşamı bulunca da «Yarın ne olacak» diye şüphelenme: Yaşarken ölümün için; sıhhatli iken hasta olacağın günlerin için tedbirini al. Çünkü yarın adının ne olacağını bilemezsin.”

Bir rivayete göre, bir gün Hz. İsâ Aleyhisselam bir yerde oturuyordu. Bir ihtiyar elindeki kazma ile yeri kazıyordu. Hazreti İsâ; “Allah (cc)’ım! Bu ihtiyarın içinden uzak vadeli emelleri çıkar.” diye dua etti, tam o sırada kazmayı bırakarak yere uzandı ve bir müddet durdu. Bu sefer Hazreti İsa; “Allah (cc)’ım, bu ihtiyara uzak vadeli emellerini geri ver.”, diye dua etti. Tam o sırada adamın uzandığı yerden doğrularak yine tarla çapalamaya koyulduğunu gördü. Bunun üzerine Hz. İsa (as) adamın yanına giderek, işe ara vermesinin ve yeniden işe koyulmasının sebebini sordu, adam şu cevabı verdi:

“Moladan evvel kazma sallarken bir ara «Artık iyice yaşın ilerledi, daha ne zamana kadar çalışacaksın» diye düşünerek kazmayı yere bıraktım, yere uzandım. Fakat biraz dinlenince; «kalan günlerimde geçimimi sağlamam gerekir» diye düşünerek yeniden kazmayı ele aldım.”

Dolayısıyla aşırı ihtiras, arkası bitip tükenmeyen emeller bizi Hakk’tan alıkoyar. Onun için  Mü’min itidalli olmalıdır. Böylece hem dünyası hem de ahireti selamette olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞIMARIKLIK

Cahiliye toplumunda insanlar, kurallarını kimin koyduğu belli olmayan, fakat herkesin sorgulamasız kabul ettiği bir yaşam şekline tabidir. Bu yaşam şekli, insanların her duruma göre farklı bazı suni roller ve savunma mekanizmaları geliştirmesini gerektirir. Kimi zaman kibir, kimi zaman eziklik, kimi zaman da şımarıklık olarak karşımıza çıkan bu kötü ahlak özellikleri, cahiliye toplumu tarafından zaman içerisinde normal karşılanmaya başlanan karakter bozukluklarıdır.

İnsan şımarık olarak doğmaz. Bu belli bir eğitim ve toplumun teşvikinin sonucudur. Bu teşvik sonucunda insanların büyük bir bölümü bu karakteri bilinçli olarak seçerler. Şımarıklık, kişinin ilgi ve beğeni kazanmak amacıyla yaşadığı abartılı bir ruh halidir ve pek çok tavır bozukluğuyla kendini gösterir. Bu karakter bozukluğunun nedenlerinden biri doğal haliyle ilgi, sevgi ve beğeni kazanamayacağını düşünen kişilerin, suni davranışlarla insanlar üzerinde olumlu bir etki bırakacaklarını düşünmeleridir.

Şımarıklığın bir diğer nedeni de kişinin kompleksleridir. Bunların getirdiği eziklik ve aşağılık duygusu, şımarıklığı bir davranış biçimi olarak seçmesine sebep olur. Oysa hiçbir kusur ve eksiklik insanın kendini diğer insanlardan aşağı görmesini gerektirmez. Çünkü her insanın birçok eksikliği, hatası ve kusuru vardır. Bunlar, Allah’ın insanlarda Cennet özlemi uyandırması ve dünyanın geçici bir imtihan yeri olduğunun kavranması için yarattığı eksikliklerdir. Bunlara hayır gözüyle bakıldığında, insanın dua edip Allah’a daha çok yakınlaşmasına, ahiret hayatı için daha çok gayret etmesine ve güzel ahlakı yaşamak için çaba göstermesine vesile olur.

Şımarıklığın bir diğer sebebi de kişinin bazı özelliklerinin diğer kişilerden üstün olduğunu düşünmesi ve bundan cesaret alarak şımarık tavırlar içine girmesidir. Daha güzel, daha zeki, daha girişken ya da daha konuşkan olmaları nedeniyle şımarıklığı kendilerine hak görürler. Oysa insan bilmelidir ki sahip oldukları her türlü özelliği kendisine bir lütuf, aynı zamanda da bir deneme olarak veren Allah (cc)’tır. İnsanın yapması gerek tek şey güzel özelliklerinden dolayı Rabbine şükretmesi, tevazu ile ahlâkını daha da güzelleştirmek için gayret etmesidir. Allah (cc)’ın kendisine verdiği nimetlerle şımarıp, kötü bir ahlâki tavır göstermenin kişiyi ahirette çok mahçup edeceği açıktır.

Şımarık bir karaktere sahip olan insan, günlük hayatında pek çok normal olmayan tavır gösterebilir. Kendi fikrini kabul ettirmek için iddialaşır, inatçılık gösterir, ukalalık yapar, yerine göre çok aksi ve başına buyruk olabilir. İnsanlarla ilişkilerinde alaycı, karşısındakini aşağılayan ve küçümseyen bir üslup kullanır. Her ne kadar böyle bir ruh halindeki kişi kendisini karşısındakinden üstün görse de, aslında çoğu zaman toplum içinde küçük düşer ve kendi farkında olmasa dahi insanlar tarafından yadırganır. Kur’an ahlâkını bilen insanlar ise bu ruh halini hemen teşhis ederler. Çünkü şımarıklık Allah (cc)’ın hoşnut olmadığı bir ahlâktır. Ayetlerde bu karakterin özelliklerine karşı Müslümanlar şu şekilde uyarılmışlardır:

“Ey iman edenler, bir kavim bir kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi olmadık kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zalim olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi, 11)

Allah (cc)’ın üzerimizdeki nimetlerini gereği gibi takdir edebilen bir kişi kendisinin yoktan yaratıldığını, olaylar üzerinde hiçbir tasarrufu olmayan bir kader seyircisi olduğunu, zenginliğin ve malın tümünün Allah (cc)’ın olduğunu çok iyi bilir. Dolayısıyla kendisine verilen herhangi bir nimetten dolayı şımarmanın ne kadar büyük bir akılsızlık olacağını anlar. İnsanın güzelliği, zekası, kültürü, sosyal statüsü, başarısı, gücü, sahip olduğu imkânlar veya zenginliği Allah (cc) tarafından kendisine verilmiş birer nimettir ve bu nimetlerle insan denenmektedir. Ancak insanlar tüm bu özelliklerin kendilerine ait olduğunu düşünür ve şımarıklık gibi kötü ahlak özellikleri göstermeyi kendilerine hak görürler. Kur’an’da kendilerine verilen nimetlerden dolayı şımaran kişilerin durumu pek çok ayette bildirilmiştir.

“Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.” (Enam Suresi, 44)

Ayette de bildirildiği gibi bu çirkin ahlâktan muhakkak sakınmak bir mümin için son derece önemlidir. Oysa Müslüman her tavrı ile Allah (cc)’ı hatırlatan, güzel ahlâkı ile insanlara örnek olan, itidalli, şükür sahibi bir insandır. Şımarıklığa vesile olan dünya hayatına ait tüm özelliklerin ölümle birlikte yok olacağını bilir. Kimilerine göre hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dünya hayatı, gerçekte “bir günün birkaç saati” ya da “bir kuşluk vakti” kadar çabuk geçer. İnsanın tüm hayatı boyunca yaşadığı her olaydan daha gerçek olan Kıyamet Günü’nde, görüş gücü keskinleşir. İnsanların üzerindeki gaflet perdesi kalkar. Hırsını yaptığı, tutkuyla bağlandığı, sahip olduğu için kibirlendiği şeylerin o gün hiçbir değerinin olmadığını görür. Kıyamet Günü’nde, sadece dünya hayatı için çalışıp çaba gösterenler, ya da dünya hayatında sahip olduklarıyla övünenler, yeryüzündeki her şeyle beraber bunların da “bir göz çarpması” gibi kısa bir sürede yerle bir olduğunu görürler.

Eğer insan dünya hayatına aldanıp kanacak olursa, ahirette büyük bir hayal kırıklığı ve utanç ile karşı karşıya kalır. Şımarıklık yapılan konular ortadan kalkmış, şımarıklıklarına şahit olup, teşvik eden insanlar ise onlardan uzaklaşmışlardır. O gün herkes yapayalnız bir şekilde Rabbinin karşısına çıkar. Dünyada kendilerine verilen nimetleri Allah (cc) rızası için kullanmamışlar, bunları sahiplenerek, bir övünç konusu yapmışlardır. Kıyamet Günü ise bu nimetlerden sorguya çekilecekler, yaptıklarından dolayı şiddetli bir pişmanlık duyacaklardır. Takva sahiplerine ise Allah (cc) Cennet’i vaat etmiştir. Sabretmelerine, ahiret yurdunu umut edip istemelerine, büyüklenmekten, bozgunculuk yapmaktan sakınmalarına karşılık güzel bir sonuçla sonuçlandırılmıştır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MÜNAKAŞA

“Andolsun biz bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Ama insan, tartışmaya her şey­den daha çok düşkündür.” (Kehf: 54)

Bir konu hakkında, hep kendini haklı göstermek için karşısında konuşan kimsenin kalbini kıracak şekilde sözü uzatmak ve gönül incitmek, kötü bir huydur. Böyle davranışlara münakaşa denir. Münakaşa etmenin, insanlarla çekişmenin birçok zararı vardır. Kimsenin sözünü kabul etmemek, hep, “Hayır! Öyle değildir.” demek, muhalefet etmeyi âdet haline getirmek çok çirkindir. Aslında kişinin kendini her konuda haklı görmesinin sebebi kibirdir. Kişinin fark etmediği bu durum onu münakaşaya götürür ve günaha sokar. Rasulullah (sav) Efendimiz münakaşayı men etmiştir. Enes bin Malik Hazretleri bildiriyor:

Biz bir gün dini bir konuda tartışırken, Rasulullah (sav) Efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki:

“Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez! Münakaşa edene şefaat etmem!” (Taberani)

Münakaşa etmenin zararları şunlardır:

1- Münakaşa etmek hasede yol açar: Haset ise, ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yer. Münakaşada, galip gelen de mağlup olan da zararlıdır. Mağlup olana, (Falanca senden daha ileri görüşlüdür) denince, galip gelene haset etmeye başlar. Münakaşada galip gelen kimse, kendini üstün görmeye başlar ki buda kibre kapı açar. Böyle bir hale düşmek çok kötü bir durumdur ki Rasulullah (sav) Efendimiz buna işaretle, “Allah-ü Teâlâ, kibredeni alçaltır, tevazu edeni yükseltir.” buyurmuştur. (Taberani)

2- Münakaşa etmek hakkı küçük gösterir: Münakaşacı, kendini üstün görme hastalığından kurtulamaz. Her zaman kendisinin hâkim olmasını ister. (Niye hep kendin konuşuyorsun) diyenlere, (Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz) der. Hasmının bildirdiklerine önem vermez, onun delillerini küçük görür. Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş, bunun kibre ait olan bir haslet olduğunu ifade ederek; “Hakkı küçük görmek kibirdendir.” (İmam Gazali Hazretleri) buyurmuştur.

3- Münakaşa etmek kin tutmaya yol açar: Fikrinin kabul edilmediğini gören münakaşacı, karşısındakine kin besler, bazen ömür boyu onu affetmez. Kin felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz ümmetinde bulunmaması gereken hasletler içerisinde kin tutmayı da saymış ve; “Mü’min kinci olmaz.”, buyurmuştur.  (İmam Gazali Hazretleri)

4- Münakaşa etmek gıybete sebep olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimsenin sözlerini naklederek, “O şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim…” diye sürekli mevzu ederek kendini gıybetten kurtaramaz. Hâlbuki gıybet etmek, ölü eti yemek gibidir.

5- Münakaşa etmek övünmeye sebep olur: Münakaşacı, galip gelirse, kendini övmekten kurtaramaz. (Şu delilleri getirerek susturdum) diye kendini över. Hâlbuki (Çirkin olan, kişinin kendini övmesidir) Rabbimiz Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri, “Allah-u Teâlâ, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Lokman18) buyurarak böyle kimseleri sevmediğini Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan etmektedir.

Övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşliğin tesisi mümkün olur mu? Bunun olmayacağını dile getiren Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz; “Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.” (Müslim) buyurmuştur.

6- Münakaşa eden kişi kusur araştırıcı olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimseyi yenmek için onun gizli kusurlarını araştırmaktan kendini alamaz. Hâlbuki başkalarının kusurlarını araştırmak günahtır. Münakaşacı, karşısındakinin bedenî kusurlarını îmâ ile de olsa söyler. Mesela; karşısındaki gözlüklü ise, (Bu gerçekler gözlükle görülmez) diyerek onun gözündeki, bedeni kusurunu ilmi noksanlığı için bir özür sayar.

7- Münakaşa etmek zarara sevindirir: Münakaşacı, karşısındakinin kötü duruma düşmesine sevinir. Hâlbuki Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş ve: “Kendisi için sevdiğini, din kardeşi için sevmeyen kâmil mümin olamaz.” (Buhari) buyurmuştur.

8- Münakaşa etmek riyaya yol açar: Münakaşacı, zahiren karşısındakine sevgi gösterir ise de, bunun yalan olduğunu bilir. Bu ise münafıklık alametidir. Münakaşacı halkın gözüne girmeye çalışır. Bu ise riyadır. Bundan şiddetle uzak durulmalıdır zira Rasulullah (sav) Efendimiz, “Riya küçük şirktir” buyurmuştur. (Taberani)

9- Münakaşa etmek hakkı inkâra yol açar: Münakaşacı hakkın hasmının ağzından çıkmasına nefret eder. Bu ise felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz bu hususta, “Allah-u Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” buyurmuştur. (Buhari)

10- Münakaşa etmek inada sebep olur: İnat etmek de nefrete, düşmanlığa yol açar.  Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Din kardeşine itiraz etme, boş konuşma, (üzücü) şaka yapma ve verdiğin sözden cayma!” (Tirmizi)

Bir insanın hiç günahı olmasa, insanları doğru yola davet ediyorum diye tartışmaya girse, bu hareketi günah olarak ona yeter. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın ayetleri hakkında tartışanların nasıl (Hak’tan) çevrildiklerini görmedin mi?(Mü’min: 69)

Münakaşa, dostların dostluğunu azaltır, düşmanların düşmanlığını arttırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir. Dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Müslüman güzel ahlâklı olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TEMBELLİK

Tembellik; tembelce davranma, çalışmayı sevmeme, çaba göstermekten, sıkıntıya katlanmaktan kaçma ve vücuttaki herhangi bir organın tıbbî fonksiyonunu yerine getirmede yavaşlık göstermesi gibi durumlar için kullanılır. Tembellik, bir isteksizliğin ve hareketsizliğin belirtisi olarak karşımıza çıkar. Bu, ölçüsüzlük ve itaatsizlik olarak da açıklanabilir. Çünkü bu tür insanların tutum ve davranışları belirli standartlara ve ölçülere uymamaktadır. Tembellik sadece kişinin hataları ile değil; başta aile ve okuldaki eğitim, terbiye ve ilişkilerin sonucunda ortaya çıkabilmektedir. Resulullah (sav) Efendimiz birçok hadisi şerifte tembellikten Allah’a sığınmış ve böyle yapmalarını ashabına tavsiye etmiştir. Bu hadislerden birinde şöyle anlatılır. “Hz. Peygamber (sav) bir gün mescide girdi. Orada ensârdan Ebû Ümâme (ra) ile karşılaştı. Ona: “Ey Ebû Ümâme! Niçin seni namaz vakti dışında mescitte oturmuş görüyorum?” diye sordu. “Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle Ey Allah’ın Resulü” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): “Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir ve borcunu öder…” buyurdu. Ebû Ümâme: “Evet, Ey Allah’ın Resulü, öğret!” dedi. “Öyleyse, akşama çıktın mı sabaha erdin mi şu duayı oku: “Allah’ım! Üzüntüden ve kederden Sana sığınırım. Acizlikten ve tembellikten Sana sığınırım. Korkaklıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından Sana sığınırım.” (Ebû Dâvud)
Bir işe başlamanın tek yolu, o işe hemen şimdi başlamaktır. Olaylara hemen şimdi başlayalım niyetiyle yaklaşılırsa, o işin yapılabilmesi insan için daha kolay bir hâl almaktadır. Ancak, “başka bir gün”, “bir ara”, “sonra” niyetiyle işlere bakılacak olursa, çoğunlukla o iş sonuçsuz kalmakta hatta o işe hiç başlanılmamaktadır.
Bu dünya hayatında bize ayrılan zaman oldukça sınırlı olduğu hâlde çoğumuz işlerimizi sonsuza değin zamanımız varmışçasına erteleriz. Şimdi yapılması gereken işlerin, belirsiz günlere ertelenmesi, felaket olarak nitelenebilir. Gerçekten bu, yaşamın aksamasına ve düzenin bozulmasına hatta sosyal bir karmaşaya yol açabilecek bir sorundur. Bir doktorun, ameliyat masasında yatan hastaya karşı üşengeç bir tutum geliştirdiğini, bir itfaiyenin tembellik gösterdiğini ve yangın mahalline saatler sonra vardığını, hiç kimsenin işleri olması gerektiği zamanda ve biçimde yapmadığını bir düşünün… Hele söz konusu iş, “ibadet” hayatı, Allah’a karşı görevler, kulluk olunca durum daha vahim bir hâl alıyor. İbadetleri yerine getirmede tembellik etmenin, normal yaşamda gösterilen tembellikten daha büyük bir ayıp ve kusur, manevî bir hastalık olduğu açıktır. Zira burada âlemlerin yaratıcısına karşı görevlerde bir üşengeçlik; insanın ebedi âhiret hayatına yönelik bir tehdit söz konusudur.
İnsanın ibadetlerini yerine getirmedeki tembellik ve kusurunu umursamaması daha kötüdür. Bunun yanında kişinin, tembelliğinin farkında olmaması, ondan çok daha ileri bir ayıptır. Ayrıca ibadetlerini yerine getirmede tembellik etmesine rağmen Allah’a karşı görevlerini en güzel biçimde yerine getirdiğini düşünmek, bir Müslüman’ın yapabileceği en büyük ayıplardan biridir.
İnsanın ibadet hayatındaki tembellik en başından itibaren bulunabileceği gibi sonradan da ortaya çıkabilir. Canlı, neşeli ibadet günlerinin ardından insanın aynı ibadetleri isteksizce yapması, daha önce büyük bir heyecan ve istekle yaptığı ibadetlerde daha sonra gevşeklik göstermesi bu türden bir tembelliktir. Peki, insan ibadetlerinde niçin tembellik eder? Neden onları üşene üşene yerine getirir?
İnsanın Allah’a karşı kulluk görevlerinde tembellik yapmasına neden olan etkenlerin öne çıkan birkaçı şunlardır:
1-Tembellik; tokluğun, çok yemenin mirasıdır. İnsan çok yediğinde bedeni hantallaşmakta, üzerine bir ağırlık çökmekte ve duyular canlılığını kaybetmektedir. Ayrıca mide dolunca insanın nefsâni melekeleri kuvvetlenmekte ve kalbe egemen olmaktadır.
2- Bir diğer neden; insanın ibadetleri yaptığı ve bunda başarılı olduğu dönemlerde Rabbine az şükretmesidir. Hâlbuki nimetlerin şükrü azalınca, o nimeti elinde bulunduran kişi, onu hakkıyla değerlendirip, kıymetini bilemez ve ondan dolayı sorumluluklarını yerine getiremez. Derken bu durumun farkına da varamaz ve kötü fiillerini güzel görmeye başlar. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “O hâlde, işlediği kötü, çirkin fiillerin cazibesine kapılıp sonunda onları güzel gören biri, şeytanın adamlarından başkası olur mu?” (Fatır, 8)
3- Bir diğer neden de; insanın, dünyevîleşmesi, dünya hayatının zevk ve menfaatlerine kendini kaptırmasıdır. Dünyanın geçici haz ve faydalarının ardınca sürüklenmesidir. Hâlbuki insan, dünyevî zevk ve düşkünlüklerinden kopmadıkça, ahiret işlerine kendini verememektedir. İç dünyasını Allah’ın dışındaki her şeyden temizlemedikçe, Allah’a ihlâs ve samimiyetle yönelememektedir. Çünkü nefis, yapısı itibariyle asla Hakk’a ilgi duymaz ve Hakk’ı sevmez. Nefsin bu özelliğinden dolayı Yahya bin Muaz Hazretleri şöyle demiştir: “Kim nefsânî arzularını terk ederek Allah’a yaklaşmaya çabalarsa, Allah iyi ameller işlemesini sağlayarak o kişiyi kötülüklerden korur.”
4- Kişinin Allah’ın kendisine sunduğu nimetler hakkındaki bilgisinin sığ ve yüzeysel olması; bu nedenle Allah’ın ona olan büyük nimet ve lütuflarını azımsamasıdır. Uyanık, kalbi diri bir insanın bu tembelliğin farkına varması uzun sürmez. Kişi hemen önlem alarak, kendine musallat olan tembellikten kurtulma yolunda çaba gösterirse, bu hâl ondan gider. Aksi takdirde bu durum artarak ilerler ve en sonunda ibadetten tiksinme ve uzaklaşma sınırına varır. Eğer ibadetlerinde tembel insan hâlâ içinde bulunduğu durumun farkına varamazsa, bu kötü huy insandaki ilerlemesini sürdürür ve insanın yoldan çıkmasına neden olur. Yoldan çıkan insan bütün bu olumsuz durumuna rağmen kendini Allah’a karşı güvende hisseder. Bu güven duygusuyla, alenen günah işlemekten sakınmamaya başlar. İbadet hayatındaki tembelliğinin farkına varan insan, kendisinde ortaya çıkan tembelliğin nedenini araştırarak işe başlar. Bu nedeni bulduğunda onu ortadan kaldırmak suretiyle tembelliğinden de kurtulabilir.
Mutasavvıf âlimler tarafından tavsiye edilen tembellikten kurtulmanın yolları şunlardır:
1- İbadetleri yerine getirmede tembellikten kurtulmanın yollarından biri, az yiyip içmek, nefsi aç bırakmaktır. Nefis, aç kalınca zayıflamakta, zevk ve düşkünlüklerini terk etmektedir. Bunun ardından nefis uysallaşmakta, yola gelmektedir. Yahya bin Muâz şöyle demiştir: “Açlık öyle bir gıdadır ki Allah onunla hakikatten hiç sapmamış olanların (sıddîk) bedenlerini kuvvetlendirir.” Allah dostlarından biri kendini örnek vererek, açlığın ibadetle ilişkisini şöyle anlatır: “Canım, ibadetin en tatlı ve en zevklisini, karnım açlık ve susuzluktan sırtıma yapıştığı zaman bulur.” Elbette İslam, nefsimizi helak edercesine bütünüyle kendimizi yemekten içmekten alıkoymamızı yasaklamış; bize dengeli ve orta yollu olmamızı emretmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber’in (sav) tavsiyesi şöyledir: “İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kendisini ayakta tutacak birkaç lokmacık ona yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekiyorsa; o hâlde midesinin üçte birini yemek, üçte birini içmek, üçte birini de nefes almak için ayırmalıdır.” (Tirmizî, 2380; İbn Mâce, 3349)
2- Seherlerde uyumamak, sürekli olarak Allah’a sığınmak, O’nun zikrine ve kitabını okumaya devam etmek. Müslüman, tembellik göstermeksizin ibadetlerini yerine getirdiği önceki çalışkan haline tekrar dönebilmek için Allah’a sürekli dua etmek zorundadır. O zaman belki Allah, tekrar ona önceki canlı ibadet hayatını lütfeder; ibadet ve taat yolunu ona yeniden bahşeder. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde şöyle buyurur: “Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah’tan yardım dile…” (Müslim, Kader 34, (2664))
3- Kendini sürekli iç denetim ve özeleştiriye tabi tutarak, nefsin arzu ve isteklerine muhalefet etmek, onu tutku ve ihtiraslarından alıkoymak ve ona hoşlanmadığı davranış ve hareketleri yaptırmak.
4- İbadetleri toplu olarak, cemaatle yerine getirmeye gayret göstermek.
5- Yemesinde içmesinde ve bütün kazancında haramdan uzak durup, helalinden yiyip içmek.
6- Kalbi, saf tevhitten başka her şeyden temizlemek. Bu aynı zamanda insanın gerek ibadet esnasında gerekse tüm işlerinde tüm varlığıyla kendini Allah’a verebilmesinin de olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim Cüneydi Bağdâdî’ye: “Her şeyden soyutlanıp bütünüyle Allah’a yönelmek nasıl gerçekleşir?” diye sormuşlar. O bu soruya: “Günahta ısrar etmeyi gideren bir tövbe, tövbeyi ertelemeyi gideren bir korku, kişiyi iyi ameller işlemeye yönelten canlı bir umut, değişik zamanlarda Allah’ı anmak, arzularına ulaşmayı uzak, ölümü yakın görmek ve nefse muhalefet etmekle ” diye cevap vermiş. O’na: “Peki, kul bu duruma nasıl ulaşır?” diye tekrar sorulunca: “Ancak, içinde saf tevhitten başka hiçbir şeyin bulunmadığı bir kalp ile…” karşılığını vermiş.
Tembellik başarısızlığın başlangıcıdır. Onun için İslâm dini insanları tembellikten sakındırmıştır. Aynı zamanda bütün peygamberler insanları tembelliğe karşı uyarmışlardır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İFTİRA

İftira; olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmektir. Hayatta insanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır. Bu beklentilerine bazen erişemeyebilir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine razı olurken; bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye çalışırlar. Bu bakımdan iftira, bir kimseyi veya bir şeyi elde etmek veya o şeyi başkalarından kıskanıp, karşıdaki kimseye zarar verme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her halükârda, dünya için önemli olan bir nesneye karşı olan zaafın neticesinde iftira yapılır.

İftira son derece kötü ve tahrip edici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir durumdur. İftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. İnsanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. Bu İftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.

İftira, toplumda adaletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen sosyal ve ahlaki bir hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.

Bu tarz kişilerin perişan ettiği ailelerin, dağılmasına sebep olduğu yuvaların haddi hesabı yoktur. İncir çekirdeğini doldurmayacak bilgi kırıntıları bu tarz insanların dilinde dolana dolana büyür ve sonunda bir çığ gibi muhatabının başında patlayıverir. Böyle bir fitne neticesinde, sonu cinayet ya da intiharlarla biten faciaların bile görüldüğü vakidir. Entrikacı, hasetçi, halk tabiriyle “kurtlu” insanların işi gücü sinsi sinsi plan yapmak, insanları nasıl birbirine düşürebileceğini tasarlamaktır. Böyle kimselerin başka işi yoktur. Psikolojik bir boşluk ve hedefsizlik yaşamaktadır. İçinde tatmin edemediği duygular ve müthiş bir haset hâli vardır. Gıdaları, etraflarındaki olumsuzluklardır. Bu olumsuz havayı köpürtüp çoğaltmak, bire bin katmak en büyük maharetleridir. Her şeye olumsuz gözle bakmak, her şeyin bir kusurunu bulmak, her sözü kötüye çekmek, herkese karşı suizanda bulunmak ayırt edici özellikleridir. Allah’a iman etmiş veya bunun ötesine geçmiş bir insanın dedikodu veya daha beteri gıybet yapması mümkün değildir. Yapıyorsa, o kişinin “Allah” a imanında ve korkusunda zafiyet var demektir.

Özellikle ahlâklı erkek ve kadınlar hakkında namuslarıyla ilgili konularda iftirada bulunmak çok büyük bir günahtır. Peygamberimiz (sav); “Helâk edici yedi büyük günahtan sakının” buyurmuş, büyük günahlar arasında iffetli ve namuslu kadınlar hakkında iftirada bulunmayı da saymıştır. Bu konuda Yüce Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab/58)

Kişinin sorumluluğunu unutarak isteklerine ulaşmak amacıyla insanlara iftira etmesi çok kötü bir hastalıktır. İftiranın gayesi; insanları işinden ve şerefinden etmek, şerefli ve dürüst insanları yıpratmaktır. Bu bakımdan her söze her habere inanmamak, onu iyice araştırmak gerekir. Özellikle ırz ve namus konularında hemen görüş belirtmemek sonucu itibariyle son derece isabetli bir tutum olur. Nitekim Yüce Allah; “Ey iman edenler! Size fâsık birisi bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurat,49/6) buyurmaktadır.

Cenab-ı Hak, ağızdan çıkan her sözün yazıcı melekleri tarafından kaydedildiğini bildirmektedir:

“İnsan, (iyi veya kötü) her hangi bir söz söylemez ki yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve tespit eden) hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf/18)

Yüce Allah (cc)  Kur’ân’da, namuslu bir erkek ve kadına iftira eden kimsenin cezası bunu dört âdil şahit ile ispat edemeyen iftiracılara büyük azap edeceğini ve bunların tanıklıklarının ebedî olarak kabul edilmemesi gerektiğini bildirmektedir. Bu ceza, iftiranın ne kadar büyük günah olduğunu ifade etmektedir Cenab-ı Hak, iffetli insanlara iftira edenlerin dünya ve ahirette lanet ve büyük bir ceza olduğunu bildirmektedir:

“İffetli ve (haklarında uydurulan kötülüklerden) habersiz mü’min kadınlara zina isnat edenler, gerçekten dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde onlara çok büyük bir azap vardır.” (Nur/23-24) En çok düşmanı olan Allah-ü Teâlâ’dır. Bir gün Musa Aleyhisselam, insanların kendi hakkında ileri geri konuşmalarından bıkarak Allah-ü Teâlâ Hazretlerine ilticada bulunup, “Ya Rabbi! Ne olur bu insanlar Benim hakkımda konuşmasın.” diye niyaz etmiş. Allah-ü Teâlâ Hazretleri cevaben şöyle buyurmuş: “Ya Musa! Senin istediğin o şeyi Ben, kendim için bile yapmadım. Görmüyor musun, duymuyor musun, Benim hakkımda neler konuşuyorlar!”

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) Allah’ın Habibi idi, Âlemlere Rahmet idi. İnsanları cennete davet için, cehennemden sakındırmak için en büyük sıkıntıları çekti. O’na akla hayale gelmeyecek iftiraları yaptılar, hâşâ sihirbaz dediler, hâşâ mecnun dediler, hâşâ şair dediler, hâşâ hanımı Âişe Validemize iftira ettiler, çok eziyet ettiler, yollarına dikenler döşediler. Allah’ın Habibi ile savaştılar. Hâlbuki O rahmet-i İlahi idi, insanlar yanmasın diye adeta çırpınıyordu. “Bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı.” buyuruyordu.

İşte ümmetine karşı böyle şevkatli ve merhametli olan Rasulullah (sav) Efendimiz; iftirayı ve iftiracılığı kesinlikle men etmiş, Allah’ın gazabına sebep olan bu hasletten kesinlikle uzak durulması gerektiğini bildirmiştir. Bunun için daima ikazlarda bulunmuş; “Bir kimse, bir mü’min hakkında olmayan bir şey söylerse, iftiraya uğrayan kimse, onu affedinceye kadar, Allah-ü Teâlâ onu cehennemde bırakır.” (Ebu Davud) buyurarak, iftiracıların maruz kalacağı akıbeti haber vermiştir. “Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allah’ın ayetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir.” (Nahl 105) buyuran Mevlayı Zülcelâl Hazretleri de iftiracı ve yalancıların katındaki değerini haber vermiştir.

Rasulullah Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin vârislerinin istisnasız hepsi aynı eziyet ve sıkıntılarla karşılaşmışlar, çeşitli iftiralara maruz kalmışlardır. İmam Gazali Hazretleri de iftiralara maruz kalan mübarek zâtlardandır. Felsefeciler ve bid’at ehli olanlar hâlâ bu büyük imama iftiralarına devam etmektedirler.

Kim Muhammed-ül Mustafa (sav) Efendimize çok benzerse, yakınlığı nispetinde bu sıkıntılar ve iftiralar başına gelir. Bunlar, bu yolun şanındandır. Eden kendine eder. Allah-ü Teâlâ kimi azabına düçar olacaksa Allah’ın dostlarına dil uzatır. Yaradılışında said olanlar kesinlikle evliyaullaha dil uzatmazlar. Başka günahları olabilir ama Allah dostlarına dil uzatmazlar.

İmam Rabbani Hazretleri buyuruyor ki: Şeyhül İslam Abdüllah Ensâri Hirevi Hazretleri, “Ya Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki onları tanıyan Sana kavuşuyor ve Sana kavuşmayan, onları tanımıyor.” buyuruyor. Bu büyüklere düşmanlık etmek, sonsuz ölüme sürükleyen bir zehirdir. Onları incitmek, sonsuz felaketlere sebep olur. Allah-ü Teâlâ Hazretleri bu belaya düşmekten korusun! Şeyhül İslam yine buyurdu ki, “Ya Rabbi, her kimi felakete düşürmek istersen, onu Bizim üzerimize atarsın.”

Mü’min, başkasının kusurlarını saymak veya söylemek yerine kendi kusurlarını gözünün önüne getirmelidir. Başkalarının yanlışlarını ve kusurlarını söylemek ve anlatmak mü’minin görevi değildir Bu günahlar, kalbimizi, aklımızı ve vicdanımızı kirletir, bizi zalimlerden yapar Dolayısıyla iftiracı kimseler insanlara zulmeden kişilerdir. Böyle insanların huzur bulmaları mümkün değildir ki Üstadımız Cennet Mekân Abdullah Gürbüz (ks) Aziz Hazretleri bunu şöyle ifade buyurur;

“Zulmeden insan hem dünyada hem de ahirette pişman olur!”

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : YAPIACAK İŞLERİ ERTELEMEK

“Erteleyenler helak olmuştur.” (Hadis-i şerif)

Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği üzere, şeytan insanları kendisiyle birlikte cehenneme sürüklemek ister. Şeytanın insanların çoğuna verdiği sinsi telkinlerden biri İslam ahlâkını yaşamayı ertelemeye yöneliktir. Şeytanın telkinine kanan bir kişi, ahiret hayatını tamamen etkileyecek bir konunun ileride kolayca telafi edeceği bir vakti olduğunu düşünür. Bir saat sonra, bir hafta sonra, bir ay sonra, gelecek yıl veya yaşı daha ilerlediğinde yapabileceğinden kendince emin olduğu için, Kur’an ahlâkını yaşamayı ertelemekte bir sakınca görmez. Kimin ne kadar yaşayacağı ve ne zaman öleceği belli değildir. Dolayısıyla insan “bunu daha sonra yaparım” diye düşünürken artık hiç süresi kalmamış bile olabilir.

İnsanın nefsinde, yapmak istediklerini ve içinden geçenleri daha sonraki bir zamana bırakma eğilimi vardır. Genellikle bu yapıya sahip bir insan, yapacağı bir işi; tembellik, üşenme, aciliyetini anlamama gibi pek çok sebepten ötürü ileri bir tarihe ya da son ana kadar ertelemeye çalışır. ‘Birazdan yaparım’ düşüncesi belki de pek çok insanın içinden geçirdiği düşüncelerden biridir. Günlük hayatta ertelenip sonradan yapılabilecek bu sıradan işler, yapılmasa bile zararını göze alabilecekleri türden ertelemeler olabilir. Ancak şeytanın telkini ile pek çok insanın ertelemeye çalıştığı ‘Allah’ın emri olan Kur’an ahlâkını yaşamak’, telafisi ve geri dönülüp düzeltilmesi mümkün olmayan bir ertelemedir. Kaderinde belirlenen süre kadar yaşayacak bir insanın, bu süreyi uzatması veya yavaşlatması da olanaksızdır. Şeytanın önemli bir taktiği olan erteleme mantığı, onun insanlara oynadığı en önemli oyunlardan biridir. Şeytan hep ertelemeyi, hayırlı ve güzel işleri sonraya bıraktırmayı ister. Hâlbuki bu en önemli sorumluluğu görmezden gelmek veya geciktirmek, kişiyi sorumluluktan muaf tutmaz.

İnsanların birçoğu “bunu yarın yaparım” derken, yarın yaşayacağından ve her şeyin kendi planladığı gibi gideceğinden emin olarak hareket eder. Ancak burada içine düşülen en büyük yanılgı, kaderinde “yarın” da kendisi için nelerin yazılı olduğunu bilmediği halde, kişinin bu planı kesin bir eminlik içinde yapabilmesidir. Allah Kur’an-ı Kerim’de buna karşı insanları şöyle uyarır:

“Hiçbir şey hakkında: “Ben bunu yarın mutlaka yapacağım” deme. Ancak: “Allah dilerse” (inşallah yapacağım de)…” (Kehf Suresi, 23-24)

Elbette insanların bir gün sonrası için plan yapmaları, bu ayet doğrultusunda yapıldığı takdirde gayet normaldir. Ancak burada yanlış olan, insanın plan yapması değil, sonsuz hayatını etkileyecek en önemli konuyu ertelemesidir. İnsanın yarın ne olacağını bilemezken, kendisi için zamanla sınırlı bir görevi yarın da olsa yapacağını düşünerek ertelemesi doğru olmayacaktır. Üstelik kişi içinden bu düşünceyi geçirirken yapması gereken hayrı ertelemek için artık süresi kalmamış bile olabilir. Çünkü ölüm insanın karşısına hiç beklemediği bir anda çıkar. Neşe içinde eğlenirken, kalabalık bir alışveriş merkezinde dolaşırken, sabaha karşı yatağında uyurken, işe gitmek üzere evinden ayrılırken veya hayatı boyunca hazırlandığı bir sınava girerken ölüm insanı aniden yakalayabilir. Çünkü böyle bir anda hayatı boyunca Kur’an ahlâkını öğrenmeyi ve Allah rızası için yaşamayı bir sonraki güne erteleyen veya ibadetlerini yerine getirmesi gerektiğini bildiği halde yaşlanmayı bekleyen kişi çok büyük bir yanılgıya düştüğünü hemen anlar. Bu nedenle insanın yapması gerekenleri gecikmeden bir an önce yerine getirmeye başlaması, her şeyden önce kendi ahireti için son derece hayatidir. Her insanın yaşadığı anın değerini bilmesi gerekir. Fısk içerisinde olanların İslam ahlâkını yaşamaya başlamamak için sürekli mazeretler öne sürerek bunu ertelemeleri ve yaşadıkları anın değerini bilmeyip ahlâklarını güzelleştirmek için yeterince çaba göstermemeleri son derece yanlıştır. İnsan ibadetlerini yerine getirmeyi erteleyemeyeceği gibi, güzel ahlâkın tüm gereklerini yaşamayı, imani olarak derinleşmeyi, coşkulu bir Allah sevgisine sahip olmayı ertelememelidir. Böyle bir erteleme, insanı ahirette çok utanacağı ve pişman olacağı bir duruma düşürebilir. Bir Müslüman’ın eksiklerini düzeltmekte, cennete girmesine vesile olabilecek salih amellerde bulunmakta ‘bunu sonra yaparım veya bunu sonra düşünürüm’ diyerek herhangi bir ertelemede bulunmaması gerekir. Çünkü insanın o an için irade gösteremeyip, değiştirmekte ağırdan aldığı bir hatası, ahirette karşısına çıkabilir.

İnsanın hiçbir zaman aklından çıkarmaması ve hayatının her anını buna göre değerlendirmesi gereken bir gerçek vardır: İnsan ahret harmanında dünya tarlasına ektiklerini karşılık olarak görür. Kul, dünyasını ve ahiretini aydınlatmak için çaba göstermekle sorumludur. Gayret edip irade göstererek Allah’ın izniyle cenneti kazanabilecekken, anlık tembellikler ve ertelemeler yüzünden dünyasını da sonsuz ahiret hayatını da kaybedebileceğini unutmamalıdır. Hayır getirecek bir işin ertelenmesi kişiye umulmadık kayıplar getirebilir. Ertelemekten vazgeçen ise sürekli olarak ilerler. Ve çok kısa sürede olgunlaşmış, maneviyatında derinlik elde etmiş, seri bir şekilde işleri halledebilme kapasitesine ulaşmış olduğunu görür.

“Oysa Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münafikun Suresi,11)

Bilinen bir gerçek vardır ki hiç kimse, kaderinde belirlenmiş olan vakit geldiğinde ölümden kaçamaz. Yani hiç kimse bir hafta, hatta birkaç dakika sonrasından dahi emin olamaz. Dolayısıyla bir saniye sonra yaşayacağının bile garantisi olmayan, nerede ve ne zaman öleceğini asla bilmeyen bir insanın Kur’an ahlâkını yaşamayı erteleyip uzun vadeli planlar yapmasının ne büyük bir gaflet olduğu ortadadır. İnsan günlerini zaman geçirme psikolojisiyle yaşamamalıdır. Geçen zamanın asla geri döndürülemeyeceğini bilerek, zamanı iyi değerlendirmelidir. Bir günü sıradan bir 24 saatlik süre olarak değil, Allah’ın rızasını kazanabileceği yeni bir fırsat olarak değerlendirmesi, geçen bu süreyi kişinin kendi lehine kullanması açısından çok önemlidir. Her insan yaşadığı her günü, üzerine yazılacak yeni bir sayfa gibi kabul etmeli ve bu sayfanın üzerine gücü yettiğince çok salih amel eklemeye çalışmalıdır. İnsanın günün sonunda, tüm gününün Allah için pek çok hayırla dolu olduğunu görmesi, vicdanını rahat ettirecek vesilelerdendir. Ertelemeden, zamanında yapılan bir ibadet, geciktirmeden yerine getirilen bir güzel ahlak özelliği, Müslüman için kazançtır. Ayrıca müminin Yüce Rabb’imize olan teslimiyetini, sevgisini, inancını, imanını göstermesi için birer lütuftur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : SABIRSIZLIK

Sabır; acıya katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etmek, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek manasına gelmektedir. Bunun karşıtı sabırsızlıktır. Sabırsızlık ruhun gevşekliğinden ileri gelir. Sabır ise ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği, nefsin meşru olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır. Aynı zamanda hayatta elde olmadan başa gelen, insana büyük keder veren bela ve musibetlere karşı koyabilmek için de sabırlı olmak mutlak surette gereklidir. Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlıktır. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır. Nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir.(Bakara, 2/153, 155)

Rasulullah (sav) Efendimiz: “Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür.” (Buhârî, Cenâiz, 32) buyurarak felakete maruz kalındığı andaki sabrın ehemmiyet ve önemini vurgulamıştır. Ancak şu çok iyi bilinmelidir ki sabretmek; mahkûmiyete, miskinlik ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caiz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (sav); “Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.” (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir. Nitekim Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerim’de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (sav) Efendimiz; “sabr-ı cemil şikâyet edilmeyen sabırdır” buyurmuştur. Aslında elden bir şey gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir. Sabrın gayesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah-u Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Bazı sıkıntılar vardır ki kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikâyet etmeden Allah’ın takdirine razı olup sabretmek müminin özelliklerindendir. Nitekim mal ve mülkün yegane sahibi O’dur. Allah istediği gibi tasarruf eder; dilediği gibi evirip çevirir. Bunun için insan çok sıkıntılı bir hayatta olsa en ağır şartlar altında da bulunsa sabırsızlık etmemelidir.

Nitekim bir hadis-i kutsîde Cenab-ı Hakk şöyle buyurur: “Benim takdirime razı olmayanlar ve Benim verdiğime şükretmeyenler Benden başka bir Rabb arasınlar.”

 Sabırsız insanın kalbi sıkıntılı ve korkulu, gönlü sarsıntılıdır. Aynı zamanda bu durum, insanın musibetlerine eklenen bir musibettir ve insanda rahat huzur bırakmamaktadır. Oysa sabır, musibeti hafifleştirir, kalbi belalar karşısında güçlendirir ve iradeyi musibetler karşısında galip kılar.

Sabırsız ve dirençsiz insan uygun olsun olmasın herkese şikâyette bulunur. Bu durum, onun halk arasında rezil düşmesine ve gevşek biri olarak tanınmasına yol açar. Daha kötüsü, kişinin Rububiyet dergâhının huzurunda değersiz bir hale gelmesine sebep olur. Allah-ü Teâlâ Hazretleri böyle kulları için şöyle buyurur:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şayet başına bir kötülük gelirse gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir.” (Hac suresi/11)

Cenab-ı Hakk’tan ve Mutlak Sevgili ‘den gelen bir musibete tahammül edemeyen bir kulun, kendisinden binlerce nimet aldığı Allah’dan bir musibet görünce herkese şikâyette bulunan bir insanın imanı ne kadar sağlıklı olabilir? Böyle bir kimse Cenab-ı Hakk”ın mukaddes makamına ne derece teslimiyet gösterebilir? Eğer sen Mevlayı Zülcelâl Hazretlerine iman ediyorsan, işlerin mecrasının O’nun kudretinde olduğuna inanıyorsan ve O’ndan başka hiç kimseyi olup bitenlere egemen saymıyorsan elbette ki olup bitenlerden Hak Teâlâ”nın dışında birine şikâyette bulunamazsın. Hatta başa gelen her şeye canı gönülden katlanır; Hak Teâlâ’nın nimetlerine şükredersin. Şu halde o bâtınî ızdıraplar, o sözlü şikâyetler ve azalarımızın o uygunsuz hareketleri bizim ehl-i imandan olmadığımıza tanıklık etmektedir. Nimet mevcut olduğu sürece nimetlerin daha da fazlalaşması için şeklen şükrediyoruz. Ne zaman ki bir musibete duçar olduk veya bir dert ve hastalıkla yüz yüze geldik halka Allah-ü Teâlâ’yı şikâyet ediyoruz. Derken bu şikâyet ve sabırsızlıklar yavaş yavaş Hak’tan kazayı ilahîden nefret etme tohumlarını ekmeye başlıyor. Tohumlar yavaş yavaş yeşerir ve serpilip boy atarak birer hissiyata dönüşürler. Hatta Allah göstermesin tam anlamıyla Hak Teâlâ’ya, O’nun kaza ve kaderine kin güdülmeye başlanır. O zaman dizginler elden kaçar ve insan durumun kontrolünü tamamen kaybeder, zahir ve batını Hak Teâlâ’ya düşmanlık rengine bürünür ve bu halde öte dünyaya göçüp ebedi azap ve zulmete duçar olur.

 Eğer insan başına gelen belalara, ibadetlerin doğurduğu zahmet ve sıkıntılara, kimi lezzetleri terk etmenin verdiği rahatsızlıklara Hak Teâlâ”nın buyruğu doğrultusunda sabreder, zor da olsa bütün bu sıkıntılara katlanırsa, nefsi yavaş yavaş bu duruma alışır, güçlüklere katlanabilme gücü kazanır ve bu yolla sabır makamından daha yücelere yükselerek diğer yüksek makamlara erişir. Günahlara bulaşmamakta direnip sabretmek nefsin takvaya ermesine kaynaklık eder. Taatte bulunmaya gayret göstererek sabretmek, Hakk’a ünsiyet kazanmayı sağlar ve belalara sabretmek İlahî kaza ve kaderden razı olma imkânını doğurur.

Demek ki sabırsızlığın hiçbir yararı yoktur, hatta çok korkunç zararları da vardır ve peşi sıra imanı alıp götüren bir musibet de getirmektedir. Oysa sabır ve fedakârlık muazzam bir sevap ve ecir kazandırır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

“İşte sabır bu şekilde ardından hayrı getirir. Şu halde sabredin, sabırla donanın ki ecre ulaşasınız.”

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞEHVET

Şehvet; arzu, istek, temayül, aşırı sevgi, nefsin değer verdiği istekler, cinsel arzu ve istekler manasına gelmektedir. Kelime olarak çok geniş bir anlam alanını kapsayan şehvet ifadesi, insan nefsinin arzuladığı, elde etmek istediği her şeyi içine almasına rağmen, konuşma dilinde daha çok cinsel arzular anlamında kullanılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlara, develere ve ekinlere karşı aşırı sevgi (hubbü’ş-şehavat) insanlar için süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici metaıdır. Asıl varılacak güzel yer, Allah’ın yanındadır. De ki: Bunlardan daha iyisini size söyleyeyim mi, Allah’tan korkanlar için Rabb’leri katında altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır” (Ali İmran, 3/14, 15) ayeti kerimesi şehvetin sadece cinsel bir arzu, bir dürtü değil, dünya nimetlerine karşı insanın şiddetle arzuladığı elde etme hırsı olduğunu göstermektedir.

Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde dünyaya aşırı düşkünlük gösteren insanlar eleştirilmiş, âhireti göz ardı ederek sadece dünyevî zevklere dalanların âhiretteki nimetlerden yoksun kalacakları bildirilmiştir. Ama bunun yanında aşırıya kaçmamanın, âhireti unutmamanın, bencil davranmamanın ve helal sınırlar içinde, sözü edilen dünya nimetlerinden yararlanmanın insânî bir özellik olduğu vurgulanarak, Allah (cc)’ın helal kıldığı şeyleri, “nefsi terbiye etmek” adına kimsenin haram kılamayacağı da en açık ifadelerle haber verilmiştir. Çamurdan yaratılan insan bedeni bu “çamur”luk özelliği dolayısıyla dünya hayatının devamını sağlayabilmek için birtakım dürtülerle donatılmıştır. İnsan bu yönüyle hayvanlardan farklı değildir. Hatta insan, hayvanlardan ayrı olarak aşırı bir şekilde mal edinme, diğer insanlardan üstün olma, beğenilme, hırs, bencillik, cimrilik gibi nefsânî özellikler taşıyan bir canlıdır. Ama bütün bu hayvânî-nefsânî özelliklerin yanında, insanda bu istekleri kontrol altına alacak; ruh, akıl, iyiyi kötüden ayırma, merhamet, sevgi, cömertlik gibi melekî sıfatlar da verilmiş; bunun tek başına hayvanî isteklere engel olamayacağını bilen Yüce Allah (cc) onun bu melekî yönünü desteklemek için yol gösterici peygamberler eşliğinde kitaplar göndererek, insanın hayvanlık seviyesine düşmesini engellemek istemiştir.

İnsanın madde ve ruhtan yaratıldığını bildiren Allah-ü Teala, dünya nimetlerinden yararlanmayı kötü görmediği gibi; “Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez.” (Araf-31) buyurduğu üzere israfa kaçmamak şartıyla bunu teşvik de eder. (İnsanın cinsel arzularını doğal karşılayan İslâm, bu duygunun nikâh bağıyla evlilik müessesesi içinde değerlendirilmesini ister ama onu yasaklamaz, tamamen serbest ve başıboş da bırakmaz. Allah-ü Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur: “O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Şûra/11)

Yine İslâm, insanın mal – mülk edinmesini, zengin olmasını doğal karşılar, ama kazancın helâl yollardan elde edilmesini şart koşarken, helâl malın da özel mülkiyet adına kontrolsüzce harcanmasını, israf edilmesini kabul etmez. Ayrıca servetin kişilerin değil, toplumun malı olduğunu bildiren İslâm, onun sadece varlıklı sınıfların elinde dolaşan bir mülk olmasına engel olur. Nitekim Allah-ü Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur: “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr/7) Toplumun üzerinde kontrol mekanizması olan yöneticiler, zayıfları, fakirleri, yetimleri, dulları, kısaca desteğe muhtaç kişileri koruma altına alarak, gerektiğinde varlıklı sınıfın servetinden alıp, yoksul sınıfla arasındaki dengeyi sağlar. Yüce Allah (cc), insanın servete karşı aşırı düşkünlüğünü iyi bildiği için, insanın servete karşı şehvet derecesine ulaşan sevgisini önlemek için, kullarını infak etmeye teşvik etmiş, bunu yapanların karşılıklarını Cennette alacaklarını müjdelemiştir. Bunun karşısında, altını gümüşü yani serveti biriktirip, Allah yolunda gerekli yerlere harcamayanlar, ayeti kerimede; “Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele. O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve, “İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi, tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı!” denilecek…” (Tevbe 34/35) buyurduğu üzere şiddetli azaptan haberdar etmiştir.

Aralarında nikâh olmayan erkek ve kadın, birbirine akraba da olsa, yabancı da olsa, şehvet hissiyle bakamaz, dokunamaz. Şehvet hissi olmaksızın, bir erkek, kendisine ebediyyen evlenmenin haram olduğu kendi yakını olan kadınlarla aynı yerde oturabilir, bakabilir, tokalaşabilir. Bunların kimler olduğu Nisa suresinin 23. ayetinde bildirilmiştir. Buna göre; bir Müslüman erkeğe, anası, kızı, kız kardeşi, halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızları, kız kardeşinin kızları, sütannesi, süt kız kardeşi, kayınvalidesi, hanımından dünyaya gelen üvey kızları, öz oğullarının hanımları ile evlenmek ebediyyen haramdır.

Nikâh yoluyla kendisine helâl olmayan birisine şehvetle bakmak veya dokunmak da bir tür zinadır. Nitekim Efendimiz (sav), “Gözlerin zinası bakışmak, ellerinki ise dokunmaktır. Ayaklar bakanın duygularını kamçılayacak şekilde yürümekle; dil, söylediği sözlerle zina eder. Gönül ise istemekle… Neticede cinsiyet organları, bunları ya kabul veya reddeder” buyurmuştur.

Evlat sevgisi, karı-koca, arkadaş, anne-baba sevgisi gibi sevgiler; İslâm’ın, Allah’ın, Peygamber’in önüne geçmedikçe hoş karşılanan, hatta gerekli olan insanî duygulardır. Ancak, bu sevgi bağları, insanı Allah (cc)’a kulluktan alıkoyuyorsa, insanı ahirette yalnız bırakacaksa, hiçbir anlamı yoktur; çünkü mal ve evlatlar birer imtihandır, geçici dünya nimetleridir. İnanç bağıyla desteklenmedikçe, Müslüman, en yakınlarına dahi sevgi besleyemez. Özet olarak, İslâm, insanın fıtrî olan bazı duygularını, ölçülü ve helâl sınırlar içerisinde kalmak şartıyla doğal karşılar, ama bunların kişiyi Allah (cc)’ı zikretmekten, O’nun yolunda harcamaktan alıkoyacak derecede kuşatmasına izin vermez.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : CEHALET

Cahil; bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan kişi olarak tâbir edilen kimsedir. Cahilin içinde bulunduğu hâle de cehalet denir. Ayrıca cehalet, ilmin karşısında olmak, bilmemek manasını taşır. Dinimiz, bilgi ve düşünmeyi üstünlük ve yücelik olarak değerlendirmekte; Allah (cc)’a gerçek kulluğun, dünya ve ahiret hayatında huzur ve mutluluğun bilgiden geçtiğini haber vermektedir. Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’in yaklaşık 750 ayetinde insanları kendilerine diğer canlılardan farklı olarak lütfedilen aklı kullanmaya, düşünmeye çağırmaktadır.

Dinimize göre bilgisizlikte, öğrenmemekte ısrarın hiçbir mazereti yoktur. Buna işaretle, Büyük İmamlarımızdan İmâm-ı Şâfî Hazretleri: “Cahil, cehaletinden dolayı mâzur sayılsaydı, cehalet ilimden üstün olurdu.” buyurmuşlardır. Bizden istenen, bulunduğumuz hâl ve şartlar içinde neyi öğrenebiliyorsak onu öğrenmemizdir. Nitekim Allah-ü Teâlâ Hazretleri; “De ki: Rabbim! İlmimi arttır.” (Taha,114) buyurarak kullarına yol göstermiştir.

İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken; cahil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak bilinirler. Nitekim Kur’an-ı Kerim inkârcıları: “…Cehalet içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gâfiller” (Zariyat, 51/11) olarak zikreder. Bunun için Rabbimiz cahillerden uzak durmamızı emrederek; “Âf yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf 7/199) buyuruyor. Zira bilgisiz insanlar aynıyla körler gibidir. Aradaki fark gören göz ile görmeyen gözün farkı gibi ayan beyan ortadadır. Bunu Allah-ü Teâlâ: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) “Aynen görenle görmeyenin bir olmadığı gibi…” buyurarak ifade eder. Rasulullah (sav) Efendimiz de müminin cehaletten kurtularak ilim öğrenmeyi müminin vasıflarından biri olarak sayarak, “İlim, müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.” (Tirmizi) buyururlar.

Cahil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı kişilerden kaçarlar. Çünkü kendini olduğundan büyük görme hastalığına tutulan cahiller, tevâzu sahibi bilginlerden hiç bir şey anlayamazlar. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Ancak görünenin arkasında bir de hissedilenin vârolduğunu bilemez. Cahilin tedbiri, düşüncesi köksüz ve çürüktür. Bundan dolayı cahiller için: “Cahil yaşayan ölüdür.”, “Diri iken ölü.” denilmiştir. Hazret-i İsa (as)’ da: “Ben ölüleri dirilttim fakat cahilleri diriltemedim” buyurmuştur.

Hazret-i Ali (kvc) Efendimiz: “Faziletli kişiler hakkında haset edilir. Cahiller de ilim sahiplerine düşman kesilirler” buyurmuştur. Eskiden İslâm toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza olmak üzere onu cahil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya zorlarlardı.

İslam dini her fırsatta cehalete karşı tavır almış, bilgisizlik yerilmiş, ilim tahsili ve okuma-yazma sürekli teşvik edilmiş ve bundan övgüyle bahsedilmiştir. Rasulullah (sav) Efendimize Hira Mağarası’nda nazil olan ilk ayet’in “Oku” emri ile başlaması da oldukça dikkat çekicidir. İslam; ilme, okumaya, öğrenmeye büyük değer ve önem vermiş ve bu hususta kadın-erkek herkesin ilim öğrenmesini farz kılmıştır. Başa gelmesi muhtemel olan türkü zorluklara ve meşakkatlere rağmen herkes için ilim öğrenmeyi tavsiye eden İslam dini; ilim rütbesini çok büyük ve şerefli bir rütbe olarak kabul etmiştir.

Müslümanlıkla cehalet birbirleriyle asla bağdaşmaz. Cehaletin, bilgi fukaralığının, geriliğin ve bu arada da tembelliğin İslam dininde asla yeri-yurdu yoktur. Zira cehalet, insanın şeref, haysiyet ve onur gibi üstün meziyetlerini ayaklar altına düşüren çok kötü sıfatlardır. İşte onun için İslam öncesi Arap toplumundan bahsedilirken o döneme: “Cahiliye Dönemi” denilir. Mekke müşriklerinin lideri için ise “cehaletin babası” anlamına gelen “Ebu Cehil” lakabının verilmesi de oldukça anlamlıdır.

Meşhur Bedir Gazvesi’nde esir alınan Mekkeli müşriklerin on Müslüman’a okuma-yazma öğretmeleri karşılığı serbest bırakılmaları da İslam’ın ilme vermiş olduğu değeri izah bakımından çok büyük önem arz eder. Bu sayede okuma-yazma ve ilim; Müslümanlar arasında çok kısa bir zaman zarfında yayılmış ve ciddi şekilde gelişme kaydetmiştir.

İlim, insanlık tarihi boyunca âlimler için bir artı değer olmuş; ilim sahibi fert ve topluluklar, daima diğer topluluklara üstün gelmiştir.

Öte taraftan iletişim araçlarının yayın politikaları istikametinde insanlara ulaştırdığı bilgilerin de düşünceleri berraklaştırma yerine genellikle zihinleri karıştırdığı herkesçe malum bir durumdur. Bu itibarla dinimiz bize ulaşan bilgi ve haberleri tahkik edip, doğruluğunu araştırmadan kabul etmememiz gerektiğini emreder. Bu nedenle toplumda sorgulayıcı ve araştırıcı bir zihniyetin hâkim olması için eğitim ve öğretimin kalitesinin yükseltilmesi, okullaşma oranının arttırılması, çeşitli alanlarda akademik çalışma yapanların çoğaltılması ve en önemlisi de sahip olduğu bilgiyi toplumun maddi ve manevi kalkınması için kullanan insanların yetiştirilmesi gerekir.  Eğitimin, her türlü bilgi elde etmenin temeli ilk olarak aile ortamında atılır. Ailede atılan bu temel okulda ve çevrede gelişme kaydeder. Ailede atılan eğitimin temeli çok önemlidir. Burada her anneye ve her babaya çok büyük, büyük olduğu kadar da önemli vazifeler düşmektedir. Çocuklarını ihmal eden ailelerin sonunda feryadı figanları hiç fayda vermez.

Her türlü cehaletin ve geriliğin İslam’da yerinin olmadığı gerçeği her Müslüman tarafından net bir şekilde bilinmeli, kabul edilmeli, ondan sonra da karınca kararınca ilim yolunda yürünerek ağır adımlarla bile mesafe kaydetmeye gayret edilmelidir. Müslümanlar olarak cehaleti aramızda barındırmak asla doğru değildir. Her gün yeni bir şey öğrenmek, böylece ilim yolunu açık tutmak her Müslüman için İslami bir görevdir. İlmin olmadığı bir kişide ve toplumda cehalet hâkimiyet kurar. Cehaleti yenmenin ve ondan kurtulmanın tek reçetesi ilimdir. Nitekim Efendimiz (sav); “Bilmediklerinizi sorunuz. Cehâletin ilâcı sualdir.” (yâni soru sorup öğrenmektir) buyurmuştur. (Ebû Dâvûd)  Her çeşit cehalet; okumakla, bilgi elde etmekle ve ilme sarılmakla yenilir. Cehalete yenik düşmemek için hayırlı ilmin her çeşidini baş tacı etmek gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : NANKÖRLÜK

“Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki insan pek zalimdir, pek nankördür.”   (İbrahim; 34)

Nankör;  kendisine yapılan iyiliği inkâr eden, gördüğü iyiliğin ve yardımların değerini bilmeyen, iyilik ve nimet verene karşı inkârcı bir tavır takınan kimse demektir. İyiliklere ve nimet verene karşı takınılan bu olumsuz tavra nankörlük denir. Eskiler bu kötü ahlâka ‘küfran-ı nimet’ derlerdi. Yani, nimeti yalan sayma, nimeti inkâr etme, nimeti ve sahibini görmezlikten gelme demektir.

Gördüğü iyilikleri, kavuştuğu maddi ve manevi nimetleri inkâr eden, iyilik edeni ve nimet vereni bilmeyen, teşekkür etmeyen veya şükretmeyen kimseye de nankör anlamında “kâfir-i nimet” denmiştir. Kâfir, Allah’tan gelen gerçeğin üzerini örten, gizleyen, tanımayan ve inkâr edendir. Nankör de, iyilikleri, nimetleri ve bunları yapanları görmez, inkâr eder, bilmezlikten gelir.

Nankörlük ya insanlara karşı ya da Âlemlerin Rabb’ine karşı yapılır. İnsanlar ölünceye kadar birbirlerine muhtaçtırlar. Başkaları olmadan hayatlarını sürdüremezler. Maddi gücün her şeyi çözmediği tecrübelerle ispatlanmıştır. Kişiye ana-babasının iyiliğinden tutun da, hasta olunca tedavi eden doktora, okutan öğretmene, yol gösteren bir büyüğe kadar, pek çok kimsenin iyiliği dokunur. Bir insana ana-babasının yaptığı iyilikleri saymak mümkün mü? Bu karşılıksız iyiliklere teşekkür etmek, insanlık ve yardım etme duygusunun yüceliğinin gereğidir. Maddeyi bütün ilişkilerin temeline yerleştiren, çıkarından başka kutsal tanımayan, bu yüzden de derin bir egoizme saplanan günümüz insanına bunu nasıl anlatmalı?

İnsan, diğer insanlardan gördüğü iyilik ve yardımlara teşekkür etmeli. Fakat iyilik edene kul köle olmak, onun karşısında ezilip büzülmek, zelil olmak doğru değildir. İyilik eden böyle bir şey beklerse, bu iyilik değil sömürü niyetidir. İyiliklere ve yapılan yardımlara, nankörlük etmek kötü ahlâktır, kınanması gereken kötü bir davranıştır. Ancak Müslüman’ı din sınırlarının dışına çıkarmaz.

Nankörlüğün iki boyutu vardır; Allah (cc)’ın verdiği nimetlere, yaptığı iyiliklere karşı nankörlük yapmanın da iki boyutu vardır.

Birincisi, Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre inkârcıların bu nankörlükleri onların küfretmelerinden kaynaklanıyor. ‘Küfür’ ile nankörlük farklı gibi görünse de aralarında yakınlık vardır. Nankörlük; kelimesinin anlam sahası içerisinde tıpkı küfür gibi, Allah (cc)’ın yaratıcı, bütün evrenin sahibi ve canlılara ait geçim kaynaklarının yaratıcısı olduğunu, insanın sahip olduğu hayat, can, kalp, eşya gibi şeylerin Onun tarafından verildiğini inkâr etmek vardır. Bu tutum da elbette tıpkı küfre düşmek gibidir. Kur’an-ı Kerim, Allah (cc)’ın verdiği nimetleri tanımayıp inkârcı olan azgınların cezalandırıldığını anlatmaktadır. (Sebe sûresi, 34/15-17.)

“Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah da yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesi tattırdı.” (Nahl sûresi, 16/112.) 

Ayetlerde karakterize edilen nankör tip, küfre düşen inkârcı tipidir. Böyleleri Allah-ü Teâlâ Hazretlerini Rabb olarak tanımadıkları gibi rızık verici, nimet verici olarak da tanımamaktadırlar. İbadetin (kulluğun) diğer bir adı da şükürdür. İnkârcılar Allah’a şükretmeyen insanlardır. Allah’a iman, yalnızca Cenab-ı Hakk’a ibadeti yalnızca O’na şükretmeyi gerektirir.

“İnkârcılar sıkıştıkları zaman Allah’a yalvarırlar, ama biraz rahatlayınca nankörlük ederler.” (isra sûresi, 17/67)

İkinci boyutu ise mü’min olan kimselerin verilen nimetlere, yapılan iyiliklere hakkıyla şükretmemeleridir. Esasen mü’minler, iman ederek şükrün birinci şartına uyarlar. Ancak onlar, hayatları boyunca ibadet, dua ve şükür ifadeleriyle Allah’a karşı şükreden kul olmaya devam edeceklerdir. Mü’minlerin şükürlerinin noksanlığı; ibadetlerdeki  hatalarıyla, harama düşmeleriyle ortaya çıkar. Bu hatalar onları küfre götürmez ama böyle şeyler de şükreden kullara yakışmaz. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Andolsun! Eğer şükrederseniz gerçekten size (ni’metimi) artırırım ve andolsun, eğer küfrederseniz (veya nankörlük ederseniz ) şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim sûresi, 14/7.) 

Kur’an-ı Kerim’de, insanların Allah (cc)’a karşı nankörlüğünden söz edilirken, “nankör” ve “nankörlük” kelimelerinin, “küfr” kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “Sebelilerin yurtlarında, Allah’ın kudretine bir delil olarak sağlı sollu iki bahçe bulunuyordu. Onlara: “Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin, işte hoş bir belde ve bağışlaması bol bir Rab!” denmişti. Fakat onlar yüz çevirdiler. Bunun için biz de üzerlerine “Arîm Seli”ni gönderdik. Onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlı ve içinde bir kaç sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Nankörlük ettikleri için onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör olandan başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe’, 34/ 15-17)

“Allah, size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misâl verir; her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı.” (Nahl, 16/112).

Yukarıdaki ayet meallerinin ilkinde geçen “nankörlük ettikleri için” sözü, Kur’an’daki “bimâ keferû” kelâmının mealidir. “Nankör” kelimesi de “kefûr” sözünün mealidir. Aynı şekilde, ikinci ve üçüncü âyetlerde geçen “nankör” ile “nankörlük” kelimelerinin tümü, “küfr” kelimesinin türevleridir.

Kur’an’ın müteaddit ayetlerinden anlaşılan o ki; nankörlük, adetâ insanı karakterize eden bir özellik durumundadır. Başına bir musibet geldiğinde Allah’a yalvarır, kendini emniyette hissedince de O’nu unutur. Rabbi kendisine bir nimet verdiğinde ona sevinir, fakat kendi hatası yüzünden başına bir kötülük geldiğinde nankörlük huyu yeniden depreşir. Rabbimiz, insanın bu vaziyetini, Kitâb-ı Mübîn’inde şöyle ifade buyurur: “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde Allah’dan başka tüm yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O, sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu nankördür.” (İsra, 17/67)

İnsan, kendine yapılan iyilik ve yardımların, verilen nimet ve rızıkların (değerini) bilmelidir. Bu iyilikler ister insandan gelsin, isterse Allah’tan gelsin; kişi bunun şuurunda olmalıdır. İyilik yapanlar genellikle karşılık beklemezler. Ancak iyilik yapanlar teşekkürü hak eder. Bu teşekkür, hem yapılan iyiliğin derecesini artırır; hem nimetin devamını sağlar, hem de iyilik yapan ile yapılan arasında sevgi bağı kurar. 

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KÜFÜR-2

Hatta kâfirlerin ilâhî mesajı duymamak için örtülerine bürünüp kulaklarını bile tıkadıkları olmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de  Cenab-ı Zül Celal Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“ Ve ben onları mağfiret buyurman için her davet ettiğimde onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve esvaplarına büründüler ve ısrar ettiler ve kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nûh 71)  

 Onların hakikate karşı kör ve sağır davranarak, bu şekildeki duyarsızlıkları, ilim, idrak ve duygu merkezi olması gereken kalplerini karanlıklar içinde bırakmıştır. Mezkûr ayetlerin işaret ettiği üzere insanoğlunda bir baş gözü bir de gönül gözü vardır. Baş gözü bir âzâ olarak insanlarda bulunduğu gibi hayvanlarda da bulunur. Fakat kalp gözü sadece insanlara mahsustur. İşte insana mahsus olan basîret melekesinin körelmesi hâlinde, insan idraksizlik nokta-i nazarından hayvan derekesine hatta hayvanlardan daha aşağıya düşmektedir. Kâfirlerin bariz özelliği, hakikatten habersiz olmalarıdır ki bunun da sebebi nankörlükleri yani kalplerindeki küfürleridir. Zira küfür yaratılışta var olan güzelliği, mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illeti, kısaca bir hakikat körlüğüdür. Kur’ân Kerim ayetleri ezelî ve ebedî yegâne hakikat olan Allah’a çağırırken, O’nu tanımama ve mesajına iltifat etmeme nankörlüğü, kalplerin paslanmasının bir neticesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa dikkat çeken ayetlerden biri şöyledir:

“Hayır bilâkis işlemekte oldukları ( günahlar ) kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.” (el-Mutaffifîn 83)

 Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem de işlenilen her günahın kalplerin mühürlenmesine nasıl zemin hazırladığını şöyle izah etmektedir:

“Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip affını dilerse, kalbi bu lekeden temizlenir, cilalanır. Fakat tekrar günaha dönerse bu nokta çoğalarak neticede kalbin tamamını kaplar. İşte Allah-u Teâlâ’nın Kur’an’da zikrettiği kalbin paslanması budur. (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn Mâce, Zühd, 29)

 Artık paslanıp kaskatı kesilen ve neticede mühürlenen bir kalp, uyarı ve nasihatten etkilenmeyecektir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:

“Gerçekte inkâra şartlanmış olanlar için kendilerini uyarıp uyarmaman fark etmez; onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.” (el-Bakara 2/6-7)   

 Allah (c.c)’a, O’nun ayet ve ahkâmına olumsuz yaklaşımları sebebiyle pas tutan inkârcı gönüller, zamanla kas katı kesilerek, O’nu zikretme, O’nu her şeyden çok sevme ve yalnız O’ndan korkup sakınma gibi ulvî yönelişlerden büsbütün mahrum kalırlar. Fahr-i Kâinât sallallâhu aleyhi ve sellem, de müslümanları Kur’an ve Sünnet’e uymaktan taviz vermemeleri ve bilhassa bid’atlerden uzak kalmaları hususunda uyarmış, onların kalp katılığından sakınmalarını şöyle ifade etmiştir:

“Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi unutturmasın! Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Kur’ân-ı Kerîm’in beyanına göre de kalbi katılaşmış inkârcı kimseler, Allah’ı zikrederek itminana kavuşma imkânından yoksun olmaları sebebiyle, geçici hevesler peşinde teselli ararlar. Onların kalpleri, ilâhi sevgi yerine batıl ve fânî sevgilerle, Allah korkusu yerine daha başka korkularla darmadağınık bir hâl almıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ashâbını küfre ve küfre düşürecek günahlara dalmaktan daima sakındırır ve onlara şu duâyı tavsiye ederdi: “Allah’ım! Kalplerimizi birleştir, aramızı ıslah eyle ve bize kurtuluş yollarını göster. Bizi küfür karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çıkar ve büyük günahların görüneninden ve görünmeyeninden uzaklaştır. Kulaklarımıza, gözlerimize, kalblerimize, eşlerimize ve çocuklarımıza hayır ver. Tevbemizi kabul et! Tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin. Bizi nimetlerine şükreden, onları kabul ederek Sen’i senâ eden kullarından eyle ve bize nimetlerini tamamla!” (Ebû Dâvûd)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KÜFÜR-1

Küfür sözlükte; örtmek, hakkı örtmek, kapamak, Hakk’ı inkâr etmek anlamındadır. Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve dini hükümlerden kesin olarak bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabul etmemektir. Kur’an-ı Kerim’de meâlen buyruldu ki:
“Muhakkak ki, küfre varanları, azap ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir. Onlar iman etmezler” (Bakara: 6)
  İnanılması gerekenlere inanmayan kimseye de gerçeği örttüğü için kâfir denilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”( Mâide; 44) buyrulmuştur. Küfür değişik açılardan ele alınarak sınıflara ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmı şunlardır:

1. Mutlak Küfür (Küfr-i İnkârî): Allah-u Teâlâ (c.c)’yı Resûl-i Ekrem (s.a.v)’i ve zarurat-ı diniyyeden olan şeylerin tamamını inkâr edenler, mutlak kâfirlerdir.

2. Küfr-i İnadî: İnsanın kalben Allah-u Teâlâ (c.c)’ya inanması, dil ile de zaman zaman ikrar etmesine rağmen, şöhret, makam, kin, ihtiras ve kavmiyetçilik sebebiyle İslâm dinine girmemesidir. Efendimiz (s.a.v)’in amcası Ebû Talib’in; “Ebû Talib atalarının dininden döndü.” dedirtmemek için direnmesi, bunun güzel bir örneğidir.

3. Küfr-i Nifak: İnsanın inanılması gereken şeyleri diliyle söylemesi, fakat kalbiyle tasdik etmemesidir. Münafıkların “iman” iddiası, bu şubeye girer.

4. Küfr-i Cehlî: İnsanın hem Allah-u Teâlâ (c.c)’ya, hem de Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e iman etmesi, fakat cehâlet sebebiyle zaruriyyat-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesidir. Günümüzde en yaygın olan küfür çeşidi budur.

5. Küfr-i Cûhud: İnsanın kalben Allah-u Teâlâ (c.c)’ya inanması, ancak diliyle imanını itiraf etmemesidir.  İnsan kibir, gurur ve inat gibi nefsin kötü sıfatları sebebiyle küfre sürüklenmektedir. Nitekim inkâr yolunu ilk açan şeytanın küfrü de böyledir. Kişi kimi zaman da hakikati kalben bilmesine ve zaman zaman diliyle ikrar etmesine rağmen, kıskançlık, şan, şöhret, makam, sosyal baskı ve kavmiyetçilik gibi sebeplerle İslam’ı bir din olarak kabullenmeyebilir. Ayrıca her hangi bir zorunluluk olmadığı halde, küfre götürecek bir söz söyleyen, inanılması gerekenleri ve İslam’ı küçümseyen ve onlarla alay eden kimseler de küfre düşebilmektedir. Dinimizde hürmet edilmesi, saygı gösterilmesi gereken şeylere hürmetsizlik eden, saygısızlık yapan; kötülenmesi, beğenilmemesi gereken şeylere hürmet eden, beğenen dinden çıkar. İnsan bir sözle (kelime-i şehâdet ile) müslüman olur. Bir müslüman da, küfre düşüren bir söz söyleyince kâfir olur. Her müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için bilmemek özür değildir. Bu sebeple her müslümanın küfre düşürücü söz ve hareketleri çok iyi bilmesi gerekir. İnanmamayı gösteren her söz ve her iş, şaka olarak da söylense küfür olur. Birkaç örnek verecek olursak:
İnsanlara mahsus sıfatları Allah (c.c) için kullanmak küfür olur. Allah-u Teâlâ’ya, sanatçı demek; Allah (c.c) unuttu; kaderime küstüm; Allah (c.c) bizi düşündüğü için göz, kulak vermiş; Allah (c.c) kuşlara kanat vermeyi ihmâl etmemiş; İlâhi şuur, ilâhî düşünce demek; Allah (c.c) bana kulum demesin; anladıysam Arap olayım; bugünkü Kur’an noksan demek. Bu işte ilâhi şuuru görüyoruz demek küfürdür. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ için, düşünerek yarattı demek küfürdür. İslâm düşüncesi demek de böyledir. Çünkü düşünmek insanlara mahsus şeydir. Dinsizlere şerefli kâfir demek; çalgı âleti ile ibâdet etmek veya ilahi söylemek; O, cimrilerin Allah (c.c)’ı demek. Ağza def-i hâcet lafzı ile sövmek. Peygamberleri küçültücü söz söylemek, meselâ ilk insan vahşî idi demek. Çünkü ilk insan Hz. Âdem peygamberdi. Melekleri küçültücü söz söylemek. Meselâ, senin bakışın bana Azrâil gibi geliyor veya çocuk iyi yetişmezse zebâni olur yâhut bu ibâdetin sevabını melek yazamaz demek. Âhirette olacak şeylerle alay etmek. Meselâ ben Cenneti istemem, Cehenneme gitmek isterim demek. Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına yani Kur’an-ı Kerim’de ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş ve islâm âlimlerinin kitapları ile her tarafa yayılmış, inanılması zarûrî olan din bilgilerinden birine inanmamak veya önem vermemek. Meselâ ben cinleri göremediğim için inanmam demek veya kesin haram olduğu bilinen bir şeyi yiyip içerken besmele çekmek. Özürlü kimseler için, îmâlât hatası demek; namaz kılmam ama kalbim temiz demek; kendisine Hans, Corc gibi gayrı müslim ismi ile çağırılmasını istemek; mümin için Nuh der, peygamber demez demek; haram kazanç ile sevap için kurban kesmek; ecelin hoyrat eli demek. Haram iş yapana, ne güzel yaptın demek. Şarap içene, ne güzel içiyor demek. Bir kimse falcıya gitse, falcı; senin başına şu işler gelecek dese, o da buna inansa, kâfir olur. Çünkü gaybı, ileride olacak şeyleri ancak ve ancak, Cenâb-ı Hak bilir. Bir de sevgili kulları kendilerine bildirildiği kadar bilir. Müslüman’a kâfir demek, kâfirlerin âyinlerini beğenmek, Allah (c.c) baba demek, Allah (c.c) gökte demek hep küfürdür. Hocayı kötülemek için hocayla etme pazar, sonunda fetvaya bozar gibi sözlerin çoğu küfürdür, îmanının gitmesine, dinden çıkmasına sebep olur. Bunun için ağzımızdan çıkan her söze dikkat etmemiz gerekir. Yalnız ölüm tehdidi altında bulunan bir kimse gönlü îmanla dolu olduğu halde canını kurtarmak için istemeyerek küfrü gerektiren bir söz söylediğinde îmânına zarar gelmez. Nitekim bir âyet-i kerîmede:

“Kalbi iman ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlanan kimse müstesnâ, her kim imandan sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.” (En-Nahl 16) buyrularak bu durum açıkça ifade edilmiştir. Bu ayetin sebebi olan olay konumuzu daha da aydınlatmaktadır: Müşrikler;  Ammar’ı, babası Yâsir’i, annesi Sümeyye’yi, Süheyb’i, Bilâl’i, Habbâb’ı ve Sâlim’i yakalamış ve işkenceye tabi tutmuşlardı. Sümeyye’yi iki devenin arasına bağlayıp germişler, onu ve kocasını işkenceyle öldürmüşlerdi. Ammar ise bu işkenceler karşısında kalben benimsemediği hâlde kâfirlerin kendisinden istediklerini söylemişti. Bunun üzerine gelip Resûlallah sallallahu aleyhi ve sellem’e:

– Ammar kâfir oldu, dediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“- Hayır, Ammar asla kâfir olmamıştır; o, tepeden tırnağa imanla doludur. İman onun etine kanına işlemiştir.” buyurdular. Daha sonra Ammar ağlayarak Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) ‘e geldi. Allah Resûlü bir taraftan onun gözünden akan yaşları siliyor, diğer taraftan da:

“- Eğer, sana tekrar işkence yapmak isterlerse sen de onlara istediklerini tekrar söyle!” buyuruyordu.

 Küfür, farklı sebeplerle insanların iç dünyalarında yer bulmaktadır. Küfrün en bâriz vasfı ise anlama, idrak etme ve hakikati görme merkezi olan kalbin istidatlarını köreltmesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’ de bu hâl şöyle tasvir edilmektedir:

“(Sana karşı çıkanlar ) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Fakat gerçek şu ki gözler kör olmaz göğüslerdeki kalpler kör olur.” (el-Hacc 22/46)

“…Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’râf 7)