Nefsin Hastalıkları : KORKAKLIK

“İnsanlardan korkmayın benden korkunuz” (Maide;44)

Korkaklık; korkak olma hali, cesaretsizliktir. Korkak insan, hayal, vehim ve zanların esiri olup her şeyden korkar. Korkaklığı onu güvenilmez yapar. Sabır ve sebat isteyen, cesaret gerektiren savaş ve yolculuk gibi zor işlerde bulundurulamaz, düşmana karşı kendilerine görev verilemez.

Korkak insan hayatta başarılı olamaz. Hakkını koruyamaz ve karşısına çıkacak engellere, güçlüklere karşı koyamaz.

Korkak olan kimse, zevcesine ve akrabasına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir. Onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer. Haram işleyeni görünce susar. Başkalarının malına tamah eder işinde sebat etmez. Verilen vazifenin ehemmiyetini anlamaz Allah-u Teâlâ, Tövbe suresinde şecaati, kahramanlığı övüyor. Nur suresinde, zina edenlere, had cezası verilmesinde merhamet olunmamasını emrediyor.

Korkak insanların can, mal ve namusları daima tehlikededir. Korkakların, bu kötü huylarından kurtulabilmeleri için cesur kimselerle arkadaş olmaları ve onlarla düşüp kalkmaları gerekir. Böylece yavaş yavaş korkuyu üzerlerinden atar, onun kötülüklerinden korunmuş olurlar.

Terbiyenin korkak yetişmekteki tesiri büyüktür. Bunun için anne, baba ve öğretmenlerin çok dikkatli olmaları gerekir. Çocukları cesur yetiştirmek için onların kafalarını öcü ve gulyabani masalları ile değil, mertlik ve kahramanlık hikâyeleri ile doldurmak icap eder.

Ashaptan, Bera’ b. Âzib (ra): “Savaş kızıştığı zaman biz, Rasulullah (sav)’tan cesaret alırdık. Çünkü O, cesaret örneğiydi” demiştir. Peygamberimiz (sav)’in çok cesur olduğu ve ashabının da O’nun yolundan gittiği bilinen bir husustur. Hatta Rasulullah (sav): “Allah’ım, korkaklıktan sana sığınırım” diye dua ederdi.

Allah-u Teâlâ, Fetih suresinde, ashab-ı kiramı, “Kâfirlere gazap ederler”, harpte sert davranırlar diyerek övmektedir. Tövbe suresi, 73 ayeti kerimesinin mealinde, “Kafirlere karşı sert ol”, buyrulmaktadır. Bir hadisi şerifte, “Ümmetimin hayırlısı, demir gibi dayanıklı olanıdır” buyruldu. İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık edenlere, saldıranlara karşı sert olmak lâzımdır. Bunlara karşı korkak olmak, caiz değildir. Çünkü Enfal suresinin 15. ve 16. ayeti kerimelerinde; “Ey iman edenler, toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin” “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya bir başka topluluğa katılma dışında her kim, o gün (düşmanına) arkasını dönerse; muhakkak ki o, Allah katında gazaba uğramıştır. Onun yurdu Cehennem’dir ve o, ne kötü bir sonuçtur” buyrulmaktadır. Korkarak kaçmak, Allah-u Teâlâ’nın takdirini değiştirmez. Kendini tehlikeye atmak da, caiz değildir. Tehlikeli yerde yalnız kalmak, yalnız yürümek, günahtır.

İnsan için gerekli olan cesaret sahibi olmaktır. Hayatımızda, ne gereksiz atılganlığın, ne de korkaklığın yeri olmamalıdır.  Allah  (cc)’ın yarattıklarından korkmamak bir Müslüman için nasıl iyi bir özellik ise, aksine Allah (cc)’tan korkmak da o ölçüde üstün bir fazilettir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

“Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’tır.” (Et-Tevbe;12).

Mü’min Allah (cc)’tan korktuğu kadar O’na ümit bağlayan insandır da. Çünkü Cenab-ı Hakk: “Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser.” (Yusuf;87) buyurmuştur.

Dolayısıyla korkaklık Müslüman’a yakışmadığı gibi hiç bir kınayıcının kınamasından, İslam’a karşı olan insanlardan korkmamak yalnız ve yalnız Allah (cc)’tan korkmak gerekmektedir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : CERBEZE (DEMOGOJİ)

“Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar” (Bakara;9)

Cerbeze sözlükte; kurnazlık, hilekârlık anlamındadır. Güzel ve aldatıcı konuşma becerikliliği ve haklı, haksız sözlerle hakikati gizlemektir. Sosyal hayatta çokça karşılaştığımız bir fiil olarak özelikle ölçüsüz ve dengesiz söz kurnazlılığıdır. Hakkı batıl, batılı hak görmeye kadar insanı götüren bir kayma ve kırılmadır. Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesidir. Bütün kötülükleri görüp, hiç bir iyiliği görmeme durumudur.

Cerbeze halindeki kişi aldatıcı bir zekâya sahip olduğu için insanların kusurları bir anda nazarlara sunarak diğer insanları aldatmaya ve onların pozitif duygularını boşaltmaya çalışır. Cerbezeli kişi müspetleri nazara almaz ve kusurlarla müspet iyilikleri de örter. İşte bu hal bir zulüm halidir ki cerbezeli insanlar olumlu hareket edemezler.

Cerbeze istikametten kayma halidir. İnsana Yüce Allah (cc) tarafından verilen sınırsız duygular olup bu duygulara fıtri olarak sınır konulmamıştır. Ancak peygamberler ve dinlerle bu duygulara sınırlar çizilmiştir. Çünkü bu dünya imtihan yeridir. Din bir imtihandır.

Cerbezeden korunmanın yolları:

-İnsan kusursuz olmaz. Her insanın kusur işleyeceğini bilerek iyiliklere yönelmelidir.

-İslam Müslüman’ı aldatmayı haram kılmış ve bunu büyük günahlardan saymıştır.

Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde: “Mekr, huda ve hıyanet sahipleri ateştedir.” (Ebu Davud)

-Cerbeze münafıklıktır. Kur’an’ı Kerim’de; “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.” (Bakara;145) buyrulmaktadır.

-Cerbezenin bir zulüm olduğunu bilerek ondan yılandan kaçar gibi kaçmalıdır. Çünkü zulüm haramdır. Kur’an-ı Kerim’de; “Şüphesiz ki Allah, zalimleri sevmez.” (Şura;40) buyrulmaktadır.

-Müslüman’a silah çekmekle onu aldatmak arasında “tecavüz” nokta-i nazarından herhangi bir fark yoktur.

-Aldatmak ihanettir. Nitekim Efendimiz (sav): “Aldatan bizden değildir.” (Müslim) buyurmuşlardır.

-Başkaları zarar görmese bile kendisinin uhrevî mükâfattan mahrum kalmasına sebebiyet verir.

-Bir gün mutlaka hakikatin ortaya çıkacağına inanmalıyız.

Sonuç olarak; İslam cerbezeyi yasaklamıştır. Kişi kendisinin ve yakınlarının zararına bile olsa hiçbir zaman doğruluktan ayrılmamalıdır. Doğruluğun ödülünün mutlaka Allah (cc) tarafından verileceğine inanmalıdır. Aile yaşamında, ticarette, memurlukta, idarecilikte, devlet ve ulus hizmetinde, kısacası toplumun her kesiminde insanların birbirlerine karşı doğru ve dürüst olması herkes için bir görevdir. İnsanlar arasında güvensizlik meydana getirecek davranışlardan uzak durmalıyız. Nitekim Kur’an-ı Kerim de geçen: “Ey Habibim emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud;112) ayeti mucibince hareket etmemiz bize emrolunmuştur.

Nuri KÖROĞLU

MUHYİDDİN ARABİ (ks) Hz. NASİHATLER

Allah’a Yaklaştıracak Taatler

İçinde bulunduğun hal ve durum neyi gerektiriyorsa bütün gücünle seni Hak Teâlâ’ya yaklaştıracak taat (İbadet etmek. Allah’ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek) lerde bulunmaya devam et. Allah-u Teâlâ içinde bulunduğun zaman ve hal lisanıyla hangi taati işlemeni murad ediyorsa onu yapmaktan geri durma! Sen gerçekten iman etmiş ve imanın tadını tatmış isen, işlediğin her günahın peşinden bir de taat işlemeyi kendine vazife bil. Çünkü o amelin günah olduğuna imanın vardır. Masiyetin ardından işlediğin taate bir de tevbe ve istiğfar eklersen taat üstüne taat yapmış olursun. Böylece de taatler günahlara galip gelmiş olur.

Allah’a yaklaştıran taatlerin en yücesi ve en değerlisi imandır. Çünkü iman, bütün taatlerin üzerine bina edildiği bir temeldir. Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı uluhiyeti hakkında şu sahih haberde verdiği hükme iman etmek gerekir:

“Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım, o bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım o bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.” (Bûharî, Tevhid, 15)

Cenâb-ı Hakk’ın kulun ameline ziyadesiyle karşılık vermesinin sebebi şudur:

Kulun yaptığı her işte Allah’a yakınlaşma niyetini koruması, gerekmektedir. Zira kul yaptığı her işi şeriat terazisiyle ölçüp onun haricine çıkmamakla emrolunmuştur. Kulun yaptığı işlerden acele etmesinden murad, amellerini şeriat terazisiyle ölçmede acele etmesidir, yoksa amelin bizzat kendisini yerine getirme sürati değildir. Zira şer’i mizan (ölçü) muamelatın sıhhati için zaruridir. Allah’ın kula yakınlaşması ise bir mizana muhtaç değildir. Hakk’ın katındaki geçerli ölçü, senin Hakk’a yakınlık niyetiyle işlediğin amelini kendisiyle ölçtüğün şeriat ölçüsüdür.

Amellerine mizan gerekmeyen Allah (c.c)’ın sana yakın olması, elbette senin O’na yakınlığından daha kuvvetli ve fazladır. Hak Teâlâ Hazretlerinin yakınlığını belirtirken kendi zatını senin O’na yaklaşma ölçülerinin katlarıyla vasfetmesinin sebebi ise senin hakikatinin O’nun suretinde yaratılmış olması ve sana lütfedilen; “Hakk’ın halifesi olma nimetinin, öncelikle kendi zatın üzerine terettüp etmesidir. Çünkü sen kendi beden mülkünde O’nun halifesisin. Yönetime tevdi edilen varlıklar ise, azaların zahirî ve bâtını kuvvetlerindir. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki, O’nun sana olan yakınlığını ve daha fazlasını ifade eder. Bu fazlalık hadiste “arşın” ve “koşma” gibi uzunluk ölçüleriyle ifade edilmiştir. Çünkü bir arşın iki karış; bir kulaç iki arşın uzunluğunda olduğu gibi normal bir koşma da yürümenin iki katıdır. Birinci olarak senin O’na yaklaşmanda yaklaşan O’dur, O’nun sana yaklaşmasında yaklaşan yine O’dur. Yani yaklaşanda (Evvel) yaklaşılan da (Âhir) O’dur. Bu kula özgü hususî bir yakınlıktır. Fakat eşyanın tümüne olan ilahî yakınlığa gelince bu farklı bir yakınlıktır ve işte şu ayet, bu yakınlığı ifade eder;

“Biz o (insan)a şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

Biz burada umumî yakınlığı değil kulun yaklaşma çabasına Cenab-ı Hakk’ın ne şekilde bir yakınlıkla karşılık verdiğini izaha çalıştık. Şurası da iyice bilinmelidir ki; kul Allah’a ve O’nun katından gelenlere iman etmedikçe ve O’nun tarafından ilahi bir lütfa eriştirilmedikçe Allah’a yaklaşması mümkün değildir.

Münakaşadan Kaçınmak

Kardeşim dini hususlarda cedel ve münakaşadan sakın. Çünkü cedelde kişi ya hakkı savunur veya hak olan bir şeyi iptal için çalışır. Münazara toplantılarında günümüzün fakihlerinin yaptıkları budur. Bunu yaparken de niyetleri bir nevi zihin jimnastiği yapıp, düşünceleri düzene sokmaktır. Yani doğru düşünce şekline ulaşmak. Bu durumda münazaracı inanmadığı bir görüşü iltizam edip (taraftarlık etmek), arkadaşının hak olan fikrine karşı çıkar. O fikrin hak olduğuna kendisi de inanır. Bu durumda nefsi onu şöyle diyerek hile ile aldatır: “Biz bunu ancak birbirimizin düşünce şeklini düzene sokmak için yapıyoruz yoksa bâtılın doğruluğunu ispat için yapmıyoruz. Bilmez ki Yüce Allah (cc) her konuşanın yanındadır. Hem avamdan olan kimseler onların konuşmalarını dinleyip bâtılın galip geldiğini görür ve bunun savunucusunu da fakih bir kimse olarak tanır da burada duyduğu ile amel ederse, bu durum bâtılı savunan kimse için günah olmaz mı? Elbette olur. İşte bu sebepledir ki Efendimiz (sav);

“Haklı da olsa münakaşayı terk edene Cennet’in köşesinde bir köşk verilmesine ben kefilim. Yine şaka da olsa yalanı terk edene Cennet’in ortasında bir köşk verilmesine kefilim” buyurmuşlardır. (Ebû Davûd, Edeb,8)

Bâtıl bir şeyi savunmak da bir nevi yalan konuşmaktır. Peygamber Efendimiz (sav)’de latife yapardı; fakat doğruyu konuşurdu.

Allah’ı zikretmeye Hassasiyet Gösterin

Taharatte de suyu fazla israf etme. Abdest azalarını üçer defa yıka. Kur’an’ı düşünerek oku. O, zikirlerin en yükseğidir. Bir sureye başlayınca, bitirinceye kadar konuşma. İbadetlere neşeli olarak başla. Eğer ağırlık gelirse, onu bırak başka ibadete geç. Amma, farzlar böyle değil. Onların vakti geldi mi ister neşeli, isterse neşesiz ol, farzlar derhal işlenir. Birisi, sen ibadet ederken, o ibadeti güzelce ifa ederken o da öğrensin diye niyet et. Riyadan kurtulursun. İhlâsına dikkat et. Halk içinde güzel namaz kılıp da tenhada felfes kılan, Allah’a hakaret etmiştir. Elinden geldiği kadar gayret et, güzelce ibadetlerine devam et. Sakın Allah beni şaki yazdıysa şakiyim, said yazdıysa saidim deme. Hayırlı ibadetler ve hayırlı işler yapıyorsan, said olduğuna Allah tarafından bir müjdedir. Allah güzel ameller işleyenlerin ecrini zayi etmez.

“Allah, ” İsmi şerifine devam et. Allah lâfzı şerifinin faydası hiçbir zikirde yoktur. Başından elifi kaldırırsan (Lillâhu لله ) kalır. Yine Esmâ-ül Hüsna’dandır. Birinci lâm’ı kaldırırsan (Lehû له ) olur. O da Esmâ-ül Hüsna’dandır ikinci Lâm’ı da kaldırırsan (Hû هو) kalır ki, o da Esmâ-ül Hüsna’dandır. Başka kelimelerde bu yoktur. Din de güzel şeylerle iftihar edilir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : IRKÇILIK

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat;13)

Irkıçılık; kişinin bağlı olduğu ulus ya da ırkın üstünlüğüne inanarak onun dışında kalan toplulukları aşağı ve hor görmesine dayanan tutum ve davranıştır. Tarih boyunca üstün sayılan ırkların diğer ırklar üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı. Toplumlar arasındaki birlik ve dayanışmayı yok etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması yüzünden İslam tarafından kesin biçimde yasaklandı. Nitekim Efendimiz (sav) birçok hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır;

“Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir.” (Müslim)

“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir: “Kaderiye (‘kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır’ cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr davası). Unsuruyet davası (ırkçılık) ve dinî meselelerde gevşeklik etmek.” (Taberanî)

“Kim hevasına uyarak batıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa cahiliye ölümü üzere ölür.” (İbni Mace)

Irkçılık tarihinin ilk temsilcisi şeytantır. Aslıyla övünmeyi, başka asıldan gelenleri hor görmeyi ilk o başlatmıştı. “Onu topraktan yarattın, beni ise ateşten” diyerek Hz. Âdem’e (as) secde etmemişti. “Ateş topraktan üstün. Öyle ise ben kendimden daha aşağı birine nasıl secde edebilirim?” diyerek isyanını müdafaaya kalkışmıştı.

Tarihte eski yunan, roma, mısır toplumlarında egemen uluslar kendilerinin doğal üstünlüklerine inanırlar, kendilerinden olmayan ulusları ikinci sınıf insan, dolayısıyla köle ve hizmetçi olmak üzere yaratılmış topluluklar olarak değerlendirirlerdi. İsrailoğulları gibi kimi toplumlarda ise ırkçılık dini bir nitelik kazanmıştı. Kendilerinin seçilmiş ulus olduklarına inanan israiloğulları, İslam’ın tebliğ edildiği dönemde, sırf kendi uluslarından olmadığı için Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini kabul etmemişlerdi.

İslam’a göre ırk öğesi insanlara doğal bir üstünlük sağlamadığı gibi medenî bir toplumun oluşmasında da temel etken değildir. Medenî bir toplum, hayvanlar gibi içgüdüleriyle birlikte yaşayan insanlardan değil, özgür iradeleriyle seçtikleri inanç ve idealler çevresinde toplanan insanlardan oluşur. Bu nedenle İslam toplumu İslam’ı bir din, bir hayat düzen ve biçimi olarak benimseyen insanların oluşturduğu toplumdur. Belirleyici tek etkenin inanç olduğu bu toplumun oluşmasında başka hiçbir maddi ya da manevi etkenin katkısı yoktur. Aynı akide çevresinde birleşen insanlar, kan bağları olmasa da kardeştirler. Kur’an’ı Kerim’de; “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz” (El-Hucurât, 10) buyrulmaktadır.

Buna karşılık, aynı inancın paylaşılmaması durumunda, baba oğul arasında bile bir yakınlıktan söz edilemez. İman etmediği için babasının çağrısına uymayan Hz. Nuh’un oğlu onun ailesinden sayılamaz. Hud suresi 46. ayeti kerimede;  “Allah: “Ey Nuh! O kesinlikle senin ehlin (âilen)’den değildir. Çünkü o salih olmayan bir amelin sahibidir” Aynı inancı paylaşan müminler küfrü tercih etmeleri durumunda ne babalarını, ne de kardeşlerini veli edinebilirler (Tevbe,23) Hiçbir mümin, babası, oğlu, kardeşi ya da diğer bir yakını da olsa, Allah’a ve Peygamberine düşman olan kimseye sevgi besleyemez. (Mücadele;22).

İslam ırkı reddetmez, ırkçılığı men eder. Buhari’nin rivayetine göre bir gün ilk Müslümanlardan sayılan Ebu Zerr ile Bilali Habeşi birbirlerine kızmışlar, birbirlerine kötü söz söylemişlerdir. Öfkenin tam şahlandığı sırada Ebu Zerr, Bilal’e: “Siyahın oğlu” demişti. Bilal onu Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme şikâyet etti. İslam Peygamberi, Ebu Zerr’e buyurdu ki: “Onu annesiyle mi ayıpladın? Sen öyle bir adamsın ki sende cahiliyet kokusu vardır.” (Buhari) Ebu Zerr’den rivayetle Hz. Peygamber kendisine şöyle buyurmuştur:

 “İyi bak, sen takva ile daha üstün olmadığın takdirde; kırmızı veya siyahtan daha hayırlı değilsin.” (Ahmed b. Hanbel)

Bir başka hadiste şöyle buyurmuşlardır: “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktandır.” (Bezzar)

İslam, Müslüman’ı cahiliyyet devrinde yaptığı gibi neseple, soyla, şan ve şerefle övünmeyi, baba ve atalarla büyüklenmeyi haram kılmıştır. Bu cümleden olarak, “Ben falanın oğluyum ve ben falan nesildenim, sen de falan sülaledensin! Ben beyaz ırktan, sen siyah ırktansın! Ben Arab’ım sen de başka bir millettensin” şeklindeki ifadeleri de haram saymıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem baba ve atalarıyla övünen kimselere çok ağır ifadelerle öfkelerini yağdırmış ve şöyle buyurmuştur:

“Öyle milletler gelecek ki ölmüş babaları ile övüneceklerdir. İşte onlar Cehennem’in kömürleridir. Ve onlar, Allah katında pisliği burnu ile yuvarlayan böceklerden daha basittir! Allah sizden cahiliyet devrinin övünmesini ve babalarla büyüklenmeyi kaldırmıştır. İnsanlar iki gruptur; ya muttaki mümin ya da perişan kâfir! Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Âdem de topraktan yaratılmıştır.” (Tirmizi) Cahiliyet devri Arapları ve onların derecesindeki firavun ve kisralar seviyesinde bulunan eski atalarıyla iftihar edip övünen kimseler için büyük ibretler vardır. Zira onlar Allah Rasulü’nün diliyle “Cehennem kömürü”nden başka bir şey değildir.

Hz. Peygamber (sav) Veda Haccı sırasında, Veda Hutbesi olarak bilinen ünlü konuşmasında Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a, beyaz renklinin siyaha, siyah renklinin beyaza bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu ilan etmiştir. Mekke’nin Fethi’nde, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Hz. Peygamber (sav) aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir:

“Sizden cahiliye ayıplarını ve büyüklenmesini gideren Allah’a hamd olsun. Ey insanlar, tüm insanlar iki gruba ayrılırlar. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülükten sakınanlardır ki bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. İkinci grup ise günahkâr ve isyankâr olanlardır ki bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Âdem’in çocuklarıdır; Allah Âdem’i de topraktan yaratmıştır.”

Bir başka hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır: “Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞİRK

«Şüphesiz, kim Allah’a ortak koşarsa, Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun gideceği yer Cehennem’dir. Zalimlere orada bir yardımcı da yoktur» (Maide, 72)

İnsanlık tarihi, şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bu mücadele günümüzde de halen devam etmektedir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir. Peygamberimiz (sav) zamanındaki Mekke müşrikleri, Allah’la birlikte birçok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında insanların puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir.

Şirk; Allah’ a (cc) ortak koşmak demektir. Tevhid ise şirkin zıttıdır. Kur’an-ı Kerîm’de insanlar, tevhide, yani Allah (cc)’ı birlemeye davet edilmişler, O’na gerek zâtında, gerek sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik, yani ortak kılmaktan, yalnız Allah (cc)’a mahsus olan ibadette başkalarını O’na ortak etmekten şiddetle menedilmiştir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de; “Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bundan öte dilediğine, dilediği kimse için bağışlar. Her kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz büyük bir iftira da bulunmuştur” (Nisa, 48)buyrulmuştur.

Şirkin çeşitleri

-Büyük şirk:

Bir şeyi Allah’a denk tutup ona ibadet etmek. İlahmışcasına ona itaatte bulunmak, hem onun hem de Allah’ın emirlerini müsavi görerek ortak koşmak veya o şeyi Allah hükmünün önüne geçirmektir. Bazı hallerde Allah’ın kurallarının geçerli olamayacağına inanmak ta bu kabildendir. Kişi bu durumda geçerli gördüğü kanunları Allah’ın kanunlarına tercih ettiği için bilerek bilmeyerek şirke düşmüş olur. Şüphesiz bu kelimenin tek anlamıyla, şirkin en ağırı olup bu durumdaki kimse İslâm’dan çıkmış ve bu durum üzere ölen kimse de ebedi Cehennem’de kalmak üzere müşrik olarak ölmüştür.

-İtaatte şirk:

Allah’ın hükmünden başkasını kabul etmek, meşru görmek veya onun Allah’ın hükmünden üstün yönleri olduğuna inanmaktır. Hüküm ve hâkimiyet yalnızca Allah’a has bir haktır. (Hiçbir mahlûkun hükme ehliyeti yoktur. İnsan yalnızca Allah’ın hükümlerini uygulamakla memurdur)

«Hüküm yalnız Allah’ındır» (Yusuf, 40)

Allah’a isyan olan bir ameli helal görecek kadar alim veya şeyhlerine uyanlar bu sınıftadırlar.

“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp âlimlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler” (Tevbe, 31). Allah Resulü (sav) Tirmîzi’de yer alan sahih bir hadiste bu ayeti Adiy b. Hâtem’e, “Hıristiyanlar âlimlerine helali haram, haramı da helal kılmalarında itaat ediyorlardı. Kim Allah’tan başkasına şeriat koyma, (hayata tümüyle yön verme) hakkı iddia ederse Allah’tan indirileni inkâr etmiştir” şeklinde açıklamış, sonra da şu ayeti okumuştur; “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridirler” (Mâide, 44).

Yarattıkları üzere yegâne tasarruf sahibi olan yalnız yaratıcıdır. Allah Azze ve Celledir. Yarattıklarının yararına olanı en iyi bilen de sadece O’dur. O’ndan başkası hiç bir şey yaratmamıştır.

Allah’tan başkası, yaratılmış olduğundan acizdir, kendinde bile bilmediği sayısız husus vardır. İnsan bunu bile bilmekten âcizken yaratılmışlara uygun ve yararlı olanı nereden bilebilir ki? Bu da gösteriyor ki insanlar tarafından hayata bir sistem olarak yön vermesi üzere konulan bütün kanun ve düzenler batıldır. Hiçbirisiyle hüküm vermek asla caiz değildir. Hâkimiyet ancak Allah’ındır.

-Sevmede Şirk:

Allah Teâlâ’yı sever gibi, O’nun yarattığı bir varlığa sevgi ve muhabbet besleyerek sevgi ve tâzim konusunda o varlığı Allah-ü Teâlâ’ya ortak koşmak. Bu, Allah-ü Teâlâ’nın asla bağışlamayacağı büyük şirktir. Nitekim Allah-ü Teâlâ bu şirk hakkında şöyle buyurmuştur:

“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a (haşa) eşler ve benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise daha çok Allah’ı severler” (Bakara, 165)

-İslam dini ile alay etmek, Allah-ü Teâlâ’yı yarattıklarına benzetmek, Allah-ü Teâlâ ile birlikte başka bir yaratıcının veya rızık verenin veyahut da kâinattaki işleri çekip çevirenin olduğuna inanmak.

-İnsanın kendi nefsine fazlaca güvenmesi, bütün lâtifelerini onun (nefsin) emrine vermesi

-Mahmud b. Lebîd’den rivâyet olunduğuna göre, Rasululllah (sav) şöyle buyurmuştur:

Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir. Sahabe: Ey Allah’ın elçisi! Küçük şirk nedir, dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: Küçük şirk, riyadır (gösteriştir) buyurdu. Şüphesiz ki Allah Tebârake ve Teâlâ, kullara amellerinin karşılığının verileceği günde (kıyamet gününde), şöyle diyecektir: Dünyada iken, kendileri görsün diye gösteriş yaptığınız kişilerin yanına gidin, bakın, onların yanında herhangi bir karşılık bulacak mısınız?”

Cebbar ve Mütekebbir ancak Allah’tır. İnsan, Allah’ın kendisine bahşettiği varlığı, kuvveti, ilmi, O’nun huzurunda Onun kullarını ezmekte kullanırsa, Cebbar ve Mütekebbir olmaya özenmiş ve gizli şirke girmiş olur. Rasulullah Efendimiz (sav); “Felak” için, “Cehennem’den bir zindandır, onda cebbarlar, mütekebbirler hapis olunur ve Cehennem ondan Allah’a sığınır” buyurmuştur.

– Allah’ tan (cc) başkası adına yemin etmek, ‘Allah ve sen dilersen bu iş olur’ demek vb.

Şirk, dünya hayatındaki en büyük zulümdür. Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur: “Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür” ( Lokman/13) Şirk, insanı İslam dininden çıkarır. Yapılan bütün salih amelleri boşa çıkarır. Tövbe edilmeden ölündüğü takdirde sahibini Cehennem’de ebedi kalmaya götürür. Şirkin dışındaki günahların bağışlanması Allah’ ın (c.c.) dilemesine kalmıştır. Allah (cc) şirk koşmadan ölen kişiyi, dünya dolusu günahı olsa bile, “La ilahe illallah” kelimesinin fazileti sebebiyle ister günahlarının cezasını çektirdikten sonra, isterse de günahlarının cezasını çektirmeden affedecektir.

Peygamberler bile Allah’a (cc) şirk koşmaktan korkup dua etmişlerdir. Bu yüzden tüm Müslümanların şirk ve şirk ehlinden uzak durması ve Allah’ a (cc) dua edip, tövbe istiğfar etmesi gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin hastalıkları : AŞIRILIK (İFRAT VE TEFRİT)

“Aşırı giden helak olur.” (Müslim)

İslamiyet, aşırılıklardan uzak vasat (orta) bir dindir. Allah-ü Teâlâ ayeti kerimede: “Sizi vasat bir ümmet kıldık.” (Bakara 143) buyurmaktadır.  İfrat ve tefritin ikisi de kötüdür. Hak, ortadadır. İfrat ve tefriti anlatan Türkçe bir kelime yoktur. Aşırılık denebilir. Tefrit de ifratın zıddıdır. İfrat normalden fazla, tefrit de normalden az demektir. Biri, diğerinin zıttıdır. Mesela, çok uyumak ifrat, çok az uyumak tefrittir. Her işin uygun olanı, aşırılıklardan uzak, vasat [orta] olanıdır. İfrat işi yapana müfrit denir. İleri giden, haddini aşan demektir.

Dünya ile ahiretini birlikte yürütebilen kişi, orta yolda gidenlerdendir. Dünya işlerinde de, orta yol üzere bulunmak, kişinin izzet ve şerefini arttırır. Her işte ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olmak ve vasat yani orta yolu tutmak gerekir. Dinimiz, aşırılıklardan uzak, orta yolda olmayı emretmektedir. Rasulullah (sav) Efendimiz hadisi şeriflerde şöyle buyurmuştur;

“İfrat ve tefritten uzak durun”  (Buharî)

“İşlerin en iyisi vasat olanıdır” (Deylemî, Beyhekî)

“Din kolaylıktır. Vasattan ayrılıp aşırı gideni din mağlup eder.” (Nesâî)

İfrat, tefrit ve vasata birkaç örnek verelim:

1- Cimrilik tefrit, israf ise ifrattır. Cömertlik ise vasattır. Bir ayeti kerimede:

“Harcarken, israf ve cimrilik etmezler; ikisi arasında bir yol tutarlar.” (Furkan; 67) buyrulmaktadır.

2- Tembellik tefrittir, acele ise ifrattır. Tembellik, şimdi yapılması gereken bir işi geciktirmek, daha sonraya bırakmak demektir. Bir hadis-i şerifte; “Yarın yaparım diyenler, helak oldu.” (Berika)

Acele edip düşünmeden o işi yapmak ise, ifrattır. Acele edende gevşeklik ve bezginlik hâsıl olur. Hayırlı bir işin olması için, acele eden, gecikince, bezginliğe, ümitsizliğe düşer. Dua eder, hemen duasının kabul olmasını ister. Duası gecikince, duayı bırakır, isteğinden mahrum kalır. Acele edenin ihlâsı, takvası bozulabilir. Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir. Bazı şeylerin istisnası olduğu gibi, acele etmenin de istisnası vardır. Bazı yerlerde acele etmek sünnettir.

3- İnsan bir şeye kızabilir. Bunun da, ifratı ve tefriti vardır. Öfkenin aşırı olmasına, saldırganlık denir. Saldırgan kimse, hiddetli olur, kendine ve başkasına zarar verir, bu hâl, küfre götürebilir. Hadis-i şerifte, “Aşırı öfke, imanı bozar” buyruldu. (Beyheki)

Öfkenin normal olanına şecaat (kahramanlık, yiğitlik), lüzumundan az olmasına da korkaklık denir. Şecaat orta yoldur. Şecaat halindeki öfke, iyidir. İmam-ı Şafii Hazretleri, (Şecaat gereken yerde, korkan kimse, eşeğe benzer) buyurdu. İki ayeti kerimede; “Kâfirlere ve münafıklara sert davran.” (Tevbe; 73) “[Eshab-ı kiram] kâfirlere karşı çetindir.” (Fetih; 29) buyrulmaktadır.

Düşmanlara karşı korkaklık, caiz değildir. Korkarak kaçmak, Allah-ü Teâlâ’nın takdirini değiştirmez. Korkak kimse, karısına, kızına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir, onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer, hainlik yapanı görünce susar.

4- Çok yemek ifrattır, gerekenden az yemek tefrittir. İhtiyaç kadar yemek vasattır. Bir hadis-i şerifte: “Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır.” (Dare Kutni) buyrulmuştur.

Dayanamayan kimsenin, açlık çekmesi de caiz değildir. Açlık çekmenin tahrimen mekruh olması, buna dayanamayanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir. Çünkü kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Açlığın da, tokluğun da zararı bulunduğu için, yiyip içmekte aşırılıktan kaçmak, orta yolu tutmak gerekir. İmam-ı Rabbani Hazretleri buyuruyor ki: “İnsanlar, riyazet çekmek deyince, açlık çekmeyi ve nafile oruç tutmayı anladılar. Hâlbuki dinimizin emrettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nafile oruç tutmaktan daha güç ve daha faydalıdır. Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştahı olduğu halde ve hepsini yemek istediği halde, dinimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyazettir ve diğer riyazetlerden çok üstündür.”

5- Havf, Allah (cc)’tan korkmak, reca da Allah (cc)’ın rahmetini ümit etmek demektir. Allah (cc)’ın rahmetinden ümit kesmek veya Allah (cc)’tan korkmayıp, kendini garanti Cennetlik bilmek ifrattır. Rasulullah (sav) Efendimiz: “Her istediğini yapıp, rahmete kavuşacağını ümit eden ahmaktır.” (Tirmizi)

Bir ayeti kerimede Rabbimiz: “Rabbinin rahmetinden ancak sapıklar ümit keser.” buyurmuştur. (Hicr; 56)

Vasat yol ise ikisi arasında olmaktır. Bir hadis-i şerifte;

“Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.” (Tirmizi) buyrulur.

6- Kibirlenmek ifrat, aşırı tevazu (temelluk) da tefrittir. Tevazu ise vasattır. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de, bunun ifrata kaçmaması, yani aşırı olmaması gerekir. Aşırı olan tevazua, temellük denir. Temellük, ancak üstada ve âlime karşı caizdir. Başkalarına karşı caiz değildir. Bir hadis-i şerifte: “Temellük, Müslüman ahlâkından değildir.” (İ. Maverdi) buyruldu.

7- Hazreti İsa’yı aşırı sevmek ifrat, sevmemek tefrittir. Hazreti İsa’ya Allah ve Allah’ın oğlu diyen Hıristiyanlar ifrattadır, onu sevmeyen, anasına iftira eden yahudiler ise, tefrittedir. Dinimizin bildirdiği gibi, İsa Aleyhisselamı, Allah (cc)’ın kulu ve peygamberi bilmek ise, vasat yolda olmaktır.

8- Hazreti Ali’ye de aynı aşırılığı gösterenler vardır. Hazreti Ali’yi sevmeyen hariciler (Yezidiler) tefrit ehlidir. Hazreti Ali’ye peygamber veya ilah diyen ibni sebeciler, ifrat ehlidir. Ehl-i Sünnet ise, Hazreti Ali’yi kendisinin ve Rasulullah Efendimiz (sav)in bildirdiği gibi sever, bu ise vasat yoldur. Hazreti Ali anlatır:

Rasulullah Bana buyurdu ki: “Ya Ali, Sen İsa gibisin! Yahudiler, O’na düşman oldular. Mübarek annesi Meryem’e iftira ettiler. Hıristiyanlar da, O’nu aşırı yükselttiler. O’na yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar.” (İ. Ahmed)  Hazreti Ali bu hadisi şerifi haber verdikten sonra, “Benim yüzümden iki aşırı grup insan helak olur. Birisi, Beni aşırı severek, Bende olmayan şeyleri Bana takarlar. Ötekiler de Bana düşman olup, birçok iftira yaparlar” buyurdu. Bu hadisi şerifte, hariciler, yahudilere; ibni sebeciler de, hıristiyanlara benzetilmiştir.

9- Bir kimseyi aşırı sevip, bütün sırlarını ona vermek ifrattır. Arkadaşına sevgisini belirtmemek, her şeyini ondan gizlemek de tefrittir. Düşmanlıkta da, aşırı gitmek ifrattır. Dostlukta da ve düşmanlıkta da, aşırı gidilmemelidir. Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki: “Bir kimseyi günün birinde, aranızın açılabileceğini hesaba katarak sev. Buğzettiğine de günün birinde dost olabileceğini düşünerek buğzet.” (Tirmizi)

10- Kaderi inkâr etmek tefrit suçu kadere yüklemek de ifrattır. Mutezile, “İnsan kendi kaderini kendi çizer” diyerek, Allah (cc)’ın takdirini inkâr eder. Cebriye de, “İnsan kaderine mahkûmdur. Allah her işi zorla yaptırır” diyerek suçu kadere yükler. Vasat olanı ise Ehl-i Sünnet itikadıdır.

İmam-ı A’zam, üstadı İmam Cafer-i Sadık’a, “Allah-ü Teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzularına bırakmış mı?” diye sordu. O da, “Allah-ü Teâlâ, yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü kullara bırakmaktan münezzehtir. Ancak cebir de yoktur. Yaratmayı kullara bırakmak da yoktur. İkisi arası olagelmektedir” buyurdu. Yani, hayır ve şer, Allah-ü Teâlâ’nın yaratması iledir. Sevap ve günah işlemek, kulların ameline, yani insanın iradeyi cüzziyesine bağlı kılınmıştır ki buna kesb denir. Kesb, yani bir şeyi yapmayı istemek kuldan, yaratmak Allah (cc)’tandır. Allah-ü Teâlâ, insanlara zorla günah işletmediği gibi, bunu tamamen onların arzusuna da bırakmaz. Bu işler, ikisi arası olagelir.

11- İbadet yapmakta da, ifrat ve tefrit olur. İbadet etmemek veya az ibadet etmek, tefrittir. Gece gündüz, gücünün yetmediği şekilde ibadet etmeye çalışmak, mesela geceleri hiç uyumadan namaz kılmak, gündüzleri hep oruç tutmak, hanımından uzak kalmak, et, süt, tatlı gibi şeyleri hiç yememek, tefrit olur. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Dinimizde ruhbanlık yoktur. Et yiyin, hanımlarınızla mübaşeret edin! [Nafile] oruç da tutun! Tutmadığınız günler de olsun! [Nafile] namaz da kılın! Uyuyun da. Ben bunlarla emrolundum.” (Taberani) buyrulmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : ŞU TENİMİZ CAN ÇOCUĞUNA GEBEDİR

Aslında bazı ruhlar, dünyaya gelmeden önce ayıplarla, suçlarla dolu idiler. Fakat ana rahminde bulundukları için insanlardan gizli idiler. Böylece ruh kaza ve kader hükmüne boyun eğer, daha ezel meclisinden, bu âleme ayıplı bir ruh olarak seyreder. “Kötü kişi anasının karnında iken kötüdür.” Fakat bu gibilerin halleri, bedenlerindeki belirtilerden anlaşılır, bilinir.

Beden can çocuğuna gebedir. Bir ömür boyu onu vücut rahminde taşır, besler; ölüm ruhun bir başka âleme doğması hadisesinin sancılarıdır.

Ahiret âlemine göç etmiş ruhlar, yeryüzünde bir kişi öldüğü zaman; “Bakalım şu beden rahminden doğacak ruh, sevinerek mi korkarak mı doğacak? Bizim âlemimize gelecek ruh nasıldır? Güzel midir? Çirkin midir?” diye bekleşirler.

Çirkin, kara yüzlüler; “O çocuk bizimdir.”, derler. Güzel, beyaz yüzlüler ise; “Hayır, gelen pek güzeldir.”, diyerek sevinirler, onu kendilerinden sayarlar.

Yüzlerden sûret âlemine, bu dünyaya mahsus olan renk maskesi düşer; artık beyaz yüzlü arasındaki ayrılık, aykırılık kalmaz. Rûh, sireti (iç yüzü) ile görünür. Artık iyilik kötülük gizlenmez olur.

Eğer ruh, kara yüzlü suçlulardan ise azap melekleri onu alır götürürler. Ak yüzlü mutlulardan ise Allah (cc)’ın rahmet melekleri onu karşılarlar, aralarına alırlar.

Ruh can âlemine doğmadıkça, onun nasıl olduğunu bilmek, dünyadaki en zor işlerdendir. Bir çocuğu, doğmadan bilen, tanıyan azdır.

Bunu anlayan ancak Allah (cc)’ın nuru ile bakıp gören kişidir. Böyle olan kişi insanın ve eşyanın batınına, iç yüzüne yol bulur. Allah (cc)’ın hikmetinden sual olunmaz. Bir kısım insanı “Ahsen-i Takvim” (=en güzel bir şekilde) yaratır, en güzel rengi verirken, bir kısım insanı da “esfele safilin” (=aşağının aşağısı) halk eder, ona çirkin bir renk verir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İÇKİ VE UYUŞTURUCU MADDE

Kur’an-ı Kerim’de ve hadisi şeriflerde hamr kelimesi geçer. Hamr = alkollü içkidir. İçki ve uyuşturucu maddelerin çeşitli hastalıklara yol açtığı, aklı azalttığı, karaciğeri bozduğu, beyni ve sinirleri harap ettiği, ilmi olarak defalarca tespit edilmiştir. Bir kimse, Müslüman olmasa bile, sağlığa olan zararından dolayı içki ve uyuşturucu maddelerden uzak durmalıdır! Müslüman ise Allah’ın haram kıldığı bir şeyi değil içmek, aklına dahi getirmemelidir. Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teala Hazretleri;

“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar, fal okları şeytanın necis işleridir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık hepiniz vazgeçin!” (Maide 90,91)

İslâm’dan önce ve İslâm’ın ilk devirlerinde, cahiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar: Akıl, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. İslam, beden ve ruh sağlığımıza zarar veren şeylerin yenilmesini, içilmesini, kullanılmasını ve hangi yoldan olursa olsun vücuda alınmasını kesinlikle yasaklamıştır. Nitekim Efendimiz (sav); “İçki her kötülüğün anahtarıdır” buyurarak pek çok kötülüğün ortaya çıkmasının sebebinin alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler olduğunu belirtmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de içki hakkında, “murdardır” buyrulmuştur. Bu sebepten içki için, üzümün suyudur bunun için murdar değildir diyen kâfir olur. Çünkü o açık emri inkâr etmiş olur. İçkinin yalnız bedene zararı olduğu halde esrarın da hem dine hem de bedene zararı vardır. Bunlardan birkaçı şunlardır:

– Gözleri zayıflatır. İnsanı kıskanç ve cimri yapar.

– İnsanda mürüvvet bırakmaz. Merhametsiz yapar.

-Haram işlemeye sürükler.

-Soyunu keser. Organları titretir. Ağzı pis kokutur.

-Kirpikleri düşürür. Dişleri çürütür. Benzi sarartır.

-Çalışmayı engeller. Kötü laflar söyletir.

-Fesatlık yaptırır. İnancı yok eder.

-Abras ve cüzzam hastalığını davet eder.

İslâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, Müslümanlar arasında bunun ticaretini de yasaklamıştır. Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan; kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan…” (İbn Mâce, Eşribe, 6)

Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz mutlak surette alkol ve insanı uyuşturan maddelerin kullanımını yasaklamış, ümmetini bunlara karşı şiddetle uyarmıştır. Cenab-ı Hakk’ın lütfu ilahisi olarak muazzam bir surette yaratılan insan bedeni bunun yanı sıra sahip olduğumuz ilahi sırlarla dolu olan ruha en büyük zararı veren bu haramlardır. Rasulullah (sav) Efendimiz bu hususlara şöyle deyinmiş ve bizleri ikaz etmiştir:

“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.” (Nesai)

“Alkoliğin, kabrinden kalkarken, iki gözü arasında, “Bu Allah’ın rahmetinden mahrumdur” yazısı görülür.” (Deylemi)

“İçki içenin hayâ perdesi yırtılır, şeytan ona yoldaş olur, her kötülüğe sevk eder ve her iyilikten alıkoyar.” (Taberani)

“Hz. Peygamber’e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; “Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir.” (Askalânî, a.g.e, IV, 61).

“Kişi, mümin olduğu halde zina ve hırsızlık edemez, içki içemez. Bunları yapan İslam halkasını boynundan çıkarmış olur. Tevbe ederse, Allahü teâlâ tevbesini kabul eder. Zina eden ve şarap içenin imanı, gömleğin sırttan çıktığı gibi çıkar.” (Hakim)

“İçki ile iman, bir arada bulunmaz, biri, diğerini uzaklaştırır.” (Beyheki)

İçkinin vücudu tahrip ederek birçok hastalığa sebep olduğu, kişide fiziksel ve ruhsal bağımlılığa yol açtığı tıbben tespit edilmiş bir gerçektir. Alkollü içkiler, zihnin faaliyet dengesini bozduğu için insan kendini kontrol edemez, ne yaptığını ve ne söylediğini bilemez hale gelmektedir.

Eski zamanlarda bir abid, insanlardan ayrı bir yerde ibadet ederken, bunu gören bir kadın, ona gönlünü kaptırır, hizmetçisini gönderir. Hizmetçi, abide gelip; bir şahitlik için sizi çağırıyorlar der. Abid de gider. Birkaç kapı geçerek güzel kadının yanına varır. Kadın, “Ya bu çocuğu öldür, ya benimle zina et veya şu şaraptan iç. Birini yapmazsan bütün gücümle bağırır, seni rezil ederim” der. Abid, bunlardan birini yapmak zorunda kalınca, şaraba razı olur. Şarabı içince sarhoş olur, daha sonra kadınla zina eder, çocuğu da öldürür. Vallahi iman ile şarap bir arada olamaz. Biri diğerini uzaklaştırır.(İbni Hibban)

Allah (cc)’ın yasakladığı içki, uyuşturucu ve benzeri maddelerin kullanımı, fert ve toplum hayatında, çeşitli sıkıntı ve huzursuzlukları meydana getireceği muhakkaktır. Sağlık ve toplum açısından bunların zararları ilim adamları tarafından da ortaya konulmuştur. Bu itibarla Allah (cc)’ın emir ve yasaklarına uyarak, içki ve uyuşturucu gibi her türlü kötü alışkanlıktan uzak durmalı, bunlara müptela olan kardeşlerimizin de, bir an önce kurtulup tevbe etmelerine yardımcı olmanın insânî ve İslâmî bir görev olduğunu unutmamalıyız.

Bütün kötülükler bir yere toplanmıştır. Bu yerin kilidi zina, anahtarı içkidir. Bütün iyilikler de bir yerde toplanmıştır. Bu yerin kilidi namaz, anahtarı abdesttir. [İslam Ahlakı]

Nuri KÖROĞLU

Nefsin hastalıkları : SİHİR VE BÜYÜ YAPMAK

“Allah’ın izni olmadıkça hiçbir musibet (felâket) gelip çatmaz” (Teğabûn;11)

Dinimiz İslam; sihir ve büyü yapmayı, insanların arasını bozmak ve zarar vermek için muska yazmayı, en büyük günahlardan biri sayıp yasaklamıştır. Sihir ve büyü vardır. İslam, sihrin varlığını inkâr etmemiş, fakat tevhid inancına zarar verdiği, kontrolü mümkün olmadığı ve genellikle kötüye kullanıldığı için yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle eski bir medeniyet merkezi olan Bâbil halkından bazı insanlar ilham yoluyla Hârut ve Mârut isimli iki melekten birtakım gizli bilgiler ve harika şeyler öğrendiler. Bu melekler, insanları uyarıyorlar ve, “Biz ancak sizi denemek için gönderildik. Sakın sihir yapıp da inkarcı olmayın” demeden kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat bu uyarılara rağmen insanlar, meleklerden aldıkları bu bilgileri sihir yolunda kullanmaya başladılar. Zaman içinde başkalarına da öğreterek sihir ve büyüyü yaygın hale getirdiler. Nitekim çağımızda icat edilen atom, dinamit, nükleer enerji gibi insanlığın faydasına yönelik bilimsel verilerin daha sonraları savaşlarda kullanılması gibi…  Büyü öğrenenler hakkında Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur:

“Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı” (Bakara Suresi; 102)

Arapçası sihir demek olan büyü; bazı kabiliyet ve bilgileri kötü amaçla kullanarak insanları etki altına alma, onlardan hile ile çıkar sağlamaya yönelik bir uğraştır. Kur’ân’ı Kerîm’de de büyü; bilhassa Hz. Musa ile firavun kıssasında detayları ile verilmiş, büyücülerin yaptıkları hünerlerin nasıl boşa çıkarıldığı, onların kötü ve aşağı durumdan kurtulamayan yalancı ve düzenbazlar olduğu vurgulanmıştır.

İbni Âbidin Hazretleri buyuruyor ki: “Büyü; ilme, fenne uymayan, gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan bir ilimdir. Büyü öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için öğrenmek de haramdır. (Redd-ül-muhtar)

Düşünceyi bozan insan aklını şaşırtan ve gönülleri çelen büyü yedi büyük günahtan sayılmıştır. Nitekim Hazreti Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “İnsanı helak eden yedi şeyden sakınınız. Bunlar nedir diye sorduğunda şöyle buyurdu: Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü yapmak Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı insanı öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, harpten kaçmak ve namusuna düşkün Müslüman kadınlara zina iftirası atmak.” (Buhari)

Büyünün İslâmî hükmü şöyle verilmiştir: Eğer yapılan büyüde imanın şartlarından birini inkâr etmek varsa o büyü küfrü gerektirir. Yoksa gerektirmez. Mesela birisi, büyücülerin her şeyi yapabileceğine inanırsa, Allah (cc)’a şirk koştuğundan kâfir olur. Bazı müçtehidlere göre her ikisi de öldürülür. Bazı büyüler göz boyamaktan ibarettir, hokkabazlıktır. bunların gerçek bir yanı yoktur. Bazı büyüler ise insanı gerçekten etkiler. Bu ikinci tip büyü ile meşgul olan büyücülerin yaptıkları zındıklıktır. Bunun için mutlaka dünyada cezalandırılmaları gerekir.

Hadisi şeriflerde buyruldu ki:

“İpe üfleyip düğüm atan kimse, büyü yapmış olur. Büyü yapan da Allah’a şirk koşmuş olur.” (Nesai)

“Falcıya, büyücüye, kâhine giderek, onların söylediklerine inanan, Kur’an-ı Kerim’e inanmamış olur.” (Taberani)

Yüce Allah (cc)’ı bırakıp da kendilerine dahi hiçbir faydası olmayan büyücülerden yardım ve şefaat istemek, şirk (Allah’a ortak koşma) dır ki bu da Allah (cc) katında çok büyük bir günahtır. Kur’an-ı Kerim’de; “Yalnız Sana ibadet ederiz ve Senden yardım dileriz. “(Fatiha;5) Başka bir ayeti Kerim’de; “Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez.Böyle yapanlar Allah’ı bırakıp, kendisine hiçbir hayrı dokunmayan şeytana tapmış olurlar” ( Nisa;116-117) buyrulmaktadır.

Sihir ve büyüyü, yapan, yaptıran, yapılmasına sebep olan herkes günahında ve cezasında ortaktır. Peygamber (sav) Efendimize büyü yapılmış, bu yüzden hasta olmuştu. İbn-i Abbas ve Hz. Aişe (r.anha)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (sav)’in yahudi bir hizmetçisi vardı. Yanında Hz. Peygamber (sav)’in tarağından dişler vardı. Bunları yahudilere verdi. Onlarda bu dişlerle Hz. Peygamber (sav)’e sihir yaptılar. Bu işi yahudi olan Lebid bin A’sam yaptı. Daha sonra yahudi hizmetçi bu sihri Eris kuyusuna gömdü. Cebrail (as) Felak ve Nas surelerini indirdi ve bu sihrin yerini ve kimin yaptığını Hz. Peygamber (sav)’e haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) Hz. Ali’yi gönderdi. O da kuyunun suyunu boşalttı. Kuyudaki taşın altından da sihir yapılan tarağın dişlerini çıkardılar. Bunlarla beraber bir de yay kirişi vardı. O kirişte on tane de düğüm vardı. Alıp onu Hz. Peygamber (sav)’e getirdiler.  Hz. Peygamber (sav) de o düğümlerin üzerine Felak ve Nas surelerini okumaya başladı. Her bir ayet okuduğunda bir düğüm çözülüyor ve Hz. Peygamber (sav) hafiflik buluyordu. İki surenin okunması bitince son düğümde çözüldü. Hz. Peygamber (sav)’de rahatladı ve şifa buldu.” (Buhari, Müslim)

Sihirden korunmanın yolu öncelikle her şeyin Allah-ü Teâlâ’nın iznine ve dilemesine bağlı olduğunu bilmektir. Dolayısıyla öncelikle Allah-ü Teâlâ’ya güçlü bir iman ve teslimiyetle bağlanmak gerekir. Nitekim; “Allah’ın izni olmadıkça onlar (büyücüler) kimseye bir zarar veremezler.” (Bakara, 102) Dua ve zikri terk etmemek gelir. Efendimiz (sav): “Sizin yapacağınız şey, Allah’ı zikretmektir. Böyle bir kimse, düşmanın hızla takip ettiği, sonunda muhkem bir kaleye rastlayıp kendisini düşmandan koruduğu kimse gibidir. Kendini şeytandan ancak Allah’ı zikretmek suretiyle koruyan kul da böyledir” buyurmaktadır. (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî)

Çokça Kur’an-ı Kerim okumak, ibadetleri aksatmadan yapmak ve devamlı abdestli bulunmaya özen göstermek de kişiyi büyü gibi zararlı şeylerin etkisinden koruyan hususlardandır. Yapıldıktan sonra ise büyünün etkisini ortadan kaldırmanın en sahih yolu; Allah’a sığınmak, O’na inanarak dua etmek, Kur’an-ı Kerim okumak, Allah-u Tealâ’yı zikretmek ve sabretmektir. Ayrıca böyle bir durumda; Ayet el-Kürsi, İhlas ve Muavvizeteyn (Nas ve Felak) sureleri çok okunmalıdır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : RÜŞVET

“Bir de aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günah ile yemek için, o malları hâkimlere rüşvet olarak vermeyin.” (Bakara;188)

İslam; emir ve yasaklarıyla fert ve toplum yararını gözetmiş; insanların dünya ve âhiret mutluluklarına zarar verecek her türlü söz, fiil ve davranışları ise haram kılmıştır. Bu maksatla kamu mallarını zimmete geçirmek, hırsızlık, gasp vb. gayri meşru kazanç yollarını yasakladığı gibi fert ve toplum hayatı için son derece zararlı olan, rüşvet alıp-vermeyi de yasaklamıştır.

Yaptırılmak istenen bir işte yasa dışı kolaylık ve çabukluk sağlanması için bir kimseye mal veya para olarak sağlanan çıkara rüşvet denir. Efendimiz (sav); “Rüşveti alan da veren de Cehennem’dedir.” (Camiu’s-Sağir, 4490) buyurarak rüşvet almanın veya vermenin kişinin Cehennem’e girmesine sebep olacağını açık bir şekilde vurgulamıştır. 

Rüşvetin devlet dairelerine, özellikle mahkemelere girmesi çok büyük bir suçtur. Rasulü Ekrem Efendimiz (sav); “Hüküm vermede rüşvet verene ve alana Allah lânet etsin.” (Tirmizi, Ahkâm, 9) diye beddua etmiştir. Bir memurun rüşvetle haksızlık yapması çok kötü bir iştir. Rüşvet, bir hakkı araştırmak, bir işi yapmak için de alınamaz. Bu zaten memurun görevidir. Devlet memurlarının hediye almaları da dinimizce rüşvet sayılmıştır. Peygamberimiz (sav)’in, zekat toplamak için gönderdiği bir memurun, dönüşünde: “Bu sizindir, şu da bana verilen hediyedir.” demesine Rasulullah (sav) kızmış ve; “Eğer doğru söylüyorsan, git, anne-babanın evinde otur ve bu hediyeler sana gelsin, görelim.” (Müslim, İmare, 26-30) buyurmuş, böylece memura ancak rüşvet düşüncesi ile hediye verilebileceğini anlatmıştır.

Rüşvet, haksızın haklı, suçlunun suçsuz, yalancının doğru, bir işe lâyık olmayanın lâyıkmış gibi gösterilmesine veya bunun aksine; haklının haksız, suçsuzun suçlu, doğrunun yalancı, bir işe lâyık olanın lâyık değilmiş gibi gösterilmesine neden olur. Bu ise insanlar için büyük bir haksızlık ve zulümdür. Örneğin kızın babasının veya akrabasının, kızı vermeye razı olmaları için damattan istedikleri para veya mal rüşvet olur. Ayakbastı parası almak da rüşvettir, haramdır. Malını, canını, hakkını kurtarmak için istemeyerek rüşvet vermek caiz ise de, rüşvet istemek asla caiz değildir, haramdır. Lâyık olmayan kişileri işe almak için rüşvet istemek, ülke idaresini ehliyetsiz ellere terk etmek demektir. Bu da bir milletin yıkılmasına sebep olur. Bir öğretmenin, kabiliyetsiz bir talebeyi rüşvetle geçirmesi de, lâyık olmayan kimselerin iş başına geçmesine vesile olur. Alt sırada olan bir evrağı rüşvetle üste çıkarıp hemen muamelesini yapmak, diğer sırası gelen insanların haklarına tecavüzdür, zulümdür. Doktorun rüşvet alarak sağlam memura rapor vermesi, düzenin bozulmasının, ülkenin yıkılmasının sebeplerindendir. Belediyelerce, kanunsuz binalara ruhsat vermek veya ruhsatsız yapılara rüşvet alarak göz yummak veya daha başka şekilde rüşvet almak vazifeye ihanettir.

Hz. Ömer (ra), devlet başkanı iken, hanımı ile bir köye gider. Köylü kadınlar halifenin hanımına çeşitli hediyeler verirler. Eve geldikleri zaman, Hazreti Ömer (ra), hanımına der ki:

– Bunları nereden aldın? Hanımı cevap verir:

– Köylü kadınlar hediye ettiler.

Bunun üzerine Hazreti Ömer Efendimiz:

– Ben halife olmasaydım, sana bu hediyeler verilir miydi? Eskiden Ben halife değilken sana niçin hediye vermiyorlardı, diyerek, verilen hediyeleri beyt-ül mala verir.

Rüşvet dört kısım da ele alınabilir.

1- Hâkim veya idareci olabilmek için verilen rüşvet.

2- Hâkimin lehinde hüküm vermesini sağlamak için verilen rüşvet.

3- Bir kimse ile idarecinin arasını düzeltmek karşılığında üçüncü kişiye verilen rüşvet. Burada rüşvet veren ya idareciden gelecek bir zararı önlemek veya meşru bir menfaat elde etmek istemektedir.

4- Bir kimsenin malına ve canına bir zarar vereceğinden korktuğu kişiye verdiği rüşvet.

Birinci ve ikinci maddede tarafların her ikisi için de vermek veya almak haramdır. Üçüncü madde yalnız alana haram, verene haram değildir. Dördüncü maddede de hüküm aynıdır. Çünkü bir Müslüman’ın Müslüman kardeşinin malına canına zarar vermemesi gerekir. Ayrıca rüşvet kabul eden hâkimin vermiş olduğu hüküm geçerli değildir. Aynı zamanda böyle bir hâkim adalet sıfatını kaybeder ve fasık olur, görevine de son verilir. Devlet görevinde çalışan memurların ve hâkimin almış olduğu hediyeler de rüşvet sayılır. Çünkü onlar bu görevde olmasalardı kendilerine hediye verilmeyecekti. Hediye vermekten maksatları işlerini gördürmektir. Hatta rüşvet alan hâkim doğru karar vermiş olsa bile yine aldığı haramdır. Çünkü hüküm vermek onun görevidir. Ayrıca başka bir şey alması gerekmez.

Rüşvet alan bir kimse almış olduğu mala dinen sahip olamaz; onu geri vermesi gerekir. Bir kimsenin dinine gelecek bir zararı önlemek için rüşvet vermesi bir çare ise verebilir. Bu, verene haram olmaz. Nitekim Hz. Peygamber (sav) dine dil uzatan şairlere ve aleyhte bulunmalarını istemediği kimselere bir şeyler verirdi. (İbn Abidin, IV, 303, vd., V, 272)

Rüşvet, toplumu temelinden sarsan ve onun içten yıkılmasına neden olan en tehlikeli sosyal hastalıklardan biridir. Rüşvetin yaygın olduğu toplumlarda hak ve adaletten söz edilemez. Diğer taraftan, rüşvetin yaygınlaşmasıyla toplumda haksız kazanç sağlama yolları açılmış olur. Bu gibi durumlar, zamanla normal bir yol gibi görülmeye başlanır. Bu ise toplum için bir felakettir.

Rüşvet, karıştığı işin amacından sapmasına ve bozulmasına, girdiği toplumun perişan olup dağılmasına sebep olur. Tarihe bakıldığında, pek çok milletin yok olmasının sebepleri arasında, rüşvet hastalığının olduğu görülür. Rüşvetin girdiği toplumda adaletsizlik yaygınlaşır. Emanetler ehline verilmez, önemli görevler lâyık olmayan kimselerin eline geçer. İnsanların birbirlerine güvenleri kalmaz. Hak haklıya değil, parası ve gücü olana verilir. Dolayısıyla güçsüzlere ve yoksullara zulmedilmiş olur. Bunun sonucunda ise toplum düzeni sarsılır.

Kısaca ifade etmek gerekirse rüşvet; toplumları felakete götüren, birlik ve kardeşlik duygularını kökünden sarsan, güven duygusunu zedeleyen çirkin davranışlardan biridir. Kendisinin Allah (cc) tarafından her yerde görüldüğüne ve bir gün mutlaka hesaba çekileceğine inanan insanların hayatlarında bu tür olumsuz davranışlara rastlanmaz.

Fert ve toplum olarak, bu kadar zararı olan rüşvetin yaşadığımız toplumda yaygınlaşmaması için elimizden geleni yapmalı ve dünya malının dünyada kalacağını, insanın alın teriyle kazandığının daha bereketli ve değerli olduğunu unutmamalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞÜPHE

“Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat; 15)

İslam’ın temelini Tevhid inancı oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca bütün peygamberler, insanları Allah (c.c)’ın birliğine inanmaya, yani Tevhid’e çağırmışlardır. İmanın temelinde Tevhid inancı vardır. Kur’an-ı Kerim, insanoğlunu bilerek inanmaya ve bilerek yaşamaya çağırmaktadır. Müslüman insan, neye niçin inandığını, neyi niçin yaptığını çok iyi bilmek durumundadır. İnsan, haklı olarak, inancının ve davranışlarının mantıki temellerini bilmek, öğrenmek istemektedir. İşte bu arzu, beraberinde birtakım şüpheleri getirmektedir.

Şüphe; Tereddüt, kuşku, güvensizlik duygusu, işkillenme anlamlarındadır. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kati kanaat ve bilgi sahibi olmamak halidir. Bir konuda kesin bilgi veya kanaate varamamaktan doğan tereddüttür. Bir kimsenin mümin sayılması için iman esaslarını şeksiz ve şüphesiz kabul etmesi gerekir. Kalbinde Allah (c.c)’a, elçisine, gönderilen ilahi mesaja ve ahirete ait herhangi bir şüphe bulunan kimse gerçekte tam iman etmiş olmaz.

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah (c.c) şöyle buyurur;
“(Ey Muhammed)! Bu, Rabbin tarafından bir gerçektir. Sakın şüphe edenlerden olma.” (Al-i İmrân, 60)

İbadetlerde şüphe halinde galip zanna göre hareket edilir. Meselâ bir kimse bir vakit namazını kılıp kılmadığında şüphe etse, eğer böyle bir şüphe ilk defa olmuşsa namazını kılması gerekir. Fakat sık sık vuku buluyorsa galip zannına göre amel eder. Yine bir kimse namazında şüphelenerek üç mü yoksa dört rekât mı kıldığını hatırlamasa, eğer yanılma olayı bu kişinin başına ilk defa gelmişse yani bu gibi şüphelenmeler o kişide sürekli bir durum haline gelmemişse namazını yeniden kılmalıdır. Çünkü Hazreti Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri namazı kaç rekât kıldığı hususunda şüpheye düşerse namazını yeniden kılsın.”Abdest ve gusül alırken şüphe geldiği zaman, “Acaba guslüm oldu mu, abdestim oldu mu?” diye içimiz kemirilirse, tekrar abdest alınız bu vehimdir, şeytandandır demeliyiz. Onun şerrinden korunmak için Eûzü besmele okuyarak Allah (c.c)’a sığınıp ve Ayetü’l Kürsi’yi okumalıyız. Dikkatlice abdest aldıktan sonra gelen bu vesveseye asla kapılmayıp ve içimizden gelen sese “abdestim abdesttir, guslüm gusüldür” demelidir. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde ; “Vesvese şeytandandır. Abdest alırken, guslederken ve necaset temizlerken, şeytanın vesvesesinden sakınınız!” buyurmuştur. (Tirmizî)

Hz. Peygamber’in (sav) sahabelerinden bir grup;
“İçimizden öyle şeyler hissediyoruz ki, herhangi birimiz bunu söylemeyi bile büyük günah kabul eder” dediler. Resulallah (sav);
“Gerçekten böyle bir şey hissetiniz mi?” diye sorar. Onların; “Evet” demesi üzerine, Hz. Peygamber (sav);
“Bu imanın ta kendisidir ” cevabını verir.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v); “Vesveseden (akla gelen kuruntu, düşünceden)” sordular. Hz. Peygamber (sav): ” Bu, imanın hâlis olanıdır” buyurdu. (Müslim)Yüce Allah (c.c)’ı veya iman konularından birini inkâr etmesi için zorlanan ve inkâr etmemesi durumunda, kendisine zarar gelecek olan bir kişinin, kalbi Allah sevgisiyle ve imanla dopdolu olması şartıyla, diliyle inkâr ettiğini söylemesi imanına zarar vermez. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak; “Kalbi iman ile sükûnet bulduğu halde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır. buyurmuştur. (Nahl;106)
Kişinin aklına gelen şüphe ve sorular onun imanına zarar vermez. Çünkü bu tür vesveselere insanın engel olması mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği gibi, Yüce Allah (c.c) her kişiye ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.
Düşünceleri önlemek, onlara gem vurmak ise insan gücünü aşan bir olaydır. Bir mü’min aklına gelen soruların cevaplarını ilim sahibi, samimi müminlere sorarak, cevap aramalıdır. Rabbimiz bizleri şüpheli şeylerden muhafaza eyleyip kalbi selimlerden eylesin.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TAMAHKAR OLMAK

Kuran-ı Kerim’de bildirildiği üzere, bir Müslüman’ın karakteri son derece asil ve vakarlı olmalıdır. Asıl ve yegâne amacı Allah (cc)’ın rızasını kazanmak olan müminlerin her davranışlarına yansıyan bu ahlâk, Kur’an ahlâkını yaşamayan kimselerin basit karakterlerinden tamamen uzaktır.

Allah (cc) Kur’an’da insanlara nasıl bir ahlâka sahip olmaları gerektiğini, indirdiği hükümlerle ve peygamberlerin hayatlarından örnekler vererek bildirmiştir. Ayetlerde insanlara asıl amaçlarının Allah (cc)’ın rızasını kazanmak olması gerektiği haber verilmiş ve sonsuz ahiret hayatlarını Cennet’te geçirebilmeleri için din ahlâkına uygun bir yaşam sürmeleri konusunda yol gösterilmiştir. Ancak Kur’an ayetlerini gözardı ederek yaşamayı tercih eden kimseler, ahiret hayatını unutarak dünya menfaatlerini asıl amaçları haline getirirler. Bu şekilde sadece dünya hayatını gözetmek ve dünyevi çıkarlara hırsla sarılmak insanlar için büyük bir aldanıştır. Dünya hayatına yönelik bu tür bir bakış açısına sahip insanların en belirgin özelliklerinden biri tamahkârlıktır. Tamahkârlık gösterip basit menfaatlerin peşinden koşmak, kişiyi daima küçük düşürür. “Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyayı) seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.” (İnsan Suresi, 27)

Tamah; hırsla isteme, aç gözlülük, çok isteme, haris olma, doymazlık demektir. Dünya lezzetlerini haram yollardan aramaya tamah denir. Dünyaya olan bağlılık ve mala karşı duyulan hırstır. Paraya ve mala aşırı ölçüde düşkün olan kimse tamahkârdır. Efendimiz (sav); “Sakın tamahkâr olmayın! Tamah, fakirliğin ta kendisidir.”  buyurmuşlardır. (Taberani)

Tamah, cahiliye ahlâkını yaşayan insanları bu uğurda her şeyi göze alabilecek bir tavır içerisine sokar. Konu eğer dünyadan istifade etmekse, kişi bu arzusunu tatmin etmek için tamahkâr bir yapı göstermekten hiçbir şekilde çekinmez. Hayatın kısalığının farkındadır ve bu süreyi ahiret için çalışarak geçirmektense, dünyaya yönelik olarak değerlendirmenin en akılcı yol olduğuna inanır. Bunun için de karşısına çıkan fırsatları hep bu uğurda harcayarak dünyaya biraz daha tamah eder. İnsanı bir tabak yemeğe dahi tenezzül ettirten bu ahlâk, uyanıklık kafasıyla uygulanır ama tam aksine kişiyi akıl almaz derecede küçük düşürür.

Dünya hayatına yönelik bu tür bir bakış açısına sahip insanların en belirgin özelliklerinden biri tamahkârlıktır. Tamahkârlık gösterip basit menfaatlerin peşinden koşmak, kişiyi daima küçük düşürür.

Saf bir adamın, güzel bir koçu vardı. Boynuna ip bağlamış, ardından çekip götürüyordu. Hırsızın biri sezdirmeden ipi kesip, koçu çaldı. Adam bir süre ipi sürükledikten sonra, arkasına dönüp baktığında koçun çalındığını anladı. Dövünerek, bağırarak sağa sola koşmaya başladı. Koçu çalan hırsız da bir kuyunun başında, “Eyvahlar olsun, eyvahlar olsun” diye ağlıyordu. Koçunu çaldıran saf adam, merak edip yaklaştı ve, “Hayrola arkadaş! Senin de mi koçun çalındı? Neden ağlıyorsun?” diye sordu. Hırsız,” İçinde 100 altın bulunan kesem, kuyuya düştü. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kuyudan altın dolu kesemi çıkartırsan, sana beşte birini gönül rızasıyla veririm” dedi. Saf adam, bu teklif karşısında hiç tereddüt etmedi. “Allah bir kapıyı kapar, on kapıyı açar. Koç gittiyse de deve geliyor’‘ diyerek soyunup kuyuya indi. Hırsız da elbiseleriyle birlikte nesi varsa, hepsini alıp kaçtı. Koçu çaldıran zavallı saf adam, tamahı yüzünden elbiselerinden de oldu. İnsan yolunu aydınlığa çıkaracak tedbiri, elden bırakmamalıdır. Tamah huyu hırsıza benzer. Hayal gibi her an, değişik bir suretle ve hileyle insanı aldatır. (Mesnevi’den)

Basitlik; insanın, ruhunu Kur’an ahlâkına uygun bir şekilde derinleştirememesi, Allah’a yakın olma ve O’nun rızasını kazanma konusunda istekli olmaması sonucunda, davranış ve düşünce biçiminde meydana gelen yüzeyselliktir. Bu yüzeysellik, insanın, Allah’ın gücünün sınırsızlığını, kendi etrafında ve dünya üzerinde meydana gelen olaylardaki hikmetleri ve yaşamın gerçek manasını anlamada zayıf bir kavrayışa sahip olması şeklinde kendini gösterir. Allah’ın varlığını ve gücünü kavrayan samimi bir Müslüman’ın gösterdiği güzel ahlak ile bu şekilde yüzeysel bakış açısına sahip bir insanın ortaya koyduğu ahlak, kişilik ve davranış biçimleri birbirinden tamamen farklıdır. Müslümanlar son derece asil bir ruha, yüksek bir kişilik kalitesine ve derin bir anlayışa sahip olurlarken, basit insanlar kendilerini alçaltan bir karakter yapısına sahip olurlar.

Müslümanlar Allah’ın lütfetmesiyle soylu bir ruha sahip olduklarından Allah’ın, “Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.” (Fatiha Suresi, 4-6) ayetlerinde bildirdiği şekilde her türlü nimet ve yardımı Allah’tan beklerler. İhtiyaç içinde olsalar bile bunu vakarlarından dolayı insanlara belli etmezler. Böyle güzel bir ahlakın makbuliyetine Rabbimiz şöyle dikkat çekmiştir:

“(Sadakalar) Kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir ki onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler…” (Bakara Suresi, 273)

Yine Allah (cc)’ın; “Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler…” (Haşr Suresi, 9) ayetinde bildirdiği gibi kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile yine tavırları almaya değil, vermeye yöneliktir. Müslümanlar tamahkârlığın tam zıddı olan bu onurlu ve fedakâr tavırlardan büyük bir zevk alırlar. Tamahkâr insanlar ise kendilerinde olan nimetleri hırsla sahiplenir, şükretmeyi akıllarına getirmezler. Bu sebeple de bir türlü ellerindeki nimetlerden dolayı sevinç duyamazlar. Zihinlerinde hep daha da fazlasını elde etme arzusu vardır. Hatta ihtiyaçları olmasa bile yalnızca daha fazlasına sahip olma hırsı içinde yaşarlar ve çok küçük şeylere tamah edebilirler. Allah (cc) ayetlerde bu gerçeği haber verir ve bu insanların din ahlakını yaşamamakta ısrarlı olduklarına dikkat çeker: “Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak ki Ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal’ (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha artırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı ’kesin bir inatçıdır.” (Müddessir Suresi, 11-16)

Kendi ellerinde olanı harcamaktan çekinen ve ellerini sımsıkı tutan bu basit karaktere sahip insanlar, başkalarına karşı ise tam tersi bir tavır içindedirler. Allah (cc) Kur’an’da “Eksik ölçüp tartanların vay haline ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar. Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler.” (Mutaffifin Suresi, 1-3) ayetleriyle onların tamahkârlıklarından kaynaklanan sahtekârlıklarını deşifre ederek haber verir. Oysa bu, Allah’ın razı olmadığını Kur’an’da bildirdiği ve insanları sakındırdığı basit bir tavırdır.

Tamahkârlık yalnız maddi birtakım değerlerle sınırlı bir kavram değildir. Verilen bir cevapta, sarf edilen bir sözde ve bunların yanı sıra pek çok ayrıntıda bu kötü ahlak kendini gösterebilir. Basit insan kendi deyimiyle ’lafın altında kalmaz’; son sözü söylemeye tamah eder. Kimi insanlar her fırsatta konuşmalarının arasına yabancı dilden kelimeler ve vurgular serpiştirerek dil bildiklerini vurgulamaya çalışırlar. Düz ve sade anlatım yerine, söylemek istedikleri kelimenin Türkçesini hatırlayamıyor gibi yaparlar. İnsanlara gösteriş yapabilmek için birkaç kelimeye tenezzül ederler. Benzer şekilde marka, araba, yazlık gibi genelde sahip olunan maddi imkânları vurgulamaya yönelik konuşmaların hemen hemen çoğunun temelinde bu basitlik vardır. Hâlbuki böyle geçici dünya metalarına düşkünlük göstermek insan için büyük bir utanç vesilesi olmalıdır. Bu basitliğe tenezzül eden kişi ne kadar küçük duruma düştüğünü bilmelidir. Sahip olduğu her şeyin yalnızca göz açıp kapayıncaya kadar geçecek olan dünya hayatına ait olduğunu, ölümle birlikte sonsuza kadar tümünün geride kalacağını unutmamalıdır.

Tamahkârlık gibi çirkin davranışların beraberinde getirdiği basitlikten kurtulmanın yolu, insanın Kuran ahlakını yaşamasıdır. Tüm samimiyetiyle Allah’a teslim olmaya karar vermiş; O’nun razı olduğu şekilde yaşamaya tam niyet etmiş kişiler tamahkârlık gibi kötü ahlak özelliklerinden kolayca uzaklaşırlar. İnsanın geçmişte hatalı davranışlarda bulunmuş olması, tamahkârlık gibi basit insanlara özgü tavırlar göstermiş olması önemli değildir. Önemli olan, kişinin Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik karar alması ve bu yönde samimi bir çaba göstermesidir. Ancak (cahiliye de) geçen geçmiştir. Çünkü bu, ’çirkin bir hayâsızlık’ ve ’öfke duyulan bir iğrençliktir.’ Ne kötü bir yoldu o! (Nisa Suresi, 22)

Tamahkâr insanlar şaşırtıcı derecede küçük menfaatleri elde etmeyi kâr olarak görürler. Örneğin arkadaşlarından önce davranarak daha iyi bir yere geçip oturmak ya da gittiği bir yerde hiç para harcamadan yemek yiyebilmek mutluluk vesilesi olan önemli olaylardır.

Peygamber Efendimiz (sav) de hadisi şeriflerinde; “Kim ki arzusu, amacı dünya olursa Allah o kimsenin aleyhine işini darmadağın eder, fakirliğini iki gözünün arasında kılar (yani dünyalığı elde etmek uğrunda sıkıntılar çeker, ihtirası da dinmez) ve dünya (nimet ve malın)dan kendisi için (kaderinde) yazılmış olan miktardan başka hiçbir şey ona gelmez. Kimin niyeti, arzusu ahiret olursa Allah o kimse için (dağınık) işini toparlar (düzenler), zenginliğini kalbine yerleştirir, dünya (nimetleri ile malı) da boyun eğerek (rahatlıkla) gider.” (İbni Mace,cilt 10)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TAASSUP (BAĞNAZLIK)

İslam dini, akla hitap eden ve aklın güzelce işletilmesini isteyen bir dindir. Yüce Rabbimiz, İslam dininin temel kaynağı Kur’an-ı Kerim için; “Bu (Kur’an) da bizim indirdiğimiz bereket kaynağı bir kitaptır. Artık ona uyun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (En’am, 6/155) buyurarak bu dinin, böylesine yüce bir kitaba dayandığını bildirmektedir. Allah kelamı olan bu yüce kitap, aklî ve naklî delilleri aklın önüne koyarak, insanlara yol gösterir. İlim, irfan sahiplerini ve akıllarını güzelce işletenleri över, yanlış inanış, görüş ve arzuların peşine düşenleri de yerer. İnkârcılığı ve cehaleti en büyük düşman sayar.  Güçlü bir imana sahip olmayı, inançta hakka ve amelde hayra yönelmeyi ister. Aklı, ilim ve irfanla geliştirmenin gerekli olduğunu bildirir. Faydalı ilimlerin öğrenilmesini, güzel işlerin ve salih amellerin işlenmesini teşvik eder.

Taassup; bir görüş ve düşünceye, bir kişi ve topluluğa körü körüne bağlanmak, taraf olmak, akraba ve kavminin fertlerine aşırı ölçüde sevgi gösterip yardımcı olmak ve onları kayırmak anlamlarına gelir. Terim olarak: Din, ahlâk, adet, görüş ve düşünce gibi konularda haksızlık ve husumet derecesine varacak ölçüde bir saplantıya düşmek demektir. Bir insanın içinde yaşadığı toplumun ortak değerlerine bağlı olması ve onları koruyup savunması, taassup değildir Aksine, dinî, millî ve ahlakî değerleri koruyup yaşatmak için gösterilen salâbet ve kararlılık demektir. Yüce Allah (cc)’ın; “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun.” (Enfâl, 24) emrini yerine getirmektir. Allah ve Resulü’nün davetine icabet ederek, büyük bir samimiyetle İslam dininin emirlerine uymak; toplum hayatının kanı, canı hükmünde olan dinî, millî ve ahlakî değerleri korumaktır. Hiç şüphe yok ki yüce değerlerine karşı duyarsız olan bir milletin, tarih sahnesinde söz sahibi olabilmesi mümkün olmaz.

Taassupa en çok karşı çıkan din İslâm’dır. Hz Peygamber (sav) müşrikleri İslam’a davet ettiğinde onlar, yanlış-eksik yönleri olduğunu söyleyerek değil, körü körüne atalarının dinine sarıldıkları, hiç bir araştırma ve tartışmaya girmeden kendi dinlerini üstün gördükleri için İslâmiyet’i kabul etmiyorlardı. Hak dini kabul ettirmeyen, ona karşı koyduran bu kör inada Kur’an, “Cahiliyye taassubu” (hamiyyetü’l-câhiliyye) (Fetih,26) demektedir. Bugün de İslâmiyet hakkında yeterli ve doğru bilgisi olmayan, aksine, onun hakkında yanlış bilgilere sahip olan ve kendi bildiklerini tartışmasız doğru ve üstün kabul ederek İslâm’a karşı olan mutaassıp aydınlar olabileceği gibi, dinî heyecanları çok, fakat din hakkındaki bilgileri eksik olan mutaassıp dindarlar da olabilir. Müslüman mutaassıp değil, hoşgörülü olmalıdır.

Bilgisizlik, ölçüsüzlük, muhakemesizlik, gibi olumsuz zeminlerde yeşeren ve sınır tanımayan nefsanî arzulara kapılmaktan kaynaklanan taassup, fert ve toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmesinin önünde duran büyük bir engeldir.

Taassubun birçok sebebi vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

Güvenmek: Sevilip sayılan bazı itibarlı kişilerin görüşlerini, bir muhakeme ve değerlendirmeye tabi tutmadan, onlara güvenerek, olduğu gibi kabullenmektir. Aslında böyle bir güven anlayışı, İslâm’a aykırıdır. Çünkü İslam dini, aklî ve naklî delillere dayanır. Dolayısıyla, ileri sürülen görüşün delillerini ve gerçeğe uygunluk durumunu araştırıp bir sonuca varmadan, bir Müslüman’ın onu kabul ya da reddetmesi doğru olmaz. Şayet, güvendiği için kabul ederse, bu anlayış, onu, hataya veya taassuba düşmekten koruyamaz.

Bilgi Yetersizliği: İslâm’ın temel meseleleri olan itikat, ibadet ve ahlakla ilgili esasları bilmeyen ve Hz Peygamber (sav)’e tabi olmanın ne demek olduğunu henüz anlayıp kavrayacak bir durumda bulunmayan bir insan, eğer biliyormuş gibi davranır, kendi bildiklerini dinden sayar ve onları din diye savunmaya kalkışırsa, taassubun içine düşmüş olur. Yüce Rabbimizin, “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar” (Zümer,9) mealindeki ayeti, ilmin önemini vurgulamakta ve bilgisizliğin de, bir değer olmadığını ortaya koymaktadır.

Ehlinden Sormamak: Bir insanın, bilmediği bir konuyu, ehil olmayan kişilerden sorması ve onlardan aldığı cevaplara dayanarak, öğrendiklerinin doğruluğunu savunması, taassuba götüren bir yoldur. Bir ayette; “Eğer bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun” (Enbiya, 7) şeklinde buyurularak, bilinmeyen her konunun, uzmanından sorulup öğrenilmesi istenmektedir. Din konusunda hataya düşmek istemeyen bir Müslüman’ın, bilmediği bir meseleyi temel kaynaklardan, ya da bizzat araştırarak veya bilenlerden sorarak öğrenmesi gerekir. Çünkü bilen bir insan, dikkatli ve ölçülü olur. Hakkın ve hayrın ne olduğunu anlar ve ona göre hareket eder Bütün işlerini, hep bu çerçevede araştırır, ölçer, biçer, değerlendirir ve yapar.

Kişinin Kendini Ölçü Alması: Bir insanın, yalnız kendi yapısına ve huyuna uyan bir görüşü, bir mezhebi hak, diğerlerini de yanlış görmesi, kendini ölçü alması ve bencillik duygusuna kapılması, taassubun başka bir sebebidir. Kendisini hakkın ve doğrunun ölçüsü sayan bir kişi, bu dar görüşüne kapılarak daha da ileri gider ve Hz Peygamber (sav)’e de ölçüler vermeye çalışır. Sonuçta, Yüce Allah’ın; “(Ey Muhammed!) De ki: ‘Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir” (Hucurât, 49/16) anlamındaki ayetinde bildirdiği, daha aşırı bir taassuba düşer. Böyle bir anlayışın akla, dine ve ilme uyan bir tarafı yoktur. Bu sırf kendini beğenmişliğin, canlı bir örneği olmaktan başka bir şey değildir. Gerçeği, sadece kendisinin beğenip savunduğu fikir ve görüşlerden ibaret sayanlar, basiret, ilim ve irfandan mahrum olan kimselerdir. Sosyolojik açıdan gelişememiş bu tür insanlar, şahsi bir görüşün, dar bir anlayışın dışına çıkamazlar. İşte bu gibi dar görüşlüler, toplumda çeşitli sıkıntıların ve huzur bozucu rahatsızlıkların oluşmasında da etkili olurlar.

Kolaycılık: Eski dinlerden kalma bazı bilgi, adet ve gelenekleri hiç araştırmadan benimseyip onlara uymak ve bunları İslam’dan saymak, kolaycı bir yaklaşımın tipik bir örneğidir. Gerçekleri öğrenmekten korkan veya böyle bir zahmete katlanmaktan çekinen bazı insanların seçtiği, bir başka taassup yolu da budur. Çünkü bu tutum, geçmişin mirası ile yetinmek, doğruları araştırmaya yönelmemek, ilim ve anlayış açısından gelişmeyi durdurarak, dar kalıplar arasında sıkışıp kalan bir hayata razı olmak demektir

Şahsi Görüş: Dini sorunları çözüme kavuşturma konusunda, İslami ölçülerin değil, şahsi görüşlerin esas alınıp savunulmasıdır. İslâm dini kıyamete kadar devam edecek hak bir din olduğundan, hayatın akışı içerisinde karşılaşılacak yeni sorunların çözümlerine, yeterli ölçüler getirmiştir. Bu bakımdan, İslam âlimlerinden uzman bir topluluğun, dinî ölçüleri esas alan ilmî toplantılar düzenleyerek, yapacakları ortak akıl çalışmalarıyla yeni sorunlara çözümler bulmaları, en isabetli olanıdır. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır” (Al-i İmrân, 114) mealindeki ayet, belirtilen gerçeği ortaya koymaktadır. Aksi takdirde, yeniden birçok taassup ve taklitçiliğe kapı açılmış olur.

Gelişen ve değişen şartlara göre İslâm dininin, günümüz insanının anlayabileceği bir üslupla güzelce açıklanıp anlatılması, geçmişten gelen büyük mirasın iyi korunması ve gerekiyorsa çeşitli konulara değişik açılardan da bakılması, elbette güzeldir.  Ancak, hoş görülsün diye kaş yaparken, göze zarar verilmemeli; araştırırken de Kur’an ve Sünnet’in ölçü ve esasları dışına çıkılmamalıdır. Şunu da unutmamak gerekir ki geçmişten gelen bir konuyu muhakeme etmeden, onun dini ve ilmi bir araştırmasını yapmadan, şahsi görüşlere dayanıp reddetmek nasıl bir taassup ise, belirli anlayışlarla yetinip dini tefekkürü susturmak da, öyle bir taassuptur.

Taassubun, mezhep, tarikat, meslek gibi kavramlar ve soy, kabile, bölge, millet ve şahıs gibi insanlar adına gösterilen birçok çeşidi ve etkeni vardır. Ancak, taassubun çeşidi ve sebebi ne olursa olsun, sonuçta insanı haksızlığa ve zulme itiyorsa, onun, artık makul ve meşru görülebilir bir tarafı kalmaz.

Dünya hayatı, bir imtihandır. Yüce Rabbimiz; “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk,2) buyurarak, dünyanın imtihan yeri olduğunu bildirmektedir. Bu imtihan, nefsin arzularına veya hakkın istediğine uyup uymamak biçiminde cereyan eder. Nefsanî arzular, insanı aşırılıklara, dünyanın geçici zevklerine çağırır. Yüce Rabbi de, aşırılıklardan, dünyanın geçici haram zevklerinden uzak durmaya, O’nun rızasını kazanarak ebedi mutluluğa ermeye davet eder Bu iki davetten birisini seçmek ise, insana aittir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : SUİZAN

Suizan; bir işin aslını öğrenmeden bir kimseyi kötü zannetmektir. (sanmak, tahmin etmek manalarına gelir.) Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ buyuruyor ki;

“Ey iman edenler, suizan etmekten kendinizi koruyun! Zannetmenin bazısı günahtır.” (Hucurat;12)

Bir Müslüman başka bir kimsenin ayıbını görünce, ona hüsnü zan etmeli suizan etmemelidir. Kalbe gelen bir düşünce, suizan olmaz. Kalbin o tarafa kayması, meyletmesi suizan olur. Hadisi şerifte suizan hakkında; “Yanlış karar vermeye sebep olur.” buyurulmuştur. (Müslim)

Zan ile başkasının kötü olduğunu kabul eden, onun gıybetini eder, ona dil uzatır. Onu kötü, kendini iyi bilir. Bu da, helâkına sebep olur. (İhya) İmam-ı Rabbani Hazretleri de buyuruyor ki: Bir Müslüman’ı suçlu sanarak, dedikodu yapmak, çok çirkindir. Zan ile bir Müslüman’a sapık demek, münafık demek, kincilik olur. Bu iftiralar doğru değilse, söyleyen sapık ve kâfir olur. Hadis-i şerifte “Müslüman’a kâfir diyenin kendisi kâfir olur.” buyruldu. (Buhari)

Bir savaşta, kelimeyi şahadet getiren birisini öldüren kimseye, Rasulullah (sav) Efendimiz; “Kelimeyi şahadet söyleyen kimseyi niçin öldürdün?” buyurdu. O kimse de, “Dili ile söylüyordu ama kalbi ile inkâr ediyordu” dedi. “Kalbini yarıp da baktın mı?” diyerek onu azarladı, buyurdu.

Onun için bir mümine kâfir demekten, ona lanet etmekten sakınılmalıdır. Lanet, sahibine döner. Rasulullah (sav) Efendimiz: “Kul, lanet edince, lanet edilen buna müstahak değilse, kendine döner.” buyurmuştur. (Beyheki)

Başka bir hadisi şerifte de Efendimiz (sav), “İnsanların kalplerini yarmak, gizli şeylerini anlamak için emrolunmadım.” buyurmuştur. (M. Kâinat)

Müslüman’a suizan etmemelidir. Yani, Müslüman olduğunu söyleyen ve küfre sebep olan bir sözde ve işte bulunmayan kimsenin bir sözünden veya işinden hem imanı olduğu, hem de imansız olduğu anlaşılırsa, imanı olduğunu anlamalı, dinden çıktı dememelidir. Fakat bir kimse, dini yıkmaya, gençleri kâfir yapmaya uğraşır veya haramlardan birinin iyi olduğunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa yahut Allah-u Teâlâ’nın emirlerinden birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna kâfir denir. Müslüman olduğunu söyler, namaz kılar, hacca gitse de buna, “Zındık” denir. Müslümanları aldatan böyle ikiyüzlüleri Müslüman sanmak, ahmaklık olur.

Salih veya fasık olduğu bilinmeyen bir Müslüman hakkında hüsnü zan edilmelidir. Hüsnü zan, suizanın tersidir. Bir kimseyi iyi zannetmektir. Hüsnü zan edileceklerin başında Allah-u Teâlâ gelir. Rasulullah (sav) Efendimiz, “Allah-u Teâlâ’ya hüsnü zan etmek ibadettir.” buyurmuştur. Her Müslüman, Allah (cc)’ın rahmetinin, affının bol olduğunu bilmelidir. Günahlarımız çok olsa dahi Allah-u Teâlâ’nın hepsini affedeceğini düşünmek hüsnü zan olur. Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ Hazretleri mealen buyuruyor ki:

“Ey günahı çok olan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah-u Teâlâ, bütün günahları affeder. O sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.” (Zümer 53)

Günahının affolunmayacağını zannetmek, Allah-u Teâlâ’ya suizan etmek manasına gelir. Şartlarına uygun tövbe edilince, Cenab-ı Hak her türlü günahı muhakkak affeder. Dilerse, ahirette küfürden başka günahları tövbesiz de affeder. Bir kutsi hadiste Rabbimiz; “Kulum Beni nasıl zannederse, ona zannettiği gibi muamele ederim.” buyurmuştur.

“Kıyamet Günü, Allah-u Teâlâ bir kulunun Cehenneme atılmasını emreder. Cehenneme götürülürken arkasına dönerek, “Ya Rabbi! Dünyada Sana hep hüsnü zan ettim” deyince, “Onu Cehenneme götürmeyiniz! Kulumu Bana olan zannı gibi karşılarım” buyurur.” (Beyheki)

Peygamber Efendimiz (sav), ölüm halindeki bir gence sorar:

– Kendini nasıl buluyorsun?

– Günahlarımdan korkuyor; fakat Allah’tan ümit kesmiyorum.

– Bu korku ile ümit, şu ölüm anında kimde bulunursa, Allah-u Teâlâ ona umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar. (İ. Gazali, Tirmizi)

Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümidini kesmek çok tehlikelidir. Kur’an-ı Kerim’de mealen buyruluyor ki: “Kötü zanda bulundunuz. Bu yüzden helaka mahkûm kavim oldunuz.” (Fetih; 12)

Zan ile hareket etmek yanlıştır. Zan kesin bilgi değildir. Kur’an-ı Kerim’de de mealen Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

“Zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.” (Yunus; 36)  Dinimiz zahire göre hüküm verir

İçki içene hüsnü zan edilmez. Bir kâfir Müslüman olsa, Müslüman olduğunu kimseye söylemese, iman ile ölse, bizim ona kâfir dememizde hiç mahzur yoktur. Çünkü biz onun Müslüman olduğunu bilemeyiz. Tersine, bir Müslüman da kâfir olsa, fakat küfrünü gizlese, camiye gelse, ona Müslüman nazarı ile bakarız, ölürse namazını kılar, ona dua ederiz. Bundan mesul olmayız.

Hallacı Mansur Hazretleri “Enel Hak” dedi. Devrin müftüsü küfrüne fetva verdi. Çünkü din zahire göre hüküm verir. Ama o tasavvuf sarhoşluğu ile öyle söyledi, o sözünde mazur idi, ama o müftünün nazarında kendini ilah sayan birisiydi. Onun için müftü fetvasından mesul değildir. Öteki mazurdur.

Müslüman’ın hüsnü zannı şöyle olmalıdır: Bir çocuk görünce, bunun günahı yoktur, benim günahım vardır. O halde bu çocuk benden daha faziletlidir. Bir yaşlı Müslüman görünce, bunun ibadeti benden daha fazladır, o halde benden daha faziletlidir. Bir İslam âlimi görünce, ben cahilim, bu benden ziyade âlimdir, öyle ise benden daha faziletlidir. Bir cahil görünce, bu bilmeden günah işler. Ama ben bilerek işlerim, öyle ise, bu benden efdaldir. Bir kâfir görünce, olur ki dünyadan iman ile gider. Benim imanla gidip gitmeyeceğim ise belli değildir. Şu halde, benden daha faziletli olabilir diye düşünülmelidir!

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TAHAKKÜM (Zulüm ve İşkence)

“Allah’ın koyduğu sınırları aşanlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara; 229)

Tahakküm; hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak söz ve fiilde aşırı gitmek demektir. Kur’an-ı Kerim’de üzerinde en çok durulan kavramlardan biri şüphesiz zulümdür. Âlimler zulmü üç kısım halinde incelemişlerdir:

1- İnsanın Allah’a karşı işlediği zulüm, şirk ve küfürdür: “İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.” (En’âm, 82) ayeti inince, bu ayetin ifade ettiği, imana zulüm karıştırma meselesi ashabın nefsine ağır geldi ve “Hangimiz nefislerine zulmetmez?” dediler: Bunun üzerine Yüce Allah (cc): “Şüphesiz ki şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman,13) ayetini indirdi.

Yüce Allah(cc)’ın varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, iman esaslarından herhangi birini inkâr etmek de zulüm ve küfürdür. “İçlerinden her kim, “Allah’tan başka ben de şüphesiz bir ilahım” derse böylesini cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.” (Enbiyâ, 29) Bu ayette, Yüce Allah (cc)’ın ilâhlığını inkâr ederek, ilâhlık iddiasında bulunanların durumu dile getirilmiştir.

İsrâiloğullarının, Musa (as)’ın sözünü dinlemeyerek buzağıya tapmalarının zulüm olduğu hususunda da, Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Musa ile kırk gece için sözleşmiştik, sonra siz O’nun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz.  (Kendinize böylece) zulmediyordunuz.” (Bakara/51)

Kur’ân’da,  Allah (cc)’ın ayetlerini inkâr etmek ve Allah (cc)’ın daha önce indirdiği vahiyleri değiştirmek de zulüm olarak haber verilmiştir:“ Ayetlerimizi yalanlayanlar ve kendilerine de zulmeden topluluğun durumu ne kötüdür!” (A’raf/177)

“Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), zalimler topluluğuyla oturma!” (En’âm, 68)

Peygamberliğe ve peygamberlere inanmamak da zulümdür: “Şüphesiz ki onlara kendilerinden bir elçi geldi. Onu yalanladılar. Bunun üzerine onlar zulümlerine devam ederken, azab onları yakalayıverdi.” (Nahl,113) “Nuh kavmini de peygamberleri yalanladıkları vakit onları da boğduk ve onları insanlara bir ibret yaptık. Zalimlere acı bir azab hazırladık.” (Furkan, 37)

2- İnsanlar arasındaki zulüm: Bu da insanların kendi hemcinslerine karşı işledikleri suçlar, günahlar ve haksızlıklardır. Bilindiği gibi zulüm kavramı, Kur’an’da çok geniş bir kullanım alanına sahiptir. İnsanla insan arasındaki zulüm de, bu geniş alanda büyük bir yere sahip bulunmaktadır. Zaten zulüm denince ilk olarak akla insanların birbirlerine karşı olan hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışları zulüm olarak tanıtılmış, bunların işlenmemesi istenmiş ve işleyenler tenkit edilmiştir. Bu çirkin hareketlerden bazıları şöyledir:

-Adam öldürmek: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.  (Kurban kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden); “And olsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de, Allah ancak sakınanlardan kabul eder. Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile), ben sana öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın. Zalimlerin cezası işte budur.” dedi (Mâide, 27/29)

-Hırsızlılık yapmak: “Onun (hırsızlık yapmanın) cezası, kayıp eşya, yükünde bulunan kimseye verilir. İşte ona el koymak, onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız, dediler.” (Yûsuf, 75)

-Zina yapmak: “Yûsuf’un, evinde kaldığı kadın, O’nun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kilitleyip; “Haydi gelsene!” dedi. (Yusuf); Allah’a sığınırım! Efendim Bana güzel baktı (Ben nasıl onun iyiliğine karşı hıyanet ederim ) Zalimler iflâh olmazlar, dedi.” (Yusuf, 23)

-Suçlu insanları bırakıp suçsuzları cezalandırmak:   Dediler ki: “Ey vezir, onun büyük bir ihtiyar babası var! (Onun alıkonduğuna çok üzülür)  Onun yerine (bizden) birimizi al! Zira biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.” (vezir): “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah’a sığınırız. Yoksa biz zulmedenlerden oluruz, dedi” (Yusuf, 12/78, 79)

-Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmemek: “Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zalimler onlardır.” (Mâide, 45)  Resulullah (sav) Efendimiz, insanın insana zulmetmesini yasaklamış ve İslâm dininde zulmün yerinin olmadığını belirtmiştir. “Mazlumun duasından sakınınız! Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Cihâd, 180) diyerek, zulmün ne kadar kötü ve zararlı bir şey olduğuna işaret eden Resulullah (sav) Efendimiz, veda hutbesinde sık sık zulümden sakınmayı emretmiştir.

3- İnsanın kendi kendine zulmetmesi: “Biz hiç bir peygamberi, Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah’tan günahlarını bağışlamasını isteseler ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisâ, 64)

Sonuç olarak zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve sapmalara sebep olmaktadır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, yaratılış düzenini bozmamakta, nasıl yaratılmışlarsa öyle hareket etmektedirler. Allah (cc)’ın emir ve yasaklarını dinlemeyen, zulüm yollarına düşen insanlar ise insanın yaratılış gayesinin dışına çıkmaktadırlar. Bu halleriyle de, varlıklar arasında en büyük zalimlerden olma durumuna düşmektedirler. Onun için Allah (cc) ve Resulü genel olarak zulmü yasaklamışlardır. Bir de, bütün peygamberler insanları Allah (cc)’a inanmaya ve O’nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeye çağırmışlardır. Bu davete kulak vererek imana gelen ve ibadete sarılanlar huzur, saadet, mutluluk ve başarı elde etmişlerdir. Bu davete kulak vermeyerek peygamberlerin yoluna muhalefet edenler ise, zalimlerden olmuşlar ve başlarına büyük musibetler gelmiştir. Onun için bize düşen görev, Rabbimize lâyık kul Efendimiz (sav)’e lâyık ümmet olmaktır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : AŞIRI İHTİRAS

İhtiras, sözlük anlamı itibariyle, şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması demektir. Hırs da; bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek anlamındadır.

İnsanın bedeni, birbirine zıt olan dört türlü maddeden yaratılmıştır. Her çeşit madde, başka şeyler istemekte ve başka şeylerden kaçmaktadır. İnsanın şehvânî istekleri bedenden doğmaktadır. Gazap etmesi, istememesi de bedenden ileri gelmektedir. Hayvanlarda da şehvet, gazap, hırs, hased vardır. İnsanın hayvana benzeyen tarafı, hayvânî ruhtan ileri gelen şehvet, gazap ve hırs gibi kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, hayvanlarda, insandan daha kuvvetlidir. Şehvet, insanın kendine tatlı gelen şeyleri isteme kuvvetidir. Bunun orta miktarına iffet, namus denir. İnsan, tabiatının muhtaç olduğu şeyleri, İslamiyet’e ve insanlığa uygun olandan yani lüzumundan fazla isterse, yaparsa buna, hırs ve fücur denir. O zaman insan, helal-haram demeden, her istediğini elde etmeye çalışır. Başkalarının zararına da olsa, beğendiği şeyleri toplar. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (sav); “Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından daha çoktur.” buyurmuşlardır.

İmam Gazali Hazretleri de; “Hırslı insan, helal haram demeden her istediğine kavuşmak, başkalarının zararına da olsa beğendiği şeyleri toplamak, ister. Hırs veya tamah, kalp hastalıklarındandır. Hırs ve tamahkârlığın en kötüsü insanlardan bir şeyler beklemektir.” buyurmuştur.

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Sizin hesabınıza en çok şu iki şeyden korkuyorum: Aşırı emeller beslemek ve nefsinizin azgın ihtiraslarına kapılmak. Çünkü aşırı emeller beslemek. Ahireti unutturur, nefsin doyumsuz ihtiraslarına kapılmak ise insanları haktan saptırır.”

Peygamber’imiz (sav) buyuruyor ki:

“Şu üç şeyin üç şeye yol açacağına kefilim:

1 — Bütün benliği ile dünyaya sarılan,

2 — Dünya’ya hırslanan,

3 — Dünya için cimrilik eden kimse;

1 — Ötesinde zenginlik olmayan bir fakirlikle,

2 — Bitip tükenmez meşguliyetle

3 — Beraberinde hiç zenginlik olmayan hüzünle, karsılaşırlar.”

Sahabelerden Ebû Sait el-Hudrî (ra) Hazretleri buyurur ki; “Bir gün, Usame bin Zeyd; Zeyd. Ibni Sabit’ten bedelini bir ay sonra ödemek üzere yüz altına câriye satın almıştı. Bunun üzerine Peygamber’imiz (sav) şöyle derken işittim.

“Üsame’nin bir ay vadeli alışverişe girişmesi size acayip gelmiyor mu? Hiç şüphesiz, Üsame kendini uzak vadeli emellere kaptırmıştır. Varlığımı kudret elinde tutan Allah (cc)’a yemin ederim ki ben her gözlerimin açıldığında göz kapaklarım bir daha kapanmadan Allah (cc)’ın canımı alacağını düşünürüm. Gözlerimi bir yere her çevirişte bakışlarımı indirmeye fırsat bulamadan öleceğim sanırım. Ağzıma her lokma alışta onu yutamayacağımı ve öldükten sonra gırtlağımda kalacağını aklıma getiririm.”

Sonra şöyle buyurdu;

“Ey insanlar! Eğer aklınız başınızda ise kendinizi ölüler arasında sayınız. Çünkü nefsimi kudret elinde tutan Allah (cc)’a yemin ederim ki size bildirilen akıbet, göz açıp kapayasıya kadar başınıza gelecek ve bunun önlemeye gücünüz yetmeyecektir.”

Hz. Âdem Aleyhisselam oğlu Şit Aleyhisselama şu beş nasihatte bulundu ve bu nasihatleri ilerde kendi oğullarına, vasiyet etmesini istedi. Nasihatler şunlardır:

1 — Oğullarına, dünyaya güvenmemelerini söyle, çünkü ben bakî olduğunu göz önüne alarak Cennet’e güvendim, fakat Allah (cc) beni oradan çıkardı.

2 — Oğullarına, kadınların arzusuna uyarak bir işe girişmemelerini söyle. Çünkü ben eşimin arzusuna uyarak yasaklanmış ağacın meyvesinden yediğim için sonra pişman oldum.

3 — Oğullarına, girişecekleri her işin sonunu baştan düşünmelerini söyle, eğer ben giriştiğim davranışın sonunu düşünseydim, başıma bildiğiniz haller gelmezdi.

4 — Herhangi bir işe girişirken içinize şüphe düşerse, ondan uzak durun, çünkü ben yasak ağacın meyvesini yerken içime şüphe düştü, buna rağmen vazgeçmediğim için sonra pişmanlığa düştüm.

5 — Girişeceğiniz islerde bilenlere danışın, eğer ben yasak ağaca yanaşmadan önce meleklere danışsaydım, başıma bu haller gelmezdi.»

Mücahid (Rahmetullahi Aleyh) buyurur: «Abdullah İbni Ömer {Hz. Ömer’in oğlu) bir gün Bana şöyle nasihat etti:

“Sabahladığın zaman içinden, “Aksam ne yapacağım” diye düşünme. Akşamı bulunca da «Yarın ne olacak» diye şüphelenme: Yaşarken ölümün için; sıhhatli iken hasta olacağın günlerin için tedbirini al. Çünkü yarın adının ne olacağını bilemezsin.”

Bir rivayete göre, bir gün Hz. İsâ Aleyhisselam bir yerde oturuyordu. Bir ihtiyar elindeki kazma ile yeri kazıyordu. Hazreti İsâ; “Allah (cc)’ım! Bu ihtiyarın içinden uzak vadeli emelleri çıkar.” diye dua etti, tam o sırada kazmayı bırakarak yere uzandı ve bir müddet durdu. Bu sefer Hazreti İsa; “Allah (cc)’ım, bu ihtiyara uzak vadeli emellerini geri ver.”, diye dua etti. Tam o sırada adamın uzandığı yerden doğrularak yine tarla çapalamaya koyulduğunu gördü. Bunun üzerine Hz. İsa (as) adamın yanına giderek, işe ara vermesinin ve yeniden işe koyulmasının sebebini sordu, adam şu cevabı verdi:

“Moladan evvel kazma sallarken bir ara «Artık iyice yaşın ilerledi, daha ne zamana kadar çalışacaksın» diye düşünerek kazmayı yere bıraktım, yere uzandım. Fakat biraz dinlenince; «kalan günlerimde geçimimi sağlamam gerekir» diye düşünerek yeniden kazmayı ele aldım.”

Dolayısıyla aşırı ihtiras, arkası bitip tükenmeyen emeller bizi Hakk’tan alıkoyar. Onun için  Mü’min itidalli olmalıdır. Böylece hem dünyası hem de ahireti selamette olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞIMARIKLIK

Cahiliye toplumunda insanlar, kurallarını kimin koyduğu belli olmayan, fakat herkesin sorgulamasız kabul ettiği bir yaşam şekline tabidir. Bu yaşam şekli, insanların her duruma göre farklı bazı suni roller ve savunma mekanizmaları geliştirmesini gerektirir. Kimi zaman kibir, kimi zaman eziklik, kimi zaman da şımarıklık olarak karşımıza çıkan bu kötü ahlak özellikleri, cahiliye toplumu tarafından zaman içerisinde normal karşılanmaya başlanan karakter bozukluklarıdır.

İnsan şımarık olarak doğmaz. Bu belli bir eğitim ve toplumun teşvikinin sonucudur. Bu teşvik sonucunda insanların büyük bir bölümü bu karakteri bilinçli olarak seçerler. Şımarıklık, kişinin ilgi ve beğeni kazanmak amacıyla yaşadığı abartılı bir ruh halidir ve pek çok tavır bozukluğuyla kendini gösterir. Bu karakter bozukluğunun nedenlerinden biri doğal haliyle ilgi, sevgi ve beğeni kazanamayacağını düşünen kişilerin, suni davranışlarla insanlar üzerinde olumlu bir etki bırakacaklarını düşünmeleridir.

Şımarıklığın bir diğer nedeni de kişinin kompleksleridir. Bunların getirdiği eziklik ve aşağılık duygusu, şımarıklığı bir davranış biçimi olarak seçmesine sebep olur. Oysa hiçbir kusur ve eksiklik insanın kendini diğer insanlardan aşağı görmesini gerektirmez. Çünkü her insanın birçok eksikliği, hatası ve kusuru vardır. Bunlar, Allah’ın insanlarda Cennet özlemi uyandırması ve dünyanın geçici bir imtihan yeri olduğunun kavranması için yarattığı eksikliklerdir. Bunlara hayır gözüyle bakıldığında, insanın dua edip Allah’a daha çok yakınlaşmasına, ahiret hayatı için daha çok gayret etmesine ve güzel ahlakı yaşamak için çaba göstermesine vesile olur.

Şımarıklığın bir diğer sebebi de kişinin bazı özelliklerinin diğer kişilerden üstün olduğunu düşünmesi ve bundan cesaret alarak şımarık tavırlar içine girmesidir. Daha güzel, daha zeki, daha girişken ya da daha konuşkan olmaları nedeniyle şımarıklığı kendilerine hak görürler. Oysa insan bilmelidir ki sahip oldukları her türlü özelliği kendisine bir lütuf, aynı zamanda da bir deneme olarak veren Allah (cc)’tır. İnsanın yapması gerek tek şey güzel özelliklerinden dolayı Rabbine şükretmesi, tevazu ile ahlâkını daha da güzelleştirmek için gayret etmesidir. Allah (cc)’ın kendisine verdiği nimetlerle şımarıp, kötü bir ahlâki tavır göstermenin kişiyi ahirette çok mahçup edeceği açıktır.

Şımarık bir karaktere sahip olan insan, günlük hayatında pek çok normal olmayan tavır gösterebilir. Kendi fikrini kabul ettirmek için iddialaşır, inatçılık gösterir, ukalalık yapar, yerine göre çok aksi ve başına buyruk olabilir. İnsanlarla ilişkilerinde alaycı, karşısındakini aşağılayan ve küçümseyen bir üslup kullanır. Her ne kadar böyle bir ruh halindeki kişi kendisini karşısındakinden üstün görse de, aslında çoğu zaman toplum içinde küçük düşer ve kendi farkında olmasa dahi insanlar tarafından yadırganır. Kur’an ahlâkını bilen insanlar ise bu ruh halini hemen teşhis ederler. Çünkü şımarıklık Allah (cc)’ın hoşnut olmadığı bir ahlâktır. Ayetlerde bu karakterin özelliklerine karşı Müslümanlar şu şekilde uyarılmışlardır:

“Ey iman edenler, bir kavim bir kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi olmadık kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zalim olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi, 11)

Allah (cc)’ın üzerimizdeki nimetlerini gereği gibi takdir edebilen bir kişi kendisinin yoktan yaratıldığını, olaylar üzerinde hiçbir tasarrufu olmayan bir kader seyircisi olduğunu, zenginliğin ve malın tümünün Allah (cc)’ın olduğunu çok iyi bilir. Dolayısıyla kendisine verilen herhangi bir nimetten dolayı şımarmanın ne kadar büyük bir akılsızlık olacağını anlar. İnsanın güzelliği, zekası, kültürü, sosyal statüsü, başarısı, gücü, sahip olduğu imkânlar veya zenginliği Allah (cc) tarafından kendisine verilmiş birer nimettir ve bu nimetlerle insan denenmektedir. Ancak insanlar tüm bu özelliklerin kendilerine ait olduğunu düşünür ve şımarıklık gibi kötü ahlak özellikleri göstermeyi kendilerine hak görürler. Kur’an’da kendilerine verilen nimetlerden dolayı şımaran kişilerin durumu pek çok ayette bildirilmiştir.

“Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.” (Enam Suresi, 44)

Ayette de bildirildiği gibi bu çirkin ahlâktan muhakkak sakınmak bir mümin için son derece önemlidir. Oysa Müslüman her tavrı ile Allah (cc)’ı hatırlatan, güzel ahlâkı ile insanlara örnek olan, itidalli, şükür sahibi bir insandır. Şımarıklığa vesile olan dünya hayatına ait tüm özelliklerin ölümle birlikte yok olacağını bilir. Kimilerine göre hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dünya hayatı, gerçekte “bir günün birkaç saati” ya da “bir kuşluk vakti” kadar çabuk geçer. İnsanın tüm hayatı boyunca yaşadığı her olaydan daha gerçek olan Kıyamet Günü’nde, görüş gücü keskinleşir. İnsanların üzerindeki gaflet perdesi kalkar. Hırsını yaptığı, tutkuyla bağlandığı, sahip olduğu için kibirlendiği şeylerin o gün hiçbir değerinin olmadığını görür. Kıyamet Günü’nde, sadece dünya hayatı için çalışıp çaba gösterenler, ya da dünya hayatında sahip olduklarıyla övünenler, yeryüzündeki her şeyle beraber bunların da “bir göz çarpması” gibi kısa bir sürede yerle bir olduğunu görürler.

Eğer insan dünya hayatına aldanıp kanacak olursa, ahirette büyük bir hayal kırıklığı ve utanç ile karşı karşıya kalır. Şımarıklık yapılan konular ortadan kalkmış, şımarıklıklarına şahit olup, teşvik eden insanlar ise onlardan uzaklaşmışlardır. O gün herkes yapayalnız bir şekilde Rabbinin karşısına çıkar. Dünyada kendilerine verilen nimetleri Allah (cc) rızası için kullanmamışlar, bunları sahiplenerek, bir övünç konusu yapmışlardır. Kıyamet Günü ise bu nimetlerden sorguya çekilecekler, yaptıklarından dolayı şiddetli bir pişmanlık duyacaklardır. Takva sahiplerine ise Allah (cc) Cennet’i vaat etmiştir. Sabretmelerine, ahiret yurdunu umut edip istemelerine, büyüklenmekten, bozgunculuk yapmaktan sakınmalarına karşılık güzel bir sonuçla sonuçlandırılmıştır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : MÜNAKAŞA

“Andolsun biz bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Ama insan, tartışmaya her şey­den daha çok düşkündür.” (Kehf: 54)

Bir konu hakkında, hep kendini haklı göstermek için karşısında konuşan kimsenin kalbini kıracak şekilde sözü uzatmak ve gönül incitmek, kötü bir huydur. Böyle davranışlara münakaşa denir. Münakaşa etmenin, insanlarla çekişmenin birçok zararı vardır. Kimsenin sözünü kabul etmemek, hep, “Hayır! Öyle değildir.” demek, muhalefet etmeyi âdet haline getirmek çok çirkindir. Aslında kişinin kendini her konuda haklı görmesinin sebebi kibirdir. Kişinin fark etmediği bu durum onu münakaşaya götürür ve günaha sokar. Rasulullah (sav) Efendimiz münakaşayı men etmiştir. Enes bin Malik Hazretleri bildiriyor:

Biz bir gün dini bir konuda tartışırken, Rasulullah (sav) Efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki:

“Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez! Münakaşa edene şefaat etmem!” (Taberani)

Münakaşa etmenin zararları şunlardır:

1- Münakaşa etmek hasede yol açar: Haset ise, ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yer. Münakaşada, galip gelen de mağlup olan da zararlıdır. Mağlup olana, (Falanca senden daha ileri görüşlüdür) denince, galip gelene haset etmeye başlar. Münakaşada galip gelen kimse, kendini üstün görmeye başlar ki buda kibre kapı açar. Böyle bir hale düşmek çok kötü bir durumdur ki Rasulullah (sav) Efendimiz buna işaretle, “Allah-ü Teâlâ, kibredeni alçaltır, tevazu edeni yükseltir.” buyurmuştur. (Taberani)

2- Münakaşa etmek hakkı küçük gösterir: Münakaşacı, kendini üstün görme hastalığından kurtulamaz. Her zaman kendisinin hâkim olmasını ister. (Niye hep kendin konuşuyorsun) diyenlere, (Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz) der. Hasmının bildirdiklerine önem vermez, onun delillerini küçük görür. Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş, bunun kibre ait olan bir haslet olduğunu ifade ederek; “Hakkı küçük görmek kibirdendir.” (İmam Gazali Hazretleri) buyurmuştur.

3- Münakaşa etmek kin tutmaya yol açar: Fikrinin kabul edilmediğini gören münakaşacı, karşısındakine kin besler, bazen ömür boyu onu affetmez. Kin felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz ümmetinde bulunmaması gereken hasletler içerisinde kin tutmayı da saymış ve; “Mü’min kinci olmaz.”, buyurmuştur.  (İmam Gazali Hazretleri)

4- Münakaşa etmek gıybete sebep olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimsenin sözlerini naklederek, “O şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim…” diye sürekli mevzu ederek kendini gıybetten kurtaramaz. Hâlbuki gıybet etmek, ölü eti yemek gibidir.

5- Münakaşa etmek övünmeye sebep olur: Münakaşacı, galip gelirse, kendini övmekten kurtaramaz. (Şu delilleri getirerek susturdum) diye kendini över. Hâlbuki (Çirkin olan, kişinin kendini övmesidir) Rabbimiz Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri, “Allah-u Teâlâ, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Lokman18) buyurarak böyle kimseleri sevmediğini Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan etmektedir.

Övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşliğin tesisi mümkün olur mu? Bunun olmayacağını dile getiren Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz; “Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.” (Müslim) buyurmuştur.

6- Münakaşa eden kişi kusur araştırıcı olur: Münakaşacı, münakaşa ettiği kimseyi yenmek için onun gizli kusurlarını araştırmaktan kendini alamaz. Hâlbuki başkalarının kusurlarını araştırmak günahtır. Münakaşacı, karşısındakinin bedenî kusurlarını îmâ ile de olsa söyler. Mesela; karşısındaki gözlüklü ise, (Bu gerçekler gözlükle görülmez) diyerek onun gözündeki, bedeni kusurunu ilmi noksanlığı için bir özür sayar.

7- Münakaşa etmek zarara sevindirir: Münakaşacı, karşısındakinin kötü duruma düşmesine sevinir. Hâlbuki Rasulullah (sav) Efendimiz bunu men etmiş ve: “Kendisi için sevdiğini, din kardeşi için sevmeyen kâmil mümin olamaz.” (Buhari) buyurmuştur.

8- Münakaşa etmek riyaya yol açar: Münakaşacı, zahiren karşısındakine sevgi gösterir ise de, bunun yalan olduğunu bilir. Bu ise münafıklık alametidir. Münakaşacı halkın gözüne girmeye çalışır. Bu ise riyadır. Bundan şiddetle uzak durulmalıdır zira Rasulullah (sav) Efendimiz, “Riya küçük şirktir” buyurmuştur. (Taberani)

9- Münakaşa etmek hakkı inkâra yol açar: Münakaşacı hakkın hasmının ağzından çıkmasına nefret eder. Bu ise felakettir. Rasulullah (sav) Efendimiz bu hususta, “Allah-u Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” buyurmuştur. (Buhari)

10- Münakaşa etmek inada sebep olur: İnat etmek de nefrete, düşmanlığa yol açar.  Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Din kardeşine itiraz etme, boş konuşma, (üzücü) şaka yapma ve verdiğin sözden cayma!” (Tirmizi)

Bir insanın hiç günahı olmasa, insanları doğru yola davet ediyorum diye tartışmaya girse, bu hareketi günah olarak ona yeter. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın ayetleri hakkında tartışanların nasıl (Hak’tan) çevrildiklerini görmedin mi?(Mü’min: 69)

Münakaşa, dostların dostluğunu azaltır, düşmanların düşmanlığını arttırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir. Dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Müslüman güzel ahlâklı olur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TEMBELLİK

Tembellik; tembelce davranma, çalışmayı sevmeme, çaba göstermekten, sıkıntıya katlanmaktan kaçma ve vücuttaki herhangi bir organın tıbbî fonksiyonunu yerine getirmede yavaşlık göstermesi gibi durumlar için kullanılır. Tembellik, bir isteksizliğin ve hareketsizliğin belirtisi olarak karşımıza çıkar. Bu, ölçüsüzlük ve itaatsizlik olarak da açıklanabilir. Çünkü bu tür insanların tutum ve davranışları belirli standartlara ve ölçülere uymamaktadır. Tembellik sadece kişinin hataları ile değil; başta aile ve okuldaki eğitim, terbiye ve ilişkilerin sonucunda ortaya çıkabilmektedir. Resulullah (sav) Efendimiz birçok hadisi şerifte tembellikten Allah’a sığınmış ve böyle yapmalarını ashabına tavsiye etmiştir. Bu hadislerden birinde şöyle anlatılır. “Hz. Peygamber (sav) bir gün mescide girdi. Orada ensârdan Ebû Ümâme (ra) ile karşılaştı. Ona: “Ey Ebû Ümâme! Niçin seni namaz vakti dışında mescitte oturmuş görüyorum?” diye sordu. “Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle Ey Allah’ın Resulü” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): “Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir ve borcunu öder…” buyurdu. Ebû Ümâme: “Evet, Ey Allah’ın Resulü, öğret!” dedi. “Öyleyse, akşama çıktın mı sabaha erdin mi şu duayı oku: “Allah’ım! Üzüntüden ve kederden Sana sığınırım. Acizlikten ve tembellikten Sana sığınırım. Korkaklıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından Sana sığınırım.” (Ebû Dâvud)
Bir işe başlamanın tek yolu, o işe hemen şimdi başlamaktır. Olaylara hemen şimdi başlayalım niyetiyle yaklaşılırsa, o işin yapılabilmesi insan için daha kolay bir hâl almaktadır. Ancak, “başka bir gün”, “bir ara”, “sonra” niyetiyle işlere bakılacak olursa, çoğunlukla o iş sonuçsuz kalmakta hatta o işe hiç başlanılmamaktadır.
Bu dünya hayatında bize ayrılan zaman oldukça sınırlı olduğu hâlde çoğumuz işlerimizi sonsuza değin zamanımız varmışçasına erteleriz. Şimdi yapılması gereken işlerin, belirsiz günlere ertelenmesi, felaket olarak nitelenebilir. Gerçekten bu, yaşamın aksamasına ve düzenin bozulmasına hatta sosyal bir karmaşaya yol açabilecek bir sorundur. Bir doktorun, ameliyat masasında yatan hastaya karşı üşengeç bir tutum geliştirdiğini, bir itfaiyenin tembellik gösterdiğini ve yangın mahalline saatler sonra vardığını, hiç kimsenin işleri olması gerektiği zamanda ve biçimde yapmadığını bir düşünün… Hele söz konusu iş, “ibadet” hayatı, Allah’a karşı görevler, kulluk olunca durum daha vahim bir hâl alıyor. İbadetleri yerine getirmede tembellik etmenin, normal yaşamda gösterilen tembellikten daha büyük bir ayıp ve kusur, manevî bir hastalık olduğu açıktır. Zira burada âlemlerin yaratıcısına karşı görevlerde bir üşengeçlik; insanın ebedi âhiret hayatına yönelik bir tehdit söz konusudur.
İnsanın ibadetlerini yerine getirmedeki tembellik ve kusurunu umursamaması daha kötüdür. Bunun yanında kişinin, tembelliğinin farkında olmaması, ondan çok daha ileri bir ayıptır. Ayrıca ibadetlerini yerine getirmede tembellik etmesine rağmen Allah’a karşı görevlerini en güzel biçimde yerine getirdiğini düşünmek, bir Müslüman’ın yapabileceği en büyük ayıplardan biridir.
İnsanın ibadet hayatındaki tembellik en başından itibaren bulunabileceği gibi sonradan da ortaya çıkabilir. Canlı, neşeli ibadet günlerinin ardından insanın aynı ibadetleri isteksizce yapması, daha önce büyük bir heyecan ve istekle yaptığı ibadetlerde daha sonra gevşeklik göstermesi bu türden bir tembelliktir. Peki, insan ibadetlerinde niçin tembellik eder? Neden onları üşene üşene yerine getirir?
İnsanın Allah’a karşı kulluk görevlerinde tembellik yapmasına neden olan etkenlerin öne çıkan birkaçı şunlardır:
1-Tembellik; tokluğun, çok yemenin mirasıdır. İnsan çok yediğinde bedeni hantallaşmakta, üzerine bir ağırlık çökmekte ve duyular canlılığını kaybetmektedir. Ayrıca mide dolunca insanın nefsâni melekeleri kuvvetlenmekte ve kalbe egemen olmaktadır.
2- Bir diğer neden; insanın ibadetleri yaptığı ve bunda başarılı olduğu dönemlerde Rabbine az şükretmesidir. Hâlbuki nimetlerin şükrü azalınca, o nimeti elinde bulunduran kişi, onu hakkıyla değerlendirip, kıymetini bilemez ve ondan dolayı sorumluluklarını yerine getiremez. Derken bu durumun farkına da varamaz ve kötü fiillerini güzel görmeye başlar. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “O hâlde, işlediği kötü, çirkin fiillerin cazibesine kapılıp sonunda onları güzel gören biri, şeytanın adamlarından başkası olur mu?” (Fatır, 8)
3- Bir diğer neden de; insanın, dünyevîleşmesi, dünya hayatının zevk ve menfaatlerine kendini kaptırmasıdır. Dünyanın geçici haz ve faydalarının ardınca sürüklenmesidir. Hâlbuki insan, dünyevî zevk ve düşkünlüklerinden kopmadıkça, ahiret işlerine kendini verememektedir. İç dünyasını Allah’ın dışındaki her şeyden temizlemedikçe, Allah’a ihlâs ve samimiyetle yönelememektedir. Çünkü nefis, yapısı itibariyle asla Hakk’a ilgi duymaz ve Hakk’ı sevmez. Nefsin bu özelliğinden dolayı Yahya bin Muaz Hazretleri şöyle demiştir: “Kim nefsânî arzularını terk ederek Allah’a yaklaşmaya çabalarsa, Allah iyi ameller işlemesini sağlayarak o kişiyi kötülüklerden korur.”
4- Kişinin Allah’ın kendisine sunduğu nimetler hakkındaki bilgisinin sığ ve yüzeysel olması; bu nedenle Allah’ın ona olan büyük nimet ve lütuflarını azımsamasıdır. Uyanık, kalbi diri bir insanın bu tembelliğin farkına varması uzun sürmez. Kişi hemen önlem alarak, kendine musallat olan tembellikten kurtulma yolunda çaba gösterirse, bu hâl ondan gider. Aksi takdirde bu durum artarak ilerler ve en sonunda ibadetten tiksinme ve uzaklaşma sınırına varır. Eğer ibadetlerinde tembel insan hâlâ içinde bulunduğu durumun farkına varamazsa, bu kötü huy insandaki ilerlemesini sürdürür ve insanın yoldan çıkmasına neden olur. Yoldan çıkan insan bütün bu olumsuz durumuna rağmen kendini Allah’a karşı güvende hisseder. Bu güven duygusuyla, alenen günah işlemekten sakınmamaya başlar. İbadet hayatındaki tembelliğinin farkına varan insan, kendisinde ortaya çıkan tembelliğin nedenini araştırarak işe başlar. Bu nedeni bulduğunda onu ortadan kaldırmak suretiyle tembelliğinden de kurtulabilir.
Mutasavvıf âlimler tarafından tavsiye edilen tembellikten kurtulmanın yolları şunlardır:
1- İbadetleri yerine getirmede tembellikten kurtulmanın yollarından biri, az yiyip içmek, nefsi aç bırakmaktır. Nefis, aç kalınca zayıflamakta, zevk ve düşkünlüklerini terk etmektedir. Bunun ardından nefis uysallaşmakta, yola gelmektedir. Yahya bin Muâz şöyle demiştir: “Açlık öyle bir gıdadır ki Allah onunla hakikatten hiç sapmamış olanların (sıddîk) bedenlerini kuvvetlendirir.” Allah dostlarından biri kendini örnek vererek, açlığın ibadetle ilişkisini şöyle anlatır: “Canım, ibadetin en tatlı ve en zevklisini, karnım açlık ve susuzluktan sırtıma yapıştığı zaman bulur.” Elbette İslam, nefsimizi helak edercesine bütünüyle kendimizi yemekten içmekten alıkoymamızı yasaklamış; bize dengeli ve orta yollu olmamızı emretmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber’in (sav) tavsiyesi şöyledir: “İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kendisini ayakta tutacak birkaç lokmacık ona yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekiyorsa; o hâlde midesinin üçte birini yemek, üçte birini içmek, üçte birini de nefes almak için ayırmalıdır.” (Tirmizî, 2380; İbn Mâce, 3349)
2- Seherlerde uyumamak, sürekli olarak Allah’a sığınmak, O’nun zikrine ve kitabını okumaya devam etmek. Müslüman, tembellik göstermeksizin ibadetlerini yerine getirdiği önceki çalışkan haline tekrar dönebilmek için Allah’a sürekli dua etmek zorundadır. O zaman belki Allah, tekrar ona önceki canlı ibadet hayatını lütfeder; ibadet ve taat yolunu ona yeniden bahşeder. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde şöyle buyurur: “Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah’tan yardım dile…” (Müslim, Kader 34, (2664))
3- Kendini sürekli iç denetim ve özeleştiriye tabi tutarak, nefsin arzu ve isteklerine muhalefet etmek, onu tutku ve ihtiraslarından alıkoymak ve ona hoşlanmadığı davranış ve hareketleri yaptırmak.
4- İbadetleri toplu olarak, cemaatle yerine getirmeye gayret göstermek.
5- Yemesinde içmesinde ve bütün kazancında haramdan uzak durup, helalinden yiyip içmek.
6- Kalbi, saf tevhitten başka her şeyden temizlemek. Bu aynı zamanda insanın gerek ibadet esnasında gerekse tüm işlerinde tüm varlığıyla kendini Allah’a verebilmesinin de olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim Cüneydi Bağdâdî’ye: “Her şeyden soyutlanıp bütünüyle Allah’a yönelmek nasıl gerçekleşir?” diye sormuşlar. O bu soruya: “Günahta ısrar etmeyi gideren bir tövbe, tövbeyi ertelemeyi gideren bir korku, kişiyi iyi ameller işlemeye yönelten canlı bir umut, değişik zamanlarda Allah’ı anmak, arzularına ulaşmayı uzak, ölümü yakın görmek ve nefse muhalefet etmekle ” diye cevap vermiş. O’na: “Peki, kul bu duruma nasıl ulaşır?” diye tekrar sorulunca: “Ancak, içinde saf tevhitten başka hiçbir şeyin bulunmadığı bir kalp ile…” karşılığını vermiş.
Tembellik başarısızlığın başlangıcıdır. Onun için İslâm dini insanları tembellikten sakındırmıştır. Aynı zamanda bütün peygamberler insanları tembelliğe karşı uyarmışlardır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İFTİRA

İftira; olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmektir. Hayatta insanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır. Bu beklentilerine bazen erişemeyebilir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine razı olurken; bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye çalışırlar. Bu bakımdan iftira, bir kimseyi veya bir şeyi elde etmek veya o şeyi başkalarından kıskanıp, karşıdaki kimseye zarar verme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her halükârda, dünya için önemli olan bir nesneye karşı olan zaafın neticesinde iftira yapılır.

İftira son derece kötü ve tahrip edici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir durumdur. İftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. İnsanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. Bu İftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.

İftira, toplumda adaletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen sosyal ve ahlaki bir hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.

Bu tarz kişilerin perişan ettiği ailelerin, dağılmasına sebep olduğu yuvaların haddi hesabı yoktur. İncir çekirdeğini doldurmayacak bilgi kırıntıları bu tarz insanların dilinde dolana dolana büyür ve sonunda bir çığ gibi muhatabının başında patlayıverir. Böyle bir fitne neticesinde, sonu cinayet ya da intiharlarla biten faciaların bile görüldüğü vakidir. Entrikacı, hasetçi, halk tabiriyle “kurtlu” insanların işi gücü sinsi sinsi plan yapmak, insanları nasıl birbirine düşürebileceğini tasarlamaktır. Böyle kimselerin başka işi yoktur. Psikolojik bir boşluk ve hedefsizlik yaşamaktadır. İçinde tatmin edemediği duygular ve müthiş bir haset hâli vardır. Gıdaları, etraflarındaki olumsuzluklardır. Bu olumsuz havayı köpürtüp çoğaltmak, bire bin katmak en büyük maharetleridir. Her şeye olumsuz gözle bakmak, her şeyin bir kusurunu bulmak, her sözü kötüye çekmek, herkese karşı suizanda bulunmak ayırt edici özellikleridir. Allah’a iman etmiş veya bunun ötesine geçmiş bir insanın dedikodu veya daha beteri gıybet yapması mümkün değildir. Yapıyorsa, o kişinin “Allah” a imanında ve korkusunda zafiyet var demektir.

Özellikle ahlâklı erkek ve kadınlar hakkında namuslarıyla ilgili konularda iftirada bulunmak çok büyük bir günahtır. Peygamberimiz (sav); “Helâk edici yedi büyük günahtan sakının” buyurmuş, büyük günahlar arasında iffetli ve namuslu kadınlar hakkında iftirada bulunmayı da saymıştır. Bu konuda Yüce Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab/58)

Kişinin sorumluluğunu unutarak isteklerine ulaşmak amacıyla insanlara iftira etmesi çok kötü bir hastalıktır. İftiranın gayesi; insanları işinden ve şerefinden etmek, şerefli ve dürüst insanları yıpratmaktır. Bu bakımdan her söze her habere inanmamak, onu iyice araştırmak gerekir. Özellikle ırz ve namus konularında hemen görüş belirtmemek sonucu itibariyle son derece isabetli bir tutum olur. Nitekim Yüce Allah; “Ey iman edenler! Size fâsık birisi bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurat,49/6) buyurmaktadır.

Cenab-ı Hak, ağızdan çıkan her sözün yazıcı melekleri tarafından kaydedildiğini bildirmektedir:

“İnsan, (iyi veya kötü) her hangi bir söz söylemez ki yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve tespit eden) hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf/18)

Yüce Allah (cc)  Kur’ân’da, namuslu bir erkek ve kadına iftira eden kimsenin cezası bunu dört âdil şahit ile ispat edemeyen iftiracılara büyük azap edeceğini ve bunların tanıklıklarının ebedî olarak kabul edilmemesi gerektiğini bildirmektedir. Bu ceza, iftiranın ne kadar büyük günah olduğunu ifade etmektedir Cenab-ı Hak, iffetli insanlara iftira edenlerin dünya ve ahirette lanet ve büyük bir ceza olduğunu bildirmektedir:

“İffetli ve (haklarında uydurulan kötülüklerden) habersiz mü’min kadınlara zina isnat edenler, gerçekten dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde onlara çok büyük bir azap vardır.” (Nur/23-24) En çok düşmanı olan Allah-ü Teâlâ’dır. Bir gün Musa Aleyhisselam, insanların kendi hakkında ileri geri konuşmalarından bıkarak Allah-ü Teâlâ Hazretlerine ilticada bulunup, “Ya Rabbi! Ne olur bu insanlar Benim hakkımda konuşmasın.” diye niyaz etmiş. Allah-ü Teâlâ Hazretleri cevaben şöyle buyurmuş: “Ya Musa! Senin istediğin o şeyi Ben, kendim için bile yapmadım. Görmüyor musun, duymuyor musun, Benim hakkımda neler konuşuyorlar!”

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) Allah’ın Habibi idi, Âlemlere Rahmet idi. İnsanları cennete davet için, cehennemden sakındırmak için en büyük sıkıntıları çekti. O’na akla hayale gelmeyecek iftiraları yaptılar, hâşâ sihirbaz dediler, hâşâ mecnun dediler, hâşâ şair dediler, hâşâ hanımı Âişe Validemize iftira ettiler, çok eziyet ettiler, yollarına dikenler döşediler. Allah’ın Habibi ile savaştılar. Hâlbuki O rahmet-i İlahi idi, insanlar yanmasın diye adeta çırpınıyordu. “Bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı.” buyuruyordu.

İşte ümmetine karşı böyle şevkatli ve merhametli olan Rasulullah (sav) Efendimiz; iftirayı ve iftiracılığı kesinlikle men etmiş, Allah’ın gazabına sebep olan bu hasletten kesinlikle uzak durulması gerektiğini bildirmiştir. Bunun için daima ikazlarda bulunmuş; “Bir kimse, bir mü’min hakkında olmayan bir şey söylerse, iftiraya uğrayan kimse, onu affedinceye kadar, Allah-ü Teâlâ onu cehennemde bırakır.” (Ebu Davud) buyurarak, iftiracıların maruz kalacağı akıbeti haber vermiştir. “Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allah’ın ayetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir.” (Nahl 105) buyuran Mevlayı Zülcelâl Hazretleri de iftiracı ve yalancıların katındaki değerini haber vermiştir.

Rasulullah Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin vârislerinin istisnasız hepsi aynı eziyet ve sıkıntılarla karşılaşmışlar, çeşitli iftiralara maruz kalmışlardır. İmam Gazali Hazretleri de iftiralara maruz kalan mübarek zâtlardandır. Felsefeciler ve bid’at ehli olanlar hâlâ bu büyük imama iftiralarına devam etmektedirler.

Kim Muhammed-ül Mustafa (sav) Efendimize çok benzerse, yakınlığı nispetinde bu sıkıntılar ve iftiralar başına gelir. Bunlar, bu yolun şanındandır. Eden kendine eder. Allah-ü Teâlâ kimi azabına düçar olacaksa Allah’ın dostlarına dil uzatır. Yaradılışında said olanlar kesinlikle evliyaullaha dil uzatmazlar. Başka günahları olabilir ama Allah dostlarına dil uzatmazlar.

İmam Rabbani Hazretleri buyuruyor ki: Şeyhül İslam Abdüllah Ensâri Hirevi Hazretleri, “Ya Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki onları tanıyan Sana kavuşuyor ve Sana kavuşmayan, onları tanımıyor.” buyuruyor. Bu büyüklere düşmanlık etmek, sonsuz ölüme sürükleyen bir zehirdir. Onları incitmek, sonsuz felaketlere sebep olur. Allah-ü Teâlâ Hazretleri bu belaya düşmekten korusun! Şeyhül İslam yine buyurdu ki, “Ya Rabbi, her kimi felakete düşürmek istersen, onu Bizim üzerimize atarsın.”

Mü’min, başkasının kusurlarını saymak veya söylemek yerine kendi kusurlarını gözünün önüne getirmelidir. Başkalarının yanlışlarını ve kusurlarını söylemek ve anlatmak mü’minin görevi değildir Bu günahlar, kalbimizi, aklımızı ve vicdanımızı kirletir, bizi zalimlerden yapar Dolayısıyla iftiracı kimseler insanlara zulmeden kişilerdir. Böyle insanların huzur bulmaları mümkün değildir ki Üstadımız Cennet Mekân Abdullah Gürbüz (ks) Aziz Hazretleri bunu şöyle ifade buyurur;

“Zulmeden insan hem dünyada hem de ahirette pişman olur!”

Nuri KÖROĞLU