Mesneviden : CAN ÇOCUĞUNU ŞEYTAN SÜTÜNDEN KES

Allah, eşsiz ve örneksiz yaratıcıdır. O’nun hocası, üstadı yoktur. Herkes O’na muhtaçtır. O’na dayanır; O kimseye muhtaç değildir, kimseye dayanmaz. Ondan başka herkesin hem sanatta, hem sözde bir üstada ihtiyaçları vardır. Bir örnek görmek isterler. Eğer bu söylediklerimin yabancısı değil isen, bu manevi duyguların daha iyi anlaşılmasını istiyorsan uğraşman, fazla ibadet etmen gerekir. Bu sebeple bir hırkaya bürünüp, bir viraneye çekil ve gözyaşı dök. Çünkü Hz. Âdem, Allah’ın azarından gözyaşı ile kurtuldu. Tövbe edenin gözyaşları, O’nun nefesi, sözü, yalvarışlarıdır. Âdem (as) yeryüzüne ağlamak, feryat etmek, inlemek, mahzun olmak için geldi. O Cennet’ten yedi kat göklerin üstünden indi de özür dilemek için geldi, kapının arkasındaki pabuçlukta niyaza durdu. Eğer sen de Âdemoğlu isen, O’nun soyundan geldinse, O’nun gibi özür dile, O’nun yolunda ol. Gönül ateşini, gözyaşlarını kendine manevi gıda yap. Çünkü bostanları güneşle yağmur şenlendirir.

Ey gâfil gözyaşı dökmenin zevkini ne bilirsin? Çünkü sen görmemişler gibi ekmek âşıkısın. Sen şu ten dağarcığını ekmekten boşaltırsan, onu değerli incilerle doldurmuş olursun. Önce can çocuğunu, şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere arkadaş et.

Sen karanlık duygular içinde bulundukça, hayattan usanmış, bıkmış, melûl ve bulanık hâlde oldukça bil ki lânetlenmiş şeytanın kardeşisin. İnsanın nurunu kemâlini artıran lokma, helâl kazanç ile elde edilen lokmadır. Haram lokma ise, kandilimize konunca, kandili söndüren yağa benzer. Sen ona yağ değil su adını koy, çünkü ışığımızı söndürüyor.

Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da merhamet de helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü? Hiç atın eşek yavrusu doğurduğu görülmüş müdür? Lokma tohumdur. Düşünceler onun mahsulüdür. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir. Ağza alınan helâl lokmadan, Allah’a hizmet ve öteki âleme gitme arzusu doğar.

Nuri KÖROĞLU

Muhyiddin Arabi (ks) Hz. den Nasihatler – 3

GÜZEL AHLÂK SAHİBİ OLMAK

Kardeşim! Güzel ahlâk sahibi olmanı tavsiye ederim. Huyun güzel olsun. Çirkin şeylerden uzak dur. Çünkü Efendimiz (s.a.v): “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l Hulk,8) buyuruyor.

Yine O Şâh-ı Resul, ahlâkı güzel oan kimse için cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine kefil olmuştur. (Ebu Davud) Güzel ahlâk demek, halk ile muamele ve muaşerette ilişki kurduğun kimselerle onların da razı olacağı bir davranış içinde olmandır. Fakat şu bir gerçektir ki, insanların muhtelif gayeleri olduğundan herkesi memnun etmek zor, hatta imkânsız gibidir. Meselâ birinin razı etsen ona düşman olan öbürünü kızdırmış olursun. Durum böyle olunca yapılacak iş, insanlarla olan muamelede insanların rızasını değil, Hakkın rızasını hedeflemektir. Zira hakkı ve rızâsı en çok gözetilmesi gereken O’dur.Hak Teâlâ Hazretleri kendi zât-ı uluhiyetini tekrimen ve tenezzülen beraberlikte kulları arsında sayıyor. Nitekim bu beraberlik, Efendimiz (s.a.v)’in duasında şöyle ifade ediliyor:

Ya Rabbi! Seferde benim yoldaşım sahibim sensin. Aile efradımı da görüp gözeten vekilim ve Mevlâm sensin.” (Müslim)

Ayet-i Kerime’de de : “Nerede olursanız olun O (Allah) sizinle beraberdir. (Hadid,4)

Bir diğer âyeti kerimede: “Hani onlar (Sevr adı verilen) mağarada bulunurlarken, (Ebu Bekir Sıddık’ın endişelenmesi üzerine) Resulallah o zaman arkadaşına: Mahzun olma Allah bizimle beraberdir” diyordu” (Tevbe,40) Bir başka yerde de Musa ve Harun aleyhisselam’a hitaben şöyle buyruluyor: “Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.” (Taha;46)

Bu açıklamalar muhavecesinde tavsiye olarak deriz ki; Özellikle Hak Teâlâ’nın beraberliğinin şuurunda olarak güzel ahlâktan ayrılma.Yüce Allah’ı razı edecek her türlü edeple edeplenmeye bak. O’nu hoşnut etmeyen huylardan da vazgeç. Yani Hakk’a ve halka karşı muamele ve davranışlarında ahlâkın güzel olsun. Daima halkın rızasını değil Hakk’ın rızasını gözet. Başkasına olan davranışında Hakk’ın rızasını gözetince, bu hareketinde Cenab-ı Hakk’ı hoşnut eden amellerden sayılır. Rızay-ı ilâhî için yaptığın işlerde, başkalarının razı olup olmaması, yanında müsavi olsun. Çünkü şayet o kimse mümin ise Allah’ın razı olduğu şeyden razı olacaktır; ama Allah düşmanı ise O’nun kızıp darılmasına itibar edecekk değiliz. Rabbimiz Teâlâ ve tekaddes hazretleri; “Ancak müminler birbirleriyle (dinde) kardeştirler.” (Hucurat;10) buyuruyor. Bir başka âyet-i kerîmede ise: “Ey müminler! Benimde düşmanım, sizinde düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine,1) buyurmuştur.

Güzel ahlâk, ancak Allah’ın razı olduğu şeylerde olur. Artık halk ve Hakk’a karşı davranışlarında “ihsan” duygusu içinde daima Allah’ı gözet. Her işinde Allah’ı gözeten hem müslümanlar hem de müslüman olmayanlar faydalanır. Bu kişi kimseye zarar vermez. Çünkü mahlukat ile muamelede bulunan mümin kul üzerinde Allah-u Teâlâ’nın bir hakkı vardır. Bu mahlukat içine melekler ve cinler girdiği gibi, mümin kâfir bütün insanlar, hayvanlar hatta bitkiler ve cansız gibi görünen cemâdât dahi girer.

Kötü ahlâktan da kaçın.İyi ahlâkı kötü ahlâkı kötü kötü ahlâktan ayırt etmek ince bir meseledir. Bunu başarmanın yolu nerede nasıl davranacağını bilmeye bağlıdır. Bu ince ve değerli bir bilimdir. Bunu elde etmeye çalış. Çünkü insanların halleri değişik olduğu için herkese karşı davranış farklı farklı olur.

SOHBET MECLİSLERİNDE EDEB

Yanınızda üçüncü bir şahıs varken arkadaşına gizlice bir şey söyleme. Böyle yapmak o şahsı korkutur.

Allah-u Teâlâ’nın kullarından istediği, kalplerinin birbirine ülfet edip muhabbet duymasıdır. Yüce Allah, Efendimiz (s.a.v)’in ashabının kalplerini kendi katından bir ihsan ile ülfet ettirmiştir. Bu durum âyeti kerîmede şöyle beyan olunur: “(Ey habibim) sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı.” (Enfal;63)

Üçüncü bir şahsın bulunduğu yerde onun bilmediği bir dil ile de arkadaşınla konuşma. Böyle yapmak da gizli konuşmanın bir çeşididir.Sözünde ve işinde doğruluktan ayrılma. Her hâlükârda sıdka sarıl. Bu sayede görüş bakımından insanların en doğrusu olursun.

Daima Allah’a karşı O’nun razı olacağı bir niyet üzere bulun. Her an salih bir amel ile meşgul ol. Özellikle fesadın yaygınlaştığı durumlarda salih ameli çoğalt. Zira hiç belli olmaz, Allah-u Teâlâ iyileri ve kötüleri kuşatan bir azap gönderiverir. Herkes öldüğü hâl üzere diriltileceği için sende salih âmel işleyenler zümresi içinde haşrolunursun. Allah-u Teâlâ buyuruyor ki: “Öyle bir fitneden sakının ki o fitne, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” (Enfal;25)

Aksırıp ta elhamdülillah diyerek Allah’a hamdetmeyen kişiye “Yerhamükellah=Allah sana merhamet etsin” diye karşılık verme. Fakat hamdetmesi gerektiğini hatırlat. Sonra da “yerhamükellah” dersin. Esnemeye engel olamayacaksan hiç olmazsa ses çıkararak esneme. Mümkün mertebe esnememeye çalış.

Kimseye yüzüne karşı methedip de utandırma. Birisi seni yüzüne karşı överse nezaketli bir biçimde onun yüzüne toprak at. Bunu yapmanın şekli şudur: Bir avuç toprak alır ve onun önüne atarsın. Sonra da ona şöyle dersin : “Topraktan yaratılanın hali ne olabilir ki? Böyle yapmakla kendini levmetmiş aynı zamanda methediciye de kendinin ve onun kıymetini bildirmiş olursun. Anlatıldığı şekilde her meddahın yüzüne toprat at. Sela şehrinde ikâmet eden Şeyhimiz Abdülhalim el-İmadi, insanların ata binmiş şerlli birisine tazim ve hürmet gösterdiklerini gördü de onlara:Toprak üstüne binmiş bir toprak, diyerek yanlarından ayrıldı ve şu mealde bir şiir söyledi:

“Ne zamana kadar daha gevşeklik göstereceksin

Sen tembelliğinin tamamının unutkanlık olduğunu mu zannediyorsun.”

Bu zât çoğu zaman hüzünlü olurdu.

Küçük çocuğun varsa, gece karanlığı çökünce onun dışarı çıkmasına engel ol. Çünkü o vakit şeytanlar yeryüzüne dağılırlar. Dolayısıyla cinlerden bir tâife ona musallat olabilir. Hem Efendimiz (s.a.v)’in emri de böyledir.Evin hizmetçisi yemeği önüne getirip sununca, beraber yemek için onu yanaına oturt. Şayet çekinip edep gösterirse getirdiği yemekten bir lokma olsun tatmasını sağla. Seninle beraber yemediği halde sana bakan kimsenin gözü önünde yemek yeme.

Cuma günü hatip hutbede iken konuşan birisini işitirsen ona “sus” dahi deme. Zira böyle yapmak da “lağv” yani lüzumsuz söz ya da iş sayılır. Hutbe vaktinde çakıl ya da benzeri bir şeyle de oynama. Bu da “lağv” sayılır.

Oruçlu isen, iftarını, bulabilirsen hurma ile aç. Bulamaz isen tek sayıda olmak şartıyla bir kaç yudum su ile aç. İftar etmekle acele et. Sonra da akşam namazını kıl. Fakat yemek hazır ise mutlaka yemen de gerekiyorsa önce yemeğini ye.

Bir adam sana bir şey konuşurken sağına soluna bakınarak konuşuyorsa, onun sözü sana emanettir. Onu ifşa ederek ihanette bulunma.

Halk içinde iken daima kalbini murakabe et. Müminlerden biri hakkında gönlüne bir suizan düşerse, onu izale etmenin yolunu ara. Onun hakkında hayır düşün. Gönlünü değiştiren halden dolayı onu mazur görmeye çalış.

Yolda yürürken arkadaşınla aranıza bir ağaç ya da duvar girerse, tekrar bir araya gelince ona selam ver ki ona karşı önceki sevgi ve muhabbetinin devam ettiğini bilmiş olsun.

Nuri KÖROĞLU

Muhyiddin Arabi (ks) Hz.den Nasihatler – 2

ALLAH TEKTİR TEKİ SEVER

Ey kardeşim! Sana tavsiyem vitir namazını kılmadan uyuma. Çünkü insan uyuyunca Allah onun ruhunu bir şekilde kabzeder. Rüya gören kimse, cesedinden ayrı olarak kendisini değişik durumlarda görebildiği gibi… İşte insanın görünen o mahiyeti, cesedinden ayrı olarak Allah tarafından bilemediğimiz bir tarzda alınır. Uykudan sonra, ömrü olanın ruhu geri gönderilirken, eceli gelmiş olanın ise bu uykusu ölüm uykusu olmuş olur. Ayeti kerime’de bu durum şöyle ifade edilir: “Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavmim için ibretler vardır.” (Zümeri,42) Durum böyle olunca akıllı kişi ihtiyatlı davranıp vitri kıldıktan sonra uyumalı. Vitirden sonra uyursa Allah’ın razı olacağı bir ameli yapmış olarak uyumuş olur. Hadis-i şerifte buyrulmuştur ki:

“Allah tektir (vitr) teki sever” (Buharî)

“Vitir” de kelime olarak “tek” demektir. Yani Allah ancak kendisini sever. Yaptığın bu işlerde bu tekliğe riayet edersen Allah’ın muhabbetini kendi üzerine çekmiş, yüce bir dereceyi üzerine çekmiş olursun. Öyle bir derece ki sevgide Cenab-ı Hak seni kendi menzilesine yükseltmiş oluyor. Zira vitir namazını kılmakla ilâhî muhabbete mazhar olmuş olacaksın. Yüce Allah, Resulü’nün diliyle şöyle emrediyor: “Ey Kur’an ehli! Vitir namazınızı kılınız” (Tirmizi) Kur’an ehli Allah ehlidir. Hakkın seçkin kullarıdır.

Gözlerine sürme çekince de tek sayıya riayet et. Ya bir ya da üç kere sür. Her bir göz müstakil bir uzuvdur. Yediğin ve içtiğin şeylerde bu hususu göz önünde bulundur. Su içerken nefes vermeden içeceksen yedi yudum susuzluğunu giderir. Ben bunu tecrübe ettim. Ama nefes alacaksan üç nefeste iç. Nefesini verirken bardağı ağzından uzaklaştır. Peygamberimiz (sav) böyle emretmiş ve böyle içmenin hem daha kolay hem de daha doyurucu olacağını belirtmişlerdir. Konuştuğun zaman dinleyenin iyi anlayabilmesi için sözünü üç defa tekrar et ki anlaşılmış olasın. Nitekim Efendimiz (sav) de böyle yaparlardı. Sana yaptığım bu tavsiyelerde riayet ettiğim husus, değişmeyen ilahi kanunlara (Sünnetullah’a) uymaktır. Sünnetullah ne ise ben sana onu tavsiye ediyorum. Bu tavrım, Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de şu ayette emrettiği “ittiba”nın (Hz. Peygamber’e tâbiyetin) ta kendisidir: “(Resulüm) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran; 31)

Burada bahsedilen ilahî muhabbet, Habibi Ekrem Efendimize uymanın karşılığıdır. Fakat ilâhî muhabbetin ezeli olanı ise bir şeyin karşılığı olmayıp sırf lütfu ilâhidir. Seni Efendimize tabi olmaya sevk eden muhabbet işte bu ezeli muhabbettir. Senin Allah’a olan muhabbetin ise bu iki ilâhi muhabbet arasında lütfedilen üçüncü bir muhabbettir. İşte böylece seninle Allah arasındaki muhabbet de tek olmuş olur. Allah-ü Teâlâ’nın sana olan sevgisi O’nun şu ayette ortaya koyduğu ilâhî şeriatına tabi olmanın bir karşılığıdır: “Andolsun ki Rasulullah da sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek (üsve-i hasene) vardır.” (Ahzab;21) Bu ayet Efendimiz (sav)’in “ismet” (günahtan korunmuşluk) sıfatına delâlet eder. Çünkü “masum” olmamış olsaydı O’nu örnek almak doğru olmazdı. Durum böyle olunca bize düşen O’nu her hal ve harekette izlemek, her sözüne kulak verip haliyle hâllenmeye çalışmaktır. Ancak O’na has olan ve o konuda taklit edilmemesi kitap ya da Sünnet’te sabit olmuş hususlarda tâbiyete yönelmemek gerekir. Mesela bir kadın kendini mehirsiz olarak Rasulullah’a nikâhlayabilir. O da O’nu nikâhlayabilirdi. Fakat diğer müminler için bu hüküm geçerli olmayıp mehirsiz nikâh sahih olmaz. Peygamberimiz (sav)’e gece namazı teheccüd farz olduğu halde biz ümmetine sünnettir. Yani Efendimiz (sav) teheccüdü farz olarak eda ettiği halde biz O’na uymuş olmak için nafile bir şekilde yerine getirmiş oluruz. Gece kalkmak ve ibadet yapmakla aynı işi yapıyor olsak da, yaptıklarımız aynı değildir. Ebu Hureyre (ra) şöyle der: “Dostum olan Habibi Ekrem (sav) Bana üç şeyi tavsiye etti. Bunlardan biri de vitri kılmadan uyumamam tavsiyesi idi. (Ebu Davud) dikkat edilirse tavsiyeyi de tek sayı (üç) olarak yapmıştır. Yine hadisi şerifte şöyle bildirilmiştir: “Muhakkak ki Allah-ü Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları hıfzederse Cennet’e girer.” (Buhari)

ABDESTİ GEREĞİ GİBİ ALMAK

Her türlü olumsuzluğa rağmen abdestini güzelce al. Farzına, sünnetine, edebine riayet ederek kemâl üzere bu vazifeyi yerine getir. Özellikle soğuk kış günlerinde bu hususta gevşeklik gösterme. Yaz günlerinde serinlemek gayesiyle değil, öyle gerektiği için güzel abdest almaya gayret et. Kış günlerinde hızlı hızlı geçiştirerek abdest alıp ta, sıcak günlerde nefsin öyle arzuladığı için kemâl üzere abdest alır görünmen, seni ibadette edebe dikkat eden biri yapmaz. Önemli olan bunu devamlı yapıp âdet haline getirmektir. Efendimiz (sav): “Hayır âdettir.” (İbni Mace) buyurmuşlardır. Yani gerçek hayırlı amel, meleke haline gelmiş güzel huylardır. Artık sıcak günde dahi, niyetin serinlemek değil, abdesti güzel almak olsun. Şayet nefsin galebe çalar da sıcak günde abdest alırken azalara bolca su kullanmanı isterse bil ki bu, nefsine sıcaklığın verdiği elem sebebiyledir. Bu durumda nefsinden bu elemi gidermeye niyet et. Böyle yaparsan kendinden bir zararı giderdiğin için ecre nail olursun. Çünkü kendi kendini öldürüp intihar eden kişiye Cenab-ı Hak Cennet’i haram kılmıştır. Kişinin kendi nefsinin hakkı, başkasının hakkından daha büyüktür. Durum böyle olunca kendi nefsinden elemi giderdiğin için ecir kazanırsın.

Kul abdestini edebine riayet ederek güzelce alırsa Allah-ü Teâlâ onun derecesini yükseltip, hatalarını giderir. Efendimiz (sav) şöyle buyurur:

“Allah-ü Teâlâ’nın kendisiyle hataları giderip, dereceleri yükselteceği şeyi size haber vereyim mi? O, abdesti tastamam almak, mescitlere adımları çoğaltmak, bir namazdan sonra diğer namazı beklemek. İşte ribât budur, işte ribât budur, işte ribat budur.” (İbni Mace) “Ribat” bir şeye sıkı sarılmak demektir.

Hataları silip süpüren şey abdesttir, dereceleri yükselten, mescitlere giderken atılan adımlardır. Namazdan sonra diğer namazı beklemek de ribattır, denilmiştir ki “sınırda nöbet beklemek” gibidir manası da vardır. Çünkü namazı vaktinde eda etmek için bekleyen kişi nefsine bu beklemeyi gerekli kılıyor ve böylece namazı namaza ekliyor demektir. Hangi şey bundan daha önemli olabilir? Çünkü bir gün beş vakit namaza bölünmüştür. Bir vakit kılınca diğerini bekliyor. Böylece bütün gün namaz duygusuyla dolu oluyor. Ertesi gün yine aynı şekilde devam ediyor. Bu sebepledir ki Efendimiz, (sav) üç defa “işte ribat budur” diye önemine dikkat çekmiştir.

Efendimiz (sav)’in amellerin hakikatine olan vukufuna ve ilmine bir bak. Dünyadaki amellerin ahirette olan karşılığını nasıl görüp de hükmünü ve derecesini haber veriyor. Abdest almayı, mescide yürümeyi ve namazı beklemeyi zikrediyor ve bunların karşılığı olarak da, hataların silineceğini, derecenin yükseleceğini ve ribat sevabı verileceğini söylüyor. İşte bu, O’nun müşahedesinin ne derecede olduğunu, mârifetinin kemâliyle her türlü hüküm ve hikmete aşina olduğunun delilidir. Bunun içindir ki Efendimiz (sav) kendisinden bahsederken:

“Bana cevâmiü’l kelim olma nimeti bahşedilmiştir.” (İbni Mace)

Yani kısa sözlerle birçok mânâyı ifade edebilme gücü vermiştir, buyurmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BOŞBOĞAZLIK

Boşboğazlık; düşünmeden konuşmak veya her içinden geçen düşüncenin söylenildiğinde nasıl bir sonuç doğuracağını tahlil etmeden söylemektir. Bu karakterde olan insan çok iyi niyetli olabilir, ancak karşıdakinin durumu bunu kaldıramayabilir.

Hz. Câbir (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de Bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice Benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bazıları): “Ey Allah’ın Resulü! Yüksekten atanlar kimlerdir?” diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi.” ( Tirmizi)

Rasulullah (sav), pek çok hadislerinde müminleri diline sahip olmaya çağırır:

“Dudakları ile bacakları arasındakiler hususunda garanti verene Cennet’i garanti ederim” , “Allah’a ve âhirete inanan ya hayır konuşsun ya sükût etsin”

Rasulullah (sav) Efendimizin bu ısrarlı uyarılarda hiçbir abartmaya yer vermemiştir. Zira Kur’ân’ın tekrar edilen ayetleriyle sabittir ki ahirette kişi her anından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine değilse, aleyhine olacaktır. Dilimizde geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu, dilli düdük, atıp tutan, yüksekten atan gibi; bir kısmı edebî, bir kısmı mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder. Çok konuşan, çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır konuşamayacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen sözler vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü günah kefesinde yer alacaktır. Hz. Hüseyin (r.a) babası Hz. Ali (ra)’den, Peygamber Efendimizin (sav), meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar: Rasulullah Efendimiz (sav); her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler, Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı. Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı: Ağız kavgası, boşboğazlık ve mâlâyanîlik… Şu üç husustan titizlikle sakınırlardı: Hiç kimseyi kötülemezler, kınamazlar ve hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümit ettikleri konularda konuşurlardı. Hazreti Peygamber (sav) konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zâtı Risâletleri susunca da, konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı. Ashâb, Rasulü Ekrem’in huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Rasulullah (sav) Efendimizin huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağı ile konuşanı dinlerdi. Peygamber Efendimizin katında, onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü.” (Buhari) Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Uyma, çok yemin edip duran alçağa. Daima insanları çekiştiren, durmadan laf getirip götüren kovucuya. İyiliğe engel olan günahkâr zorbaya. Kaba ve zalimce davranan, bütün bunların ötesinde kimseye faydası olmayan (soysuz)a. O mal ve oğullara sahip olduğu için(midir nedir), ne zaman ayetlerimiz kendisine iletilse, “Bunlar öncekilerin masalları” der. Bu yüzden biz, onun hortumu üzerine damga vuracağız; onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.” (Kalem; 8-16)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İNATÇILIK

“(Allah iki meleğe buyurur ki:) “Haydi ikiniz, atın Cehennem’e her inatçı nankörü! ” (Kaf;24)

İnatçılık; gerek doğru ve gerekse yanlış kendi istek ve düşüncelerinde gereğinden fazla ısrarcı olmak demektir. İnadın sebeplerinin başında kibir ve gurur gelir. Kibirli insan hatalarını kabul etmek istemez ve gururuna yediremediği için, bile bile yanlışta inat eder. Peygamber (sav) Efendimiz: “Size Cennet ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler: Evet, dediler. Allah Resulü, “Zayıf olan ve halk tarafından zayıf görülen her mümindir. (Cennetliktir). Allah’a yemin etse, muhakkak ki Allah onu yemininde doğru çıkarır” buyurdu. Sonra da: “Size Cehennem ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler: Evet, dediler. Allah Resulü (sav): “Her katı yürekli, düşman ve kibirli kimsedir”, buyurdu.” (Müslim)
Görüyoruz ki; kibirli ve katı yüreklilikle inatçı davranan kimse bu haliyle alev azabına girecek olanların özelliklerinden taşımış olmaktadır. İnadın bir başka sebebi de galip gelme hırsıdır. Fakat bilinir ki; hırs hiçbir insanı selamete ulaştırmamış, hırsına kapılan her insan felaketlere sürüklenmiş, hüsrana uğramıştır.
“Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır” (Mearic;19) ayeti insanın ilk yaratılış itibariyle ne durumda olduğunu göstermektedir. Buna göre insan hırslı ve sabırsızdır. Efendimiz (sav); “Allah-ü Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” (Buhari) “Bilmediği bir hususta inat edene, inadından vazgeçene kadar Allah-u Teâlâ gazap eder” (İ.Ebiddünya) buyurmuştur. Hırslı ve sabırsız olarak yaratılan insan, yapısında var olan bu özellikleri daha da ilerletip inatçılığa saplanmak yerine nefsini kontrol altına almalıdır.
İnatçılığın diğer bir sebebi de cahilliktir. Bilgi ışığından yoksun kimi insanlar bilenlere sormak, bilginin gücünden faydalanma yolunu seçmek yerine; inatlarına sarılmakta ve yollarını bu şekilde bulmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki bilgisizce bir konuda inat etmek kişiyi perişan eder, ömrünün faydasız işlerle geçip gitmesine sebep olur.
İnadın diğer bir sebebi de çıkar düşkünlüğüdür. Kimi insanlar vardır ki yalnızca çıkarı için yanlış olduğunu bildiği halde kimi meselelerde inat edebilirler. Her zulüm düzeninde bir tarafta mazlumlar diğer tarafta da zulümle menfaat temin eden zalimler vardır. Garibanı ezerek, onlara zulmederek kendi menfaatlerini temin etmeye çalıştıkları için, sadece menfaatlerine zarar verecek diye hak ve hakikate karşı çıkarlar. Kur’an-ı Kerim ‘de bu durum şöyle açıklanmaktadır. “Ey Muhammed! Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri elbette Seni incitiyor. Onlar gerçekte Seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar.” (En’am; 33) Allah (cc)’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar. Çünkü o ayetler zulme dayalı menfaat sistemlerine dokunuyor. İnadın mahiyetine bakınca bir yönüyle hata da olsa ısrarcı davranmayı içeriyor. Fakat hatada ısrar ve inatçılık İslâm ahlâkını taşıyan insana yakışmayan bir haldir.
İnadın bir çeşidi olan suçta ısrar ise son derece tehlikeli ve sonuçları itibariyle dikkatli olunması gereken bir haldir. Bilinmektedir ki; kibir ve gurur ağacının çürük meyvelerinden biri olan inadın sonu çoğunlukla ayıplanma ve utanmadır. Ne yazık ki insan ayıplanacağını ve utanacağını bildiği halde bu davranışından vazgeçmez. Çünkü inadın onu da içine alan bir özelliği vardır. İnatçı bu inadıyla başta zamanı olmak üzere, itibarını, saygınlığını ve daha birçok şeyi kaybeder. Bununla beraber inadı ve doğruya yaklaşmaması sebebiyle çevresindeki insanların kalplerini kırar, bulunduğu her ortamda huzursuzluğa sebep olur, üç beş günlük dünyasını kendisine zehir ettiği gibi ahiretini de perişan eder.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : KİMİN GÖNLÜNDEN BİR KAPI AÇILIRSA, O HER ZERREDE BİR GÜNEŞ GÖRÜR

Kimin canı, şehvetten, hiddetten, nefsanî arzulardan arınmış, temizlenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çabucak görür. Hazreti Muhammed (sav) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet dumanından arınmış olduğu için nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kudretini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüğe sevkeden nefsânî isteklerdir. Şeytanın vesveselerine yoldaş oldukça; “Nereye dönseniz, Allah’ın lûtfuna, rahmetine dönersiniz” ayetinin sırrına nasıl erersin? (Bakara;115)Bunun ne olduğunu nasıl anlarsın?

Kimin gönlünden bir kapı açılırsa o, her zerrede bir güneş görür. Ay nasıl parlaklığı, büyüklüğü ile yıldızlar arasında ihtişamlı bir şekilde görülürse, Cenâb-ı Hak da lûtfu, ihsanı, kudreti ve yaratma gücü ile fânî varlıklar arasında öylece apaçık görülür. Sen iki parmağının ucunu götür de iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? İnsaf et de söyle. İşte sen, gözünü kapadığın için bu dünyayı görmesen de, bu dünya yok değildir. Dünyayı görmemek ayıbı, hakikati göstermemek kabahati, ancakuğursuz nefsin parmağına aittir. Sen aklını başına al da, önce gözlerinden parmaklarını çek, ondan sonra dilediğine bak, gör. Hz. Nuh’a ümmeti; “Sevab nerededir?” diye sordu. Nûh; “Görmeyelim, duymayalım diye elbiselerinizle örtündüğünüz yerde.” cevabını verdi. Hz. Nuh dedi ki; “Yüzünüzü başınızı elbise ile sarıp sarmalıyorsunuz. Bu sebeple gözleriniz varken etrafı görmüyorsunuz.”

İnsan gözden ibarettir. Geri kalan deridir, cesettir. Göz ise, ancak dostu görmüş olandır. Dostu görmeyen gözü, sen göz sayma.

Dostu görmeyen gözün kör olması iyidir. Vefasız olan, ebedî olmayan, dosttan uzak düşmek daha iyidir. “Her nerede bulunursanız bulunun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadid/4) Bilgisizlik, yani Allah’ın bizimle beraber olduğunu bilmemek, onun zindanıdır. Bu hali, bu ihsanı bilmek, hissetmek de O’nun bağı bahçesi, köşkü sarayıdır. Uykuya varırsak, onun aşkıyla kendimizden geçmişiz, onun mesti olmuşuzdur. Uyanık bulunursak onun yazdığı destanda, bize verdiği rolü yaşarız. Eğer ağlarsak, O’nun rızıklarla, bereketlerle dolu bulutuyuz, gülersek, onun parlak şimşeği oluruz. Kızar, hiddete kapılır, savaşa girersek, bu, onun kahrının aksi, celâlinin tecellisi olur. Barışır özür dilersek, bu da onun sevgisinin açığa çıkışıdır, görüntüsüdür. Bu karma karışık olan dünyada biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiç bir harfle birleşmeyen hiç bir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zuhur eden her hareket, her hal, O’nun esma ve ilâhî sıfatlarının tecellisidir.

Kendinden uzaklaşıp, kendinden, kendi nefsani benliğinden kurtulup da bir diriye, kendin de bulunan ölümsüze bağlanan kişi ne mutlu bir kişidir.

Yazıklar olsun o diriye ki, ölü ile oturmuş, mânen ölmüş hayatını kaybetmiştir.

Hûlus ile canla, başla, Kur’an’ı Kerim okur, ona sığınırsan, peygamberlerin ruhları ile aşinalık peyda edersin.

Kur’an peygamberlerin halleridir. Onlar tertemiz, saf vahdet denizinin balıklarıdır. Kur’an okuduğu halde, onun emirlerine uymazsan, Kur’an ahlâkını yaşamaz isen, sana peygamberleri ve velileri görmenin ne faydası olur? Peygamberlerin Kur’an’da bulunan kıssalarını okur, Kur’an’ın emirlerini yaşarsan, can kuşuna, ten kafesi dar gelmeye başlar. Kafesteki kuş, zindandaki mahpusa benzer. Kurtulmayı istememesi onun bilgisizliğindendir. Kafeslerinden kurtulan ruhlar, peygamberlerdir. Onlar Hak ve hakîkate erdikleri için, insanlara yol göstermeye lâyık olmuşlardır. Onların sesleri kafeslerin dışından gelir, dinden duyulur. O ses; “Senin için kurtuluş yolu, ancak ten kafesinden kurtulma yoludur” der.

Biz, bu daracık kafesten, diri olan bir veliye bağlanarak dirildik de kurtulduk. O kafesten, kurtulmanın bundan başka çaresi de yoktur.

Kendini zayıf hasta göstermeye bak ki, seni değersiz bulup, şöhret halkasının dışına atsınlar. Çünkü halk arasında şöhret sahibi olmak, insanı dünyaya öyle sağlamca bağlar ki, bu bağ, demir zincirden de beterdir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TEŞEBBÜH

“Sonra (Ey Muhammed) Seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma. “ (Casiye; 18)

Teşebbüh; kendini benzetmeye özenme, zorla başka şeye benzemeye çalışma demektir. Bir millete veya kişiye benzemeye özenenler, benzemek istedikleri derecede onlarla ortak değerdedirler. Yani o değer küfür ise küfürde, isyan ise isyanda, iyi hal ise iyi halde, adet ise adette onlarla birlikte o milletin hükmüne tabi olurlar demektir.

Hz. Peygamber (sav) Müslümanları, itikadî ve ahlâkî alanda olduğu gibi kılık ve kıyafet, şekil ve merasim yönünden de müşriklere, gayri Müslimlere benzememeye davet ve teşvik etmiştir. Peygamberimiz (sav) Müslüman olmayanlara benzememeye o derece dikkat ederdi ki aslında yaptığı halde sonradan onlarda gördüğü hareketlerde bile değişiklik yaparlardı. Bunlar, çevredeki kültür ve medeniyetlerle, din ve kavimlerle iç içe yaşayan o dönem Müslümanlarına ayrı bir kimlik ve özellik kazandırıp, onların kendi içerisinde bütünleşmelerini sağlamaya yönelik önlemlerdir.

Gayri Müslimlere benzemek ve onlarca kutsal sayılan gün ve vakitlerde onlar gibi hareket etmek dinimizce bid’at (Küfür Olan Bid’at) kabul edilir. Nitekim cahil Müslümanlardan birçoğu hıristiyanların en büyük bayramı olan paskalya da ve noel (yılbaşı)de ateş yakmak, kadayıf ve mum gibi şeyler hazırlamak suretiyle hıristiyanlara katılır, yaptıklarını yapmaya özenirler.

Paskalya töreninde yumurta boyamak, çörek yapmak, tütsü satın almak, bebek, kadın ve çocukların kına yakınması, yeni giysiler satın alınması ve buna benzer hıristiyanların kendilerince kutsal addedilen günlerde yapılan diğer şeyler…

Gayri Müslimlerin kutsal addettiği gün ve bayramların adedi pek çoktur. Bunları araştırmak ve tanımaya çalışmak Müslüman’a vazife değildir. Onlar tarafından hürmet gösterilmesi sebebiyle yaptıklarından her hangi birini veya böyle günlerden bir günü veya bir yeri tanıması ona kâfidir. Çünkü bunların İslam dininde yeri yoktur.

Diğer yandan hıristiyanlar inanırlar ki Yahya (as) İsa (as)’yı doğumundan bir müddet sonra vaftiz suyunda vaftiz etmiştir. Bundan dolayı onlar, yani hıristiyanlar bu vakitte vaftiz olunurlar ve bunu vaftiz töreni diye isimlendirirler. Müslüman cahillerden birçoğu bu vakitte çocuklarını hamama sokarak bunun çocuğa faydalı olacağını sanırlar. Hâlbuki bu tür davranışlar haram kılınmış, en çirkin münkerattan olup, hıristiyanlara has adetlerdir.
Manevi ilimlerden nasipsiz kalmış birçok Müslüman’ın kâfirlere ait gün ve bayramlardaki onlara benzeme gayretlerine günümüzde şahit olmaktayız. Oysa Nebi (sav) Efendimizin mevzu ile ilgili birçok açıklama ve tavsiyeleri mevcuttur. O (sav) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyururlar:

“Kıyamet günü insanların azap bakımından en şiddetlisi, Allah’ın kendisini ilmiyle faydalandırmadığı âlimdir.” (Taberani)

Onlarla aynı gayeyi, aynı amacı paylaşmasa bile Müslüman’ın onlara benzemesi özenmesi İbni Ömer’in Rasulullah (sav)’dan naklettiği delille haramdır; “Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa o, onlardandır.” (Ebu Davud)

Amr b. Şuaybin babasından, onun da dedesinden yaptığı rivayete göre Rasulullah (sav) Efendimiz;

“Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir” (Tirmizi) buyururlar.

Dolayısıyla yahudi ve hıristiyanlar bizden olmadıklarına göre onlara benzemeye özenmemeliyiz. Ebu Hureyre’nin naklettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz (sav) şu şekilde buyurur: “Yahudi ve hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz.” (Tirmizi)

Buhari ve Müslim’in İbni Ömer’den ortaklaşa naklettikleri bir hadiste ise Peygamber Efendimiz (sav) şunları buyurur:

“Müşriklere muhalefet ediniz. Bıyıkları kazıyınız, sakalları koyuveriniz.” (Buhari)

Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz (sav) mutlak olarak müşriklere benzememeyi, onlara muhalefeti emretmektedir.

Ömer bin Hattab Hazretleri bu meydanda müminlere şöyle tavsiyede bulunur:

“Müşriklerle sıkı ilişkiler içerisine girmekten ve kiliselerindeyken yanlarına gitmekten sakının.”

Rivayetlere göre Hz. Ömer Müslüman beldelerinde, gayri Müslimlerin törenlerini açıktan yapmamalarını onlara şart koşmuştur. Müşriklere tören ve geleneklerini (başkalarını etkileyecek şekilde) açıktan icra etmeleri yasaklanmışken Müslüman nasıl olur da onların yaptıklarını yapar? Diğer taraftan Müslümanların onlara benzeme gayretleri, tören ve bayramların açıktan yapılması konusundaki onların arzu ve cesaretlerini arttırmıştır. Hâlbuki müşriklerin söz konusu törenlerini alenen yürütmekten men edilişlerindeki sebep, bunların bozulmaya yol açabileceği, yani Müslümanlar üzerinde kötü tesir bırakabileceği endişesinden kaynaklanmıştır. Çünkü bu tip adet ve gelenekler ya bir masiyet ya da bir küfrün sembolü mesabesindedir. Müslüman ise bu hareketlerin tamamından men edilmiştir.

Ömer bin Hattâb Hz.leri şunları söyler:

“Dinleriyle ilgili konularda Allah düşmanlarından uzak durun. Zira Allah’ın gazabı onların üzerine iner.”

Kutsal günlerinde (onların yaptıklarını yaparak) onlara refakat etmek gazabullaha sebep olur. Çünkü böylesi adet ve hareketler ya onlarca sonradan icad edilmiş (uydurulmuş) ya da işlerliği kaldırılmış (mensuh) hükümlerden ibarettir. Hakiki ilimse bunların hiç birini benimsemez. Nitekim onlarca kutsal gün ve zamanlarındaki yaptıklarını yaparak onlara benzemek helal değildir. Diğer yandan böyle konularda onlara benzeyen Müslüman yardım ve tasvip görmez, bilakis ondan nehy edilir.

Bilinmelidir ki küffara benzememe konusunda hassasiyet göstermek Allah (cc)’ın bir emridir. Zira küfür demek kalbin hasta düşmesi demektir. Belki daha da kötüdür. Kalp sıhhatini yitirdiği zaman, hiç bir organ huzur bulmaz. Her şeyin sıhhat ve dirliği ancak o şey için kalp vazifesi gören unsurun sıhhat ve salahıyla mümkün olur.

Bilinmelidir ki selefi salihin devrinde Müslümanlardan bu tür rezaletlerden herhangi birini yapan veya bunlar gibi hareket eden kimse olmamıştır. Zaten hakiki mümin selefi salihinin yoluna süluk eden, Peygamberlerin Efendisi Hz. Muhammed (sav)’in izinden yürüyen, nebilerden, sıddıklardan şehitlerden, salihlerden Allah’ın kendilerine in’amda bulunduğu kimselere uyan kişidir. İhsan ve keremiyle Allah bizi o müminlerden kılsın. Zira O, cömerttir, kerem sahibidir.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : HAK YOLU TEHLİKELER İLE DOLUDUR

Hak yolunda yürüyen kişinin uyanık olması gerekir. Çünkü yol, görünüşte dümdüz ve güzeldir. Fakat altında tuzaklar vardır. Nitekim bu yolda bize kılavuz olacak birçok tanınmış, parlak isimlerde mana uymazlığı vardır. Birçok kişi, adlarının adamı değildir, görünüşe kapılmamalıdır. Şunu iyi bilmeli ki:

Sahte şeyhlerin adları, sözleri tuzaklara benzer. Onların kulağı okşayan, fakat ruhani olmayan güzel sözleri, ömrünüzün sözünü emen kumdur. (Ömür suyunu emen kum, sahte şeyhi, içinden âb-ı hayat fışkıran kum da mürşidi kâmili göstermektedir.)

Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş sözler olduğu gibi, içinden ab-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilahi sırları meydana vuran kumu ara.

Evladı işte yukarda anlatılan o kum Allah adamıdır. Allah adamı, kendi benliğinden kopmuş, kendinden ayrı düşmüş, Hakk’a ulaşmıştır. Allah adamından, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler, o sudan hayat bulurlar, gelişirler yetişirler. Allah adamından başkasını, kuru kumsal bil. O kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, seni tüketir.

Hikmeti, hâkim olan, arif olan üstün bir varlıktan iste ki onun feyzi ile sen de gerçeği gören bir kişi olasın.

Zamanı gelince, hikmet arayan kişi hikmet kaynağı olur da, artık o çalışmaktan, sebeplere başvurmaktan kurtulur.

Böyle bir Hak aşığının sinesi, bilgileri ezberleyen, saklayan bir “levh” iken, kendisi, Allah bilgilerini hıfzeden “Levhi Mahvuz” olur. Ve onun aklı vasıtasız olarak, kendi ruhundan zevk alır, feyz alır, nasip alır. Önce aklı o kişiye bir şeyler öğreten bir hoca iken, sonradan aklı ona talebe olur. Akıl ona Cebrail gibi der ki: “Ey Ahmed! Bir adım daha atarsam yanarım.”

“Ey can padişahı, sen artık beni burada bırak; sen yürü, ileri git, benim hududum burasıdır.”

Tembellik yüzünden, şükretmeyen, sabretmeyen kimse, bilmiş olsun ki cebr inancı onun ayağını tutmuş, bağlamıştır.

Cebr inancına kapılan, cebrîlik iddia eden kişi, kendini hasta eder. O hastalık onu alır, mezara kadar götürür.

Ey gönülden günah işlemeye istekli olan, nefsânî arzularını gizlice tazeleyen kişi, sen, imanını tazele, fakat yalnız dilinle söyleyerek değil de kalbinle tazele.

Nefsanî istekler, şehvânî arzular tazelendikçe iman tazelenmez, çünkü şehvetin, nefsin dileğine uymak Hak kapısını kapar, kilitler.

Sen çok derin manalı ve anlamına dokunulmamış olan sözü tevil ediyor, ona başka türlü mânâ veriyorsun. Sen Kur’an’ı Kerim’i değil, kendini tevil et, kendini anlamaya çalış.

Sen, kendi heva ve hevesine uyuyor, Kur’an’a kendi çıkarlarına göre mânâ veriyorsun. Bu yüzden, o yüksek mânâ alçalıyor, eğriliyor, çarpılıyor.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KORKAKLIK

“İnsanlardan korkmayın benden korkunuz” (Maide;44)

Korkaklık; korkak olma hali, cesaretsizliktir. Korkak insan, hayal, vehim ve zanların esiri olup her şeyden korkar. Korkaklığı onu güvenilmez yapar. Sabır ve sebat isteyen, cesaret gerektiren savaş ve yolculuk gibi zor işlerde bulundurulamaz, düşmana karşı kendilerine görev verilemez.

Korkak insan hayatta başarılı olamaz. Hakkını koruyamaz ve karşısına çıkacak engellere, güçlüklere karşı koyamaz.

Korkak olan kimse, zevcesine ve akrabasına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir. Onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer. Haram işleyeni görünce susar. Başkalarının malına tamah eder işinde sebat etmez. Verilen vazifenin ehemmiyetini anlamaz Allah-u Teâlâ, Tövbe suresinde şecaati, kahramanlığı övüyor. Nur suresinde, zina edenlere, had cezası verilmesinde merhamet olunmamasını emrediyor.

Korkak insanların can, mal ve namusları daima tehlikededir. Korkakların, bu kötü huylarından kurtulabilmeleri için cesur kimselerle arkadaş olmaları ve onlarla düşüp kalkmaları gerekir. Böylece yavaş yavaş korkuyu üzerlerinden atar, onun kötülüklerinden korunmuş olurlar.

Terbiyenin korkak yetişmekteki tesiri büyüktür. Bunun için anne, baba ve öğretmenlerin çok dikkatli olmaları gerekir. Çocukları cesur yetiştirmek için onların kafalarını öcü ve gulyabani masalları ile değil, mertlik ve kahramanlık hikâyeleri ile doldurmak icap eder.

Ashaptan, Bera’ b. Âzib (ra): “Savaş kızıştığı zaman biz, Rasulullah (sav)’tan cesaret alırdık. Çünkü O, cesaret örneğiydi” demiştir. Peygamberimiz (sav)’in çok cesur olduğu ve ashabının da O’nun yolundan gittiği bilinen bir husustur. Hatta Rasulullah (sav): “Allah’ım, korkaklıktan sana sığınırım” diye dua ederdi.

Allah-u Teâlâ, Fetih suresinde, ashab-ı kiramı, “Kâfirlere gazap ederler”, harpte sert davranırlar diyerek övmektedir. Tövbe suresi, 73 ayeti kerimesinin mealinde, “Kafirlere karşı sert ol”, buyrulmaktadır. Bir hadisi şerifte, “Ümmetimin hayırlısı, demir gibi dayanıklı olanıdır” buyruldu. İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık edenlere, saldıranlara karşı sert olmak lâzımdır. Bunlara karşı korkak olmak, caiz değildir. Çünkü Enfal suresinin 15. ve 16. ayeti kerimelerinde; “Ey iman edenler, toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin” “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya bir başka topluluğa katılma dışında her kim, o gün (düşmanına) arkasını dönerse; muhakkak ki o, Allah katında gazaba uğramıştır. Onun yurdu Cehennem’dir ve o, ne kötü bir sonuçtur” buyrulmaktadır. Korkarak kaçmak, Allah-u Teâlâ’nın takdirini değiştirmez. Kendini tehlikeye atmak da, caiz değildir. Tehlikeli yerde yalnız kalmak, yalnız yürümek, günahtır.

İnsan için gerekli olan cesaret sahibi olmaktır. Hayatımızda, ne gereksiz atılganlığın, ne de korkaklığın yeri olmamalıdır.  Allah  (cc)’ın yarattıklarından korkmamak bir Müslüman için nasıl iyi bir özellik ise, aksine Allah (cc)’tan korkmak da o ölçüde üstün bir fazilettir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

“Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’tır.” (Et-Tevbe;12).

Mü’min Allah (cc)’tan korktuğu kadar O’na ümit bağlayan insandır da. Çünkü Cenab-ı Hakk: “Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser.” (Yusuf;87) buyurmuştur.

Dolayısıyla korkaklık Müslüman’a yakışmadığı gibi hiç bir kınayıcının kınamasından, İslam’a karşı olan insanlardan korkmamak yalnız ve yalnız Allah (cc)’tan korkmak gerekmektedir.

Nuri KÖROĞLU

MUHYİDDİN ARABİ (ks) Hz. NASİHATLER

Allah’a Yaklaştıracak Taatler

İçinde bulunduğun hal ve durum neyi gerektiriyorsa bütün gücünle seni Hak Teâlâ’ya yaklaştıracak taat (İbadet etmek. Allah’ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek) lerde bulunmaya devam et. Allah-u Teâlâ içinde bulunduğun zaman ve hal lisanıyla hangi taati işlemeni murad ediyorsa onu yapmaktan geri durma! Sen gerçekten iman etmiş ve imanın tadını tatmış isen, işlediğin her günahın peşinden bir de taat işlemeyi kendine vazife bil. Çünkü o amelin günah olduğuna imanın vardır. Masiyetin ardından işlediğin taate bir de tevbe ve istiğfar eklersen taat üstüne taat yapmış olursun. Böylece de taatler günahlara galip gelmiş olur.

Allah’a yaklaştıran taatlerin en yücesi ve en değerlisi imandır. Çünkü iman, bütün taatlerin üzerine bina edildiği bir temeldir. Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı uluhiyeti hakkında şu sahih haberde verdiği hükme iman etmek gerekir:

“Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım, o bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım o bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.” (Bûharî, Tevhid, 15)

Cenâb-ı Hakk’ın kulun ameline ziyadesiyle karşılık vermesinin sebebi şudur:

Kulun yaptığı her işte Allah’a yakınlaşma niyetini koruması, gerekmektedir. Zira kul yaptığı her işi şeriat terazisiyle ölçüp onun haricine çıkmamakla emrolunmuştur. Kulun yaptığı işlerden acele etmesinden murad, amellerini şeriat terazisiyle ölçmede acele etmesidir, yoksa amelin bizzat kendisini yerine getirme sürati değildir. Zira şer’i mizan (ölçü) muamelatın sıhhati için zaruridir. Allah’ın kula yakınlaşması ise bir mizana muhtaç değildir. Hakk’ın katındaki geçerli ölçü, senin Hakk’a yakınlık niyetiyle işlediğin amelini kendisiyle ölçtüğün şeriat ölçüsüdür.

Amellerine mizan gerekmeyen Allah (c.c)’ın sana yakın olması, elbette senin O’na yakınlığından daha kuvvetli ve fazladır. Hak Teâlâ Hazretlerinin yakınlığını belirtirken kendi zatını senin O’na yaklaşma ölçülerinin katlarıyla vasfetmesinin sebebi ise senin hakikatinin O’nun suretinde yaratılmış olması ve sana lütfedilen; “Hakk’ın halifesi olma nimetinin, öncelikle kendi zatın üzerine terettüp etmesidir. Çünkü sen kendi beden mülkünde O’nun halifesisin. Yönetime tevdi edilen varlıklar ise, azaların zahirî ve bâtını kuvvetlerindir. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki, O’nun sana olan yakınlığını ve daha fazlasını ifade eder. Bu fazlalık hadiste “arşın” ve “koşma” gibi uzunluk ölçüleriyle ifade edilmiştir. Çünkü bir arşın iki karış; bir kulaç iki arşın uzunluğunda olduğu gibi normal bir koşma da yürümenin iki katıdır. Birinci olarak senin O’na yaklaşmanda yaklaşan O’dur, O’nun sana yaklaşmasında yaklaşan yine O’dur. Yani yaklaşanda (Evvel) yaklaşılan da (Âhir) O’dur. Bu kula özgü hususî bir yakınlıktır. Fakat eşyanın tümüne olan ilahî yakınlığa gelince bu farklı bir yakınlıktır ve işte şu ayet, bu yakınlığı ifade eder;

“Biz o (insan)a şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

Biz burada umumî yakınlığı değil kulun yaklaşma çabasına Cenab-ı Hakk’ın ne şekilde bir yakınlıkla karşılık verdiğini izaha çalıştık. Şurası da iyice bilinmelidir ki; kul Allah’a ve O’nun katından gelenlere iman etmedikçe ve O’nun tarafından ilahi bir lütfa eriştirilmedikçe Allah’a yaklaşması mümkün değildir.

Münakaşadan Kaçınmak

Kardeşim dini hususlarda cedel ve münakaşadan sakın. Çünkü cedelde kişi ya hakkı savunur veya hak olan bir şeyi iptal için çalışır. Münazara toplantılarında günümüzün fakihlerinin yaptıkları budur. Bunu yaparken de niyetleri bir nevi zihin jimnastiği yapıp, düşünceleri düzene sokmaktır. Yani doğru düşünce şekline ulaşmak. Bu durumda münazaracı inanmadığı bir görüşü iltizam edip (taraftarlık etmek), arkadaşının hak olan fikrine karşı çıkar. O fikrin hak olduğuna kendisi de inanır. Bu durumda nefsi onu şöyle diyerek hile ile aldatır: “Biz bunu ancak birbirimizin düşünce şeklini düzene sokmak için yapıyoruz yoksa bâtılın doğruluğunu ispat için yapmıyoruz. Bilmez ki Yüce Allah (cc) her konuşanın yanındadır. Hem avamdan olan kimseler onların konuşmalarını dinleyip bâtılın galip geldiğini görür ve bunun savunucusunu da fakih bir kimse olarak tanır da burada duyduğu ile amel ederse, bu durum bâtılı savunan kimse için günah olmaz mı? Elbette olur. İşte bu sebepledir ki Efendimiz (sav);

“Haklı da olsa münakaşayı terk edene Cennet’in köşesinde bir köşk verilmesine ben kefilim. Yine şaka da olsa yalanı terk edene Cennet’in ortasında bir köşk verilmesine kefilim” buyurmuşlardır. (Ebû Davûd, Edeb,8)

Bâtıl bir şeyi savunmak da bir nevi yalan konuşmaktır. Peygamber Efendimiz (sav)’de latife yapardı; fakat doğruyu konuşurdu.

Allah’ı zikretmeye Hassasiyet Gösterin

Taharatte de suyu fazla israf etme. Abdest azalarını üçer defa yıka. Kur’an’ı düşünerek oku. O, zikirlerin en yükseğidir. Bir sureye başlayınca, bitirinceye kadar konuşma. İbadetlere neşeli olarak başla. Eğer ağırlık gelirse, onu bırak başka ibadete geç. Amma, farzlar böyle değil. Onların vakti geldi mi ister neşeli, isterse neşesiz ol, farzlar derhal işlenir. Birisi, sen ibadet ederken, o ibadeti güzelce ifa ederken o da öğrensin diye niyet et. Riyadan kurtulursun. İhlâsına dikkat et. Halk içinde güzel namaz kılıp da tenhada felfes kılan, Allah’a hakaret etmiştir. Elinden geldiği kadar gayret et, güzelce ibadetlerine devam et. Sakın Allah beni şaki yazdıysa şakiyim, said yazdıysa saidim deme. Hayırlı ibadetler ve hayırlı işler yapıyorsan, said olduğuna Allah tarafından bir müjdedir. Allah güzel ameller işleyenlerin ecrini zayi etmez.

“Allah, ” İsmi şerifine devam et. Allah lâfzı şerifinin faydası hiçbir zikirde yoktur. Başından elifi kaldırırsan (Lillâhu لله ) kalır. Yine Esmâ-ül Hüsna’dandır. Birinci lâm’ı kaldırırsan (Lehû له ) olur. O da Esmâ-ül Hüsna’dandır ikinci Lâm’ı da kaldırırsan (Hû هو) kalır ki, o da Esmâ-ül Hüsna’dandır. Başka kelimelerde bu yoktur. Din de güzel şeylerle iftihar edilir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : SABIRSIZLIK

Sabır; acıya katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etmek, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek manasına gelmektedir. Bunun karşıtı sabırsızlıktır. Sabırsızlık ruhun gevşekliğinden ileri gelir. Sabır ise ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği, nefsin meşru olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır. Aynı zamanda hayatta elde olmadan başa gelen, insana büyük keder veren bela ve musibetlere karşı koyabilmek için de sabırlı olmak mutlak surette gereklidir. Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlıktır. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır. Nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir.(Bakara, 2/153, 155)

Rasulullah (sav) Efendimiz: “Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür.” (Buhârî, Cenâiz, 32) buyurarak felakete maruz kalındığı andaki sabrın ehemmiyet ve önemini vurgulamıştır. Ancak şu çok iyi bilinmelidir ki sabretmek; mahkûmiyete, miskinlik ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caiz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (sav); “Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.” (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir. Nitekim Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerim’de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (sav) Efendimiz; “sabr-ı cemil şikâyet edilmeyen sabırdır” buyurmuştur. Aslında elden bir şey gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir. Sabrın gayesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah-u Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Bazı sıkıntılar vardır ki kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikâyet etmeden Allah’ın takdirine razı olup sabretmek müminin özelliklerindendir. Nitekim mal ve mülkün yegane sahibi O’dur. Allah istediği gibi tasarruf eder; dilediği gibi evirip çevirir. Bunun için insan çok sıkıntılı bir hayatta olsa en ağır şartlar altında da bulunsa sabırsızlık etmemelidir.

Nitekim bir hadis-i kutsîde Cenab-ı Hakk şöyle buyurur: “Benim takdirime razı olmayanlar ve Benim verdiğime şükretmeyenler Benden başka bir Rabb arasınlar.”

 Sabırsız insanın kalbi sıkıntılı ve korkulu, gönlü sarsıntılıdır. Aynı zamanda bu durum, insanın musibetlerine eklenen bir musibettir ve insanda rahat huzur bırakmamaktadır. Oysa sabır, musibeti hafifleştirir, kalbi belalar karşısında güçlendirir ve iradeyi musibetler karşısında galip kılar.

Sabırsız ve dirençsiz insan uygun olsun olmasın herkese şikâyette bulunur. Bu durum, onun halk arasında rezil düşmesine ve gevşek biri olarak tanınmasına yol açar. Daha kötüsü, kişinin Rububiyet dergâhının huzurunda değersiz bir hale gelmesine sebep olur. Allah-ü Teâlâ Hazretleri böyle kulları için şöyle buyurur:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şayet başına bir kötülük gelirse gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir.” (Hac suresi/11)

Cenab-ı Hakk’tan ve Mutlak Sevgili ‘den gelen bir musibete tahammül edemeyen bir kulun, kendisinden binlerce nimet aldığı Allah’dan bir musibet görünce herkese şikâyette bulunan bir insanın imanı ne kadar sağlıklı olabilir? Böyle bir kimse Cenab-ı Hakk”ın mukaddes makamına ne derece teslimiyet gösterebilir? Eğer sen Mevlayı Zülcelâl Hazretlerine iman ediyorsan, işlerin mecrasının O’nun kudretinde olduğuna inanıyorsan ve O’ndan başka hiç kimseyi olup bitenlere egemen saymıyorsan elbette ki olup bitenlerden Hak Teâlâ”nın dışında birine şikâyette bulunamazsın. Hatta başa gelen her şeye canı gönülden katlanır; Hak Teâlâ’nın nimetlerine şükredersin. Şu halde o bâtınî ızdıraplar, o sözlü şikâyetler ve azalarımızın o uygunsuz hareketleri bizim ehl-i imandan olmadığımıza tanıklık etmektedir. Nimet mevcut olduğu sürece nimetlerin daha da fazlalaşması için şeklen şükrediyoruz. Ne zaman ki bir musibete duçar olduk veya bir dert ve hastalıkla yüz yüze geldik halka Allah-ü Teâlâ’yı şikâyet ediyoruz. Derken bu şikâyet ve sabırsızlıklar yavaş yavaş Hak’tan kazayı ilahîden nefret etme tohumlarını ekmeye başlıyor. Tohumlar yavaş yavaş yeşerir ve serpilip boy atarak birer hissiyata dönüşürler. Hatta Allah göstermesin tam anlamıyla Hak Teâlâ’ya, O’nun kaza ve kaderine kin güdülmeye başlanır. O zaman dizginler elden kaçar ve insan durumun kontrolünü tamamen kaybeder, zahir ve batını Hak Teâlâ’ya düşmanlık rengine bürünür ve bu halde öte dünyaya göçüp ebedi azap ve zulmete duçar olur.

 Eğer insan başına gelen belalara, ibadetlerin doğurduğu zahmet ve sıkıntılara, kimi lezzetleri terk etmenin verdiği rahatsızlıklara Hak Teâlâ”nın buyruğu doğrultusunda sabreder, zor da olsa bütün bu sıkıntılara katlanırsa, nefsi yavaş yavaş bu duruma alışır, güçlüklere katlanabilme gücü kazanır ve bu yolla sabır makamından daha yücelere yükselerek diğer yüksek makamlara erişir. Günahlara bulaşmamakta direnip sabretmek nefsin takvaya ermesine kaynaklık eder. Taatte bulunmaya gayret göstererek sabretmek, Hakk’a ünsiyet kazanmayı sağlar ve belalara sabretmek İlahî kaza ve kaderden razı olma imkânını doğurur.

Demek ki sabırsızlığın hiçbir yararı yoktur, hatta çok korkunç zararları da vardır ve peşi sıra imanı alıp götüren bir musibet de getirmektedir. Oysa sabır ve fedakârlık muazzam bir sevap ve ecir kazandırır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

“İşte sabır bu şekilde ardından hayrı getirir. Şu halde sabredin, sabırla donanın ki ecre ulaşasınız.”

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞEHVET

Şehvet; arzu, istek, temayül, aşırı sevgi, nefsin değer verdiği istekler, cinsel arzu ve istekler manasına gelmektedir. Kelime olarak çok geniş bir anlam alanını kapsayan şehvet ifadesi, insan nefsinin arzuladığı, elde etmek istediği her şeyi içine almasına rağmen, konuşma dilinde daha çok cinsel arzular anlamında kullanılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlara, develere ve ekinlere karşı aşırı sevgi (hubbü’ş-şehavat) insanlar için süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici metaıdır. Asıl varılacak güzel yer, Allah’ın yanındadır. De ki: Bunlardan daha iyisini size söyleyeyim mi, Allah’tan korkanlar için Rabb’leri katında altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır” (Ali İmran, 3/14, 15) ayeti kerimesi şehvetin sadece cinsel bir arzu, bir dürtü değil, dünya nimetlerine karşı insanın şiddetle arzuladığı elde etme hırsı olduğunu göstermektedir.

Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde dünyaya aşırı düşkünlük gösteren insanlar eleştirilmiş, âhireti göz ardı ederek sadece dünyevî zevklere dalanların âhiretteki nimetlerden yoksun kalacakları bildirilmiştir. Ama bunun yanında aşırıya kaçmamanın, âhireti unutmamanın, bencil davranmamanın ve helal sınırlar içinde, sözü edilen dünya nimetlerinden yararlanmanın insânî bir özellik olduğu vurgulanarak, Allah (cc)’ın helal kıldığı şeyleri, “nefsi terbiye etmek” adına kimsenin haram kılamayacağı da en açık ifadelerle haber verilmiştir. Çamurdan yaratılan insan bedeni bu “çamur”luk özelliği dolayısıyla dünya hayatının devamını sağlayabilmek için birtakım dürtülerle donatılmıştır. İnsan bu yönüyle hayvanlardan farklı değildir. Hatta insan, hayvanlardan ayrı olarak aşırı bir şekilde mal edinme, diğer insanlardan üstün olma, beğenilme, hırs, bencillik, cimrilik gibi nefsânî özellikler taşıyan bir canlıdır. Ama bütün bu hayvânî-nefsânî özelliklerin yanında, insanda bu istekleri kontrol altına alacak; ruh, akıl, iyiyi kötüden ayırma, merhamet, sevgi, cömertlik gibi melekî sıfatlar da verilmiş; bunun tek başına hayvanî isteklere engel olamayacağını bilen Yüce Allah (cc) onun bu melekî yönünü desteklemek için yol gösterici peygamberler eşliğinde kitaplar göndererek, insanın hayvanlık seviyesine düşmesini engellemek istemiştir.

İnsanın madde ve ruhtan yaratıldığını bildiren Allah-ü Teala, dünya nimetlerinden yararlanmayı kötü görmediği gibi; “Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez.” (Araf-31) buyurduğu üzere israfa kaçmamak şartıyla bunu teşvik de eder. (İnsanın cinsel arzularını doğal karşılayan İslâm, bu duygunun nikâh bağıyla evlilik müessesesi içinde değerlendirilmesini ister ama onu yasaklamaz, tamamen serbest ve başıboş da bırakmaz. Allah-ü Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur: “O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Şûra/11)

Yine İslâm, insanın mal – mülk edinmesini, zengin olmasını doğal karşılar, ama kazancın helâl yollardan elde edilmesini şart koşarken, helâl malın da özel mülkiyet adına kontrolsüzce harcanmasını, israf edilmesini kabul etmez. Ayrıca servetin kişilerin değil, toplumun malı olduğunu bildiren İslâm, onun sadece varlıklı sınıfların elinde dolaşan bir mülk olmasına engel olur. Nitekim Allah-ü Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur: “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr/7) Toplumun üzerinde kontrol mekanizması olan yöneticiler, zayıfları, fakirleri, yetimleri, dulları, kısaca desteğe muhtaç kişileri koruma altına alarak, gerektiğinde varlıklı sınıfın servetinden alıp, yoksul sınıfla arasındaki dengeyi sağlar. Yüce Allah (cc), insanın servete karşı aşırı düşkünlüğünü iyi bildiği için, insanın servete karşı şehvet derecesine ulaşan sevgisini önlemek için, kullarını infak etmeye teşvik etmiş, bunu yapanların karşılıklarını Cennette alacaklarını müjdelemiştir. Bunun karşısında, altını gümüşü yani serveti biriktirip, Allah yolunda gerekli yerlere harcamayanlar, ayeti kerimede; “Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele. O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve, “İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi, tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı!” denilecek…” (Tevbe 34/35) buyurduğu üzere şiddetli azaptan haberdar etmiştir.

Aralarında nikâh olmayan erkek ve kadın, birbirine akraba da olsa, yabancı da olsa, şehvet hissiyle bakamaz, dokunamaz. Şehvet hissi olmaksızın, bir erkek, kendisine ebediyyen evlenmenin haram olduğu kendi yakını olan kadınlarla aynı yerde oturabilir, bakabilir, tokalaşabilir. Bunların kimler olduğu Nisa suresinin 23. ayetinde bildirilmiştir. Buna göre; bir Müslüman erkeğe, anası, kızı, kız kardeşi, halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızları, kız kardeşinin kızları, sütannesi, süt kız kardeşi, kayınvalidesi, hanımından dünyaya gelen üvey kızları, öz oğullarının hanımları ile evlenmek ebediyyen haramdır.

Nikâh yoluyla kendisine helâl olmayan birisine şehvetle bakmak veya dokunmak da bir tür zinadır. Nitekim Efendimiz (sav), “Gözlerin zinası bakışmak, ellerinki ise dokunmaktır. Ayaklar bakanın duygularını kamçılayacak şekilde yürümekle; dil, söylediği sözlerle zina eder. Gönül ise istemekle… Neticede cinsiyet organları, bunları ya kabul veya reddeder” buyurmuştur.

Evlat sevgisi, karı-koca, arkadaş, anne-baba sevgisi gibi sevgiler; İslâm’ın, Allah’ın, Peygamber’in önüne geçmedikçe hoş karşılanan, hatta gerekli olan insanî duygulardır. Ancak, bu sevgi bağları, insanı Allah (cc)’a kulluktan alıkoyuyorsa, insanı ahirette yalnız bırakacaksa, hiçbir anlamı yoktur; çünkü mal ve evlatlar birer imtihandır, geçici dünya nimetleridir. İnanç bağıyla desteklenmedikçe, Müslüman, en yakınlarına dahi sevgi besleyemez. Özet olarak, İslâm, insanın fıtrî olan bazı duygularını, ölçülü ve helâl sınırlar içerisinde kalmak şartıyla doğal karşılar, ama bunların kişiyi Allah (cc)’ı zikretmekten, O’nun yolunda harcamaktan alıkoyacak derecede kuşatmasına izin vermez.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : CEHALET

Cahil; bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan kişi olarak tâbir edilen kimsedir. Cahilin içinde bulunduğu hâle de cehalet denir. Ayrıca cehalet, ilmin karşısında olmak, bilmemek manasını taşır. Dinimiz, bilgi ve düşünmeyi üstünlük ve yücelik olarak değerlendirmekte; Allah (cc)’a gerçek kulluğun, dünya ve ahiret hayatında huzur ve mutluluğun bilgiden geçtiğini haber vermektedir. Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’in yaklaşık 750 ayetinde insanları kendilerine diğer canlılardan farklı olarak lütfedilen aklı kullanmaya, düşünmeye çağırmaktadır.

Dinimize göre bilgisizlikte, öğrenmemekte ısrarın hiçbir mazereti yoktur. Buna işaretle, Büyük İmamlarımızdan İmâm-ı Şâfî Hazretleri: “Cahil, cehaletinden dolayı mâzur sayılsaydı, cehalet ilimden üstün olurdu.” buyurmuşlardır. Bizden istenen, bulunduğumuz hâl ve şartlar içinde neyi öğrenebiliyorsak onu öğrenmemizdir. Nitekim Allah-ü Teâlâ Hazretleri; “De ki: Rabbim! İlmimi arttır.” (Taha,114) buyurarak kullarına yol göstermiştir.

İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken; cahil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak bilinirler. Nitekim Kur’an-ı Kerim inkârcıları: “…Cehalet içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gâfiller” (Zariyat, 51/11) olarak zikreder. Bunun için Rabbimiz cahillerden uzak durmamızı emrederek; “Âf yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf 7/199) buyuruyor. Zira bilgisiz insanlar aynıyla körler gibidir. Aradaki fark gören göz ile görmeyen gözün farkı gibi ayan beyan ortadadır. Bunu Allah-ü Teâlâ: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) “Aynen görenle görmeyenin bir olmadığı gibi…” buyurarak ifade eder. Rasulullah (sav) Efendimiz de müminin cehaletten kurtularak ilim öğrenmeyi müminin vasıflarından biri olarak sayarak, “İlim, müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.” (Tirmizi) buyururlar.

Cahil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı kişilerden kaçarlar. Çünkü kendini olduğundan büyük görme hastalığına tutulan cahiller, tevâzu sahibi bilginlerden hiç bir şey anlayamazlar. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Ancak görünenin arkasında bir de hissedilenin vârolduğunu bilemez. Cahilin tedbiri, düşüncesi köksüz ve çürüktür. Bundan dolayı cahiller için: “Cahil yaşayan ölüdür.”, “Diri iken ölü.” denilmiştir. Hazret-i İsa (as)’ da: “Ben ölüleri dirilttim fakat cahilleri diriltemedim” buyurmuştur.

Hazret-i Ali (kvc) Efendimiz: “Faziletli kişiler hakkında haset edilir. Cahiller de ilim sahiplerine düşman kesilirler” buyurmuştur. Eskiden İslâm toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza olmak üzere onu cahil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya zorlarlardı.

İslam dini her fırsatta cehalete karşı tavır almış, bilgisizlik yerilmiş, ilim tahsili ve okuma-yazma sürekli teşvik edilmiş ve bundan övgüyle bahsedilmiştir. Rasulullah (sav) Efendimize Hira Mağarası’nda nazil olan ilk ayet’in “Oku” emri ile başlaması da oldukça dikkat çekicidir. İslam; ilme, okumaya, öğrenmeye büyük değer ve önem vermiş ve bu hususta kadın-erkek herkesin ilim öğrenmesini farz kılmıştır. Başa gelmesi muhtemel olan türkü zorluklara ve meşakkatlere rağmen herkes için ilim öğrenmeyi tavsiye eden İslam dini; ilim rütbesini çok büyük ve şerefli bir rütbe olarak kabul etmiştir.

Müslümanlıkla cehalet birbirleriyle asla bağdaşmaz. Cehaletin, bilgi fukaralığının, geriliğin ve bu arada da tembelliğin İslam dininde asla yeri-yurdu yoktur. Zira cehalet, insanın şeref, haysiyet ve onur gibi üstün meziyetlerini ayaklar altına düşüren çok kötü sıfatlardır. İşte onun için İslam öncesi Arap toplumundan bahsedilirken o döneme: “Cahiliye Dönemi” denilir. Mekke müşriklerinin lideri için ise “cehaletin babası” anlamına gelen “Ebu Cehil” lakabının verilmesi de oldukça anlamlıdır.

Meşhur Bedir Gazvesi’nde esir alınan Mekkeli müşriklerin on Müslüman’a okuma-yazma öğretmeleri karşılığı serbest bırakılmaları da İslam’ın ilme vermiş olduğu değeri izah bakımından çok büyük önem arz eder. Bu sayede okuma-yazma ve ilim; Müslümanlar arasında çok kısa bir zaman zarfında yayılmış ve ciddi şekilde gelişme kaydetmiştir.

İlim, insanlık tarihi boyunca âlimler için bir artı değer olmuş; ilim sahibi fert ve topluluklar, daima diğer topluluklara üstün gelmiştir.

Öte taraftan iletişim araçlarının yayın politikaları istikametinde insanlara ulaştırdığı bilgilerin de düşünceleri berraklaştırma yerine genellikle zihinleri karıştırdığı herkesçe malum bir durumdur. Bu itibarla dinimiz bize ulaşan bilgi ve haberleri tahkik edip, doğruluğunu araştırmadan kabul etmememiz gerektiğini emreder. Bu nedenle toplumda sorgulayıcı ve araştırıcı bir zihniyetin hâkim olması için eğitim ve öğretimin kalitesinin yükseltilmesi, okullaşma oranının arttırılması, çeşitli alanlarda akademik çalışma yapanların çoğaltılması ve en önemlisi de sahip olduğu bilgiyi toplumun maddi ve manevi kalkınması için kullanan insanların yetiştirilmesi gerekir.  Eğitimin, her türlü bilgi elde etmenin temeli ilk olarak aile ortamında atılır. Ailede atılan bu temel okulda ve çevrede gelişme kaydeder. Ailede atılan eğitimin temeli çok önemlidir. Burada her anneye ve her babaya çok büyük, büyük olduğu kadar da önemli vazifeler düşmektedir. Çocuklarını ihmal eden ailelerin sonunda feryadı figanları hiç fayda vermez.

Her türlü cehaletin ve geriliğin İslam’da yerinin olmadığı gerçeği her Müslüman tarafından net bir şekilde bilinmeli, kabul edilmeli, ondan sonra da karınca kararınca ilim yolunda yürünerek ağır adımlarla bile mesafe kaydetmeye gayret edilmelidir. Müslümanlar olarak cehaleti aramızda barındırmak asla doğru değildir. Her gün yeni bir şey öğrenmek, böylece ilim yolunu açık tutmak her Müslüman için İslami bir görevdir. İlmin olmadığı bir kişide ve toplumda cehalet hâkimiyet kurar. Cehaleti yenmenin ve ondan kurtulmanın tek reçetesi ilimdir. Nitekim Efendimiz (sav); “Bilmediklerinizi sorunuz. Cehâletin ilâcı sualdir.” (yâni soru sorup öğrenmektir) buyurmuştur. (Ebû Dâvûd)  Her çeşit cehalet; okumakla, bilgi elde etmekle ve ilme sarılmakla yenilir. Cehalete yenik düşmemek için hayırlı ilmin her çeşidini baş tacı etmek gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : NANKÖRLÜK

“Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki insan pek zalimdir, pek nankördür.”   (İbrahim; 34)

Nankör;  kendisine yapılan iyiliği inkâr eden, gördüğü iyiliğin ve yardımların değerini bilmeyen, iyilik ve nimet verene karşı inkârcı bir tavır takınan kimse demektir. İyiliklere ve nimet verene karşı takınılan bu olumsuz tavra nankörlük denir. Eskiler bu kötü ahlâka ‘küfran-ı nimet’ derlerdi. Yani, nimeti yalan sayma, nimeti inkâr etme, nimeti ve sahibini görmezlikten gelme demektir.

Gördüğü iyilikleri, kavuştuğu maddi ve manevi nimetleri inkâr eden, iyilik edeni ve nimet vereni bilmeyen, teşekkür etmeyen veya şükretmeyen kimseye de nankör anlamında “kâfir-i nimet” denmiştir. Kâfir, Allah’tan gelen gerçeğin üzerini örten, gizleyen, tanımayan ve inkâr edendir. Nankör de, iyilikleri, nimetleri ve bunları yapanları görmez, inkâr eder, bilmezlikten gelir.

Nankörlük ya insanlara karşı ya da Âlemlerin Rabb’ine karşı yapılır. İnsanlar ölünceye kadar birbirlerine muhtaçtırlar. Başkaları olmadan hayatlarını sürdüremezler. Maddi gücün her şeyi çözmediği tecrübelerle ispatlanmıştır. Kişiye ana-babasının iyiliğinden tutun da, hasta olunca tedavi eden doktora, okutan öğretmene, yol gösteren bir büyüğe kadar, pek çok kimsenin iyiliği dokunur. Bir insana ana-babasının yaptığı iyilikleri saymak mümkün mü? Bu karşılıksız iyiliklere teşekkür etmek, insanlık ve yardım etme duygusunun yüceliğinin gereğidir. Maddeyi bütün ilişkilerin temeline yerleştiren, çıkarından başka kutsal tanımayan, bu yüzden de derin bir egoizme saplanan günümüz insanına bunu nasıl anlatmalı?

İnsan, diğer insanlardan gördüğü iyilik ve yardımlara teşekkür etmeli. Fakat iyilik edene kul köle olmak, onun karşısında ezilip büzülmek, zelil olmak doğru değildir. İyilik eden böyle bir şey beklerse, bu iyilik değil sömürü niyetidir. İyiliklere ve yapılan yardımlara, nankörlük etmek kötü ahlâktır, kınanması gereken kötü bir davranıştır. Ancak Müslüman’ı din sınırlarının dışına çıkarmaz.

Nankörlüğün iki boyutu vardır; Allah (cc)’ın verdiği nimetlere, yaptığı iyiliklere karşı nankörlük yapmanın da iki boyutu vardır.

Birincisi, Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre inkârcıların bu nankörlükleri onların küfretmelerinden kaynaklanıyor. ‘Küfür’ ile nankörlük farklı gibi görünse de aralarında yakınlık vardır. Nankörlük; kelimesinin anlam sahası içerisinde tıpkı küfür gibi, Allah (cc)’ın yaratıcı, bütün evrenin sahibi ve canlılara ait geçim kaynaklarının yaratıcısı olduğunu, insanın sahip olduğu hayat, can, kalp, eşya gibi şeylerin Onun tarafından verildiğini inkâr etmek vardır. Bu tutum da elbette tıpkı küfre düşmek gibidir. Kur’an-ı Kerim, Allah (cc)’ın verdiği nimetleri tanımayıp inkârcı olan azgınların cezalandırıldığını anlatmaktadır. (Sebe sûresi, 34/15-17.)

“Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah da yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesi tattırdı.” (Nahl sûresi, 16/112.) 

Ayetlerde karakterize edilen nankör tip, küfre düşen inkârcı tipidir. Böyleleri Allah-ü Teâlâ Hazretlerini Rabb olarak tanımadıkları gibi rızık verici, nimet verici olarak da tanımamaktadırlar. İbadetin (kulluğun) diğer bir adı da şükürdür. İnkârcılar Allah’a şükretmeyen insanlardır. Allah’a iman, yalnızca Cenab-ı Hakk’a ibadeti yalnızca O’na şükretmeyi gerektirir.

“İnkârcılar sıkıştıkları zaman Allah’a yalvarırlar, ama biraz rahatlayınca nankörlük ederler.” (isra sûresi, 17/67)

İkinci boyutu ise mü’min olan kimselerin verilen nimetlere, yapılan iyiliklere hakkıyla şükretmemeleridir. Esasen mü’minler, iman ederek şükrün birinci şartına uyarlar. Ancak onlar, hayatları boyunca ibadet, dua ve şükür ifadeleriyle Allah’a karşı şükreden kul olmaya devam edeceklerdir. Mü’minlerin şükürlerinin noksanlığı; ibadetlerdeki  hatalarıyla, harama düşmeleriyle ortaya çıkar. Bu hatalar onları küfre götürmez ama böyle şeyler de şükreden kullara yakışmaz. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Andolsun! Eğer şükrederseniz gerçekten size (ni’metimi) artırırım ve andolsun, eğer küfrederseniz (veya nankörlük ederseniz ) şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim sûresi, 14/7.) 

Kur’an-ı Kerim’de, insanların Allah (cc)’a karşı nankörlüğünden söz edilirken, “nankör” ve “nankörlük” kelimelerinin, “küfr” kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “Sebelilerin yurtlarında, Allah’ın kudretine bir delil olarak sağlı sollu iki bahçe bulunuyordu. Onlara: “Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin, işte hoş bir belde ve bağışlaması bol bir Rab!” denmişti. Fakat onlar yüz çevirdiler. Bunun için biz de üzerlerine “Arîm Seli”ni gönderdik. Onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlı ve içinde bir kaç sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Nankörlük ettikleri için onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör olandan başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe’, 34/ 15-17)

“Allah, size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misâl verir; her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı.” (Nahl, 16/112).

Yukarıdaki ayet meallerinin ilkinde geçen “nankörlük ettikleri için” sözü, Kur’an’daki “bimâ keferû” kelâmının mealidir. “Nankör” kelimesi de “kefûr” sözünün mealidir. Aynı şekilde, ikinci ve üçüncü âyetlerde geçen “nankör” ile “nankörlük” kelimelerinin tümü, “küfr” kelimesinin türevleridir.

Kur’an’ın müteaddit ayetlerinden anlaşılan o ki; nankörlük, adetâ insanı karakterize eden bir özellik durumundadır. Başına bir musibet geldiğinde Allah’a yalvarır, kendini emniyette hissedince de O’nu unutur. Rabbi kendisine bir nimet verdiğinde ona sevinir, fakat kendi hatası yüzünden başına bir kötülük geldiğinde nankörlük huyu yeniden depreşir. Rabbimiz, insanın bu vaziyetini, Kitâb-ı Mübîn’inde şöyle ifade buyurur: “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde Allah’dan başka tüm yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O, sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu nankördür.” (İsra, 17/67)

İnsan, kendine yapılan iyilik ve yardımların, verilen nimet ve rızıkların (değerini) bilmelidir. Bu iyilikler ister insandan gelsin, isterse Allah’tan gelsin; kişi bunun şuurunda olmalıdır. İyilik yapanlar genellikle karşılık beklemezler. Ancak iyilik yapanlar teşekkürü hak eder. Bu teşekkür, hem yapılan iyiliğin derecesini artırır; hem nimetin devamını sağlar, hem de iyilik yapan ile yapılan arasında sevgi bağı kurar. 

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KÜFÜR-2

Hatta kâfirlerin ilâhî mesajı duymamak için örtülerine bürünüp kulaklarını bile tıkadıkları olmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de  Cenab-ı Zül Celal Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“ Ve ben onları mağfiret buyurman için her davet ettiğimde onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve esvaplarına büründüler ve ısrar ettiler ve kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nûh 71)  

 Onların hakikate karşı kör ve sağır davranarak, bu şekildeki duyarsızlıkları, ilim, idrak ve duygu merkezi olması gereken kalplerini karanlıklar içinde bırakmıştır. Mezkûr ayetlerin işaret ettiği üzere insanoğlunda bir baş gözü bir de gönül gözü vardır. Baş gözü bir âzâ olarak insanlarda bulunduğu gibi hayvanlarda da bulunur. Fakat kalp gözü sadece insanlara mahsustur. İşte insana mahsus olan basîret melekesinin körelmesi hâlinde, insan idraksizlik nokta-i nazarından hayvan derekesine hatta hayvanlardan daha aşağıya düşmektedir. Kâfirlerin bariz özelliği, hakikatten habersiz olmalarıdır ki bunun da sebebi nankörlükleri yani kalplerindeki küfürleridir. Zira küfür yaratılışta var olan güzelliği, mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illeti, kısaca bir hakikat körlüğüdür. Kur’ân Kerim ayetleri ezelî ve ebedî yegâne hakikat olan Allah’a çağırırken, O’nu tanımama ve mesajına iltifat etmeme nankörlüğü, kalplerin paslanmasının bir neticesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa dikkat çeken ayetlerden biri şöyledir:

“Hayır bilâkis işlemekte oldukları ( günahlar ) kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.” (el-Mutaffifîn 83)

 Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem de işlenilen her günahın kalplerin mühürlenmesine nasıl zemin hazırladığını şöyle izah etmektedir:

“Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip affını dilerse, kalbi bu lekeden temizlenir, cilalanır. Fakat tekrar günaha dönerse bu nokta çoğalarak neticede kalbin tamamını kaplar. İşte Allah-u Teâlâ’nın Kur’an’da zikrettiği kalbin paslanması budur. (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn Mâce, Zühd, 29)

 Artık paslanıp kaskatı kesilen ve neticede mühürlenen bir kalp, uyarı ve nasihatten etkilenmeyecektir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:

“Gerçekte inkâra şartlanmış olanlar için kendilerini uyarıp uyarmaman fark etmez; onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.” (el-Bakara 2/6-7)   

 Allah (c.c)’a, O’nun ayet ve ahkâmına olumsuz yaklaşımları sebebiyle pas tutan inkârcı gönüller, zamanla kas katı kesilerek, O’nu zikretme, O’nu her şeyden çok sevme ve yalnız O’ndan korkup sakınma gibi ulvî yönelişlerden büsbütün mahrum kalırlar. Fahr-i Kâinât sallallâhu aleyhi ve sellem, de müslümanları Kur’an ve Sünnet’e uymaktan taviz vermemeleri ve bilhassa bid’atlerden uzak kalmaları hususunda uyarmış, onların kalp katılığından sakınmalarını şöyle ifade etmiştir:

“Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi unutturmasın! Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Kur’ân-ı Kerîm’in beyanına göre de kalbi katılaşmış inkârcı kimseler, Allah’ı zikrederek itminana kavuşma imkânından yoksun olmaları sebebiyle, geçici hevesler peşinde teselli ararlar. Onların kalpleri, ilâhi sevgi yerine batıl ve fânî sevgilerle, Allah korkusu yerine daha başka korkularla darmadağınık bir hâl almıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ashâbını küfre ve küfre düşürecek günahlara dalmaktan daima sakındırır ve onlara şu duâyı tavsiye ederdi: “Allah’ım! Kalplerimizi birleştir, aramızı ıslah eyle ve bize kurtuluş yollarını göster. Bizi küfür karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çıkar ve büyük günahların görüneninden ve görünmeyeninden uzaklaştır. Kulaklarımıza, gözlerimize, kalblerimize, eşlerimize ve çocuklarımıza hayır ver. Tevbemizi kabul et! Tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin. Bizi nimetlerine şükreden, onları kabul ederek Sen’i senâ eden kullarından eyle ve bize nimetlerini tamamla!” (Ebû Dâvûd)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KÜFÜR-1

Küfür sözlükte; örtmek, hakkı örtmek, kapamak, Hakk’ı inkâr etmek anlamındadır. Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve dini hükümlerden kesin olarak bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabul etmemektir. Kur’an-ı Kerim’de meâlen buyruldu ki:
“Muhakkak ki, küfre varanları, azap ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir. Onlar iman etmezler” (Bakara: 6)
  İnanılması gerekenlere inanmayan kimseye de gerçeği örttüğü için kâfir denilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”( Mâide; 44) buyrulmuştur. Küfür değişik açılardan ele alınarak sınıflara ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmı şunlardır:

1. Mutlak Küfür (Küfr-i İnkârî): Allah-u Teâlâ (c.c)’yı Resûl-i Ekrem (s.a.v)’i ve zarurat-ı diniyyeden olan şeylerin tamamını inkâr edenler, mutlak kâfirlerdir.

2. Küfr-i İnadî: İnsanın kalben Allah-u Teâlâ (c.c)’ya inanması, dil ile de zaman zaman ikrar etmesine rağmen, şöhret, makam, kin, ihtiras ve kavmiyetçilik sebebiyle İslâm dinine girmemesidir. Efendimiz (s.a.v)’in amcası Ebû Talib’in; “Ebû Talib atalarının dininden döndü.” dedirtmemek için direnmesi, bunun güzel bir örneğidir.

3. Küfr-i Nifak: İnsanın inanılması gereken şeyleri diliyle söylemesi, fakat kalbiyle tasdik etmemesidir. Münafıkların “iman” iddiası, bu şubeye girer.

4. Küfr-i Cehlî: İnsanın hem Allah-u Teâlâ (c.c)’ya, hem de Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e iman etmesi, fakat cehâlet sebebiyle zaruriyyat-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesidir. Günümüzde en yaygın olan küfür çeşidi budur.

5. Küfr-i Cûhud: İnsanın kalben Allah-u Teâlâ (c.c)’ya inanması, ancak diliyle imanını itiraf etmemesidir.  İnsan kibir, gurur ve inat gibi nefsin kötü sıfatları sebebiyle küfre sürüklenmektedir. Nitekim inkâr yolunu ilk açan şeytanın küfrü de böyledir. Kişi kimi zaman da hakikati kalben bilmesine ve zaman zaman diliyle ikrar etmesine rağmen, kıskançlık, şan, şöhret, makam, sosyal baskı ve kavmiyetçilik gibi sebeplerle İslam’ı bir din olarak kabullenmeyebilir. Ayrıca her hangi bir zorunluluk olmadığı halde, küfre götürecek bir söz söyleyen, inanılması gerekenleri ve İslam’ı küçümseyen ve onlarla alay eden kimseler de küfre düşebilmektedir. Dinimizde hürmet edilmesi, saygı gösterilmesi gereken şeylere hürmetsizlik eden, saygısızlık yapan; kötülenmesi, beğenilmemesi gereken şeylere hürmet eden, beğenen dinden çıkar. İnsan bir sözle (kelime-i şehâdet ile) müslüman olur. Bir müslüman da, küfre düşüren bir söz söyleyince kâfir olur. Her müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için bilmemek özür değildir. Bu sebeple her müslümanın küfre düşürücü söz ve hareketleri çok iyi bilmesi gerekir. İnanmamayı gösteren her söz ve her iş, şaka olarak da söylense küfür olur. Birkaç örnek verecek olursak:
İnsanlara mahsus sıfatları Allah (c.c) için kullanmak küfür olur. Allah-u Teâlâ’ya, sanatçı demek; Allah (c.c) unuttu; kaderime küstüm; Allah (c.c) bizi düşündüğü için göz, kulak vermiş; Allah (c.c) kuşlara kanat vermeyi ihmâl etmemiş; İlâhi şuur, ilâhî düşünce demek; Allah (c.c) bana kulum demesin; anladıysam Arap olayım; bugünkü Kur’an noksan demek. Bu işte ilâhi şuuru görüyoruz demek küfürdür. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ için, düşünerek yarattı demek küfürdür. İslâm düşüncesi demek de böyledir. Çünkü düşünmek insanlara mahsus şeydir. Dinsizlere şerefli kâfir demek; çalgı âleti ile ibâdet etmek veya ilahi söylemek; O, cimrilerin Allah (c.c)’ı demek. Ağza def-i hâcet lafzı ile sövmek. Peygamberleri küçültücü söz söylemek, meselâ ilk insan vahşî idi demek. Çünkü ilk insan Hz. Âdem peygamberdi. Melekleri küçültücü söz söylemek. Meselâ, senin bakışın bana Azrâil gibi geliyor veya çocuk iyi yetişmezse zebâni olur yâhut bu ibâdetin sevabını melek yazamaz demek. Âhirette olacak şeylerle alay etmek. Meselâ ben Cenneti istemem, Cehenneme gitmek isterim demek. Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına yani Kur’an-ı Kerim’de ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş ve islâm âlimlerinin kitapları ile her tarafa yayılmış, inanılması zarûrî olan din bilgilerinden birine inanmamak veya önem vermemek. Meselâ ben cinleri göremediğim için inanmam demek veya kesin haram olduğu bilinen bir şeyi yiyip içerken besmele çekmek. Özürlü kimseler için, îmâlât hatası demek; namaz kılmam ama kalbim temiz demek; kendisine Hans, Corc gibi gayrı müslim ismi ile çağırılmasını istemek; mümin için Nuh der, peygamber demez demek; haram kazanç ile sevap için kurban kesmek; ecelin hoyrat eli demek. Haram iş yapana, ne güzel yaptın demek. Şarap içene, ne güzel içiyor demek. Bir kimse falcıya gitse, falcı; senin başına şu işler gelecek dese, o da buna inansa, kâfir olur. Çünkü gaybı, ileride olacak şeyleri ancak ve ancak, Cenâb-ı Hak bilir. Bir de sevgili kulları kendilerine bildirildiği kadar bilir. Müslüman’a kâfir demek, kâfirlerin âyinlerini beğenmek, Allah (c.c) baba demek, Allah (c.c) gökte demek hep küfürdür. Hocayı kötülemek için hocayla etme pazar, sonunda fetvaya bozar gibi sözlerin çoğu küfürdür, îmanının gitmesine, dinden çıkmasına sebep olur. Bunun için ağzımızdan çıkan her söze dikkat etmemiz gerekir. Yalnız ölüm tehdidi altında bulunan bir kimse gönlü îmanla dolu olduğu halde canını kurtarmak için istemeyerek küfrü gerektiren bir söz söylediğinde îmânına zarar gelmez. Nitekim bir âyet-i kerîmede:

“Kalbi iman ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlanan kimse müstesnâ, her kim imandan sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.” (En-Nahl 16) buyrularak bu durum açıkça ifade edilmiştir. Bu ayetin sebebi olan olay konumuzu daha da aydınlatmaktadır: Müşrikler;  Ammar’ı, babası Yâsir’i, annesi Sümeyye’yi, Süheyb’i, Bilâl’i, Habbâb’ı ve Sâlim’i yakalamış ve işkenceye tabi tutmuşlardı. Sümeyye’yi iki devenin arasına bağlayıp germişler, onu ve kocasını işkenceyle öldürmüşlerdi. Ammar ise bu işkenceler karşısında kalben benimsemediği hâlde kâfirlerin kendisinden istediklerini söylemişti. Bunun üzerine gelip Resûlallah sallallahu aleyhi ve sellem’e:

– Ammar kâfir oldu, dediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“- Hayır, Ammar asla kâfir olmamıştır; o, tepeden tırnağa imanla doludur. İman onun etine kanına işlemiştir.” buyurdular. Daha sonra Ammar ağlayarak Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) ‘e geldi. Allah Resûlü bir taraftan onun gözünden akan yaşları siliyor, diğer taraftan da:

“- Eğer, sana tekrar işkence yapmak isterlerse sen de onlara istediklerini tekrar söyle!” buyuruyordu.

 Küfür, farklı sebeplerle insanların iç dünyalarında yer bulmaktadır. Küfrün en bâriz vasfı ise anlama, idrak etme ve hakikati görme merkezi olan kalbin istidatlarını köreltmesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’ de bu hâl şöyle tasvir edilmektedir:

“(Sana karşı çıkanlar ) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Fakat gerçek şu ki gözler kör olmaz göğüslerdeki kalpler kör olur.” (el-Hacc 22/46)

“…Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’râf 7)

Nefsin Hastalıkları : KARAMSARLIK

Cenab-ı Hak, yaradılışın gayesi olarak insanlara kulluk görevlerini yerine getirmelerini emretmiş, bu amaca ulaşmak için de onları gerekli duygularla donatmıştır. Bu duygular belirtilen amaca yönelik olarak hayata geçirildiği vakit, insanların dünya ve ahiret saadeti teminat altına alınmış olur. İşte bu saadetin sağlanması için de aklın gönül üzerinde hükümranlık kazanması ve oluşacak duyguların akıl süzgecinden geçirilmesi gerekir. Bu bağlamda nefsânî duygulardan karamsarlığın insan hayatı üzerindeki etkileri çok büyüktür. İşinde başarısız olan, çok sevdiği bir eşyayı kaybeden, mutlaka geçmesi gereken bir sınavdan geçemeyen veya olumsuz gibi görünen sonuçlarla karşılaşan bazı insanlar, eğer bu konuları hayatlarının amacı haline getirmişlerse, hiç beklemedikleri bu sonuçlar karşısında genellikle büyük bir üzüntüye kapılarak sarsılırlar. İmanı kuvvetli olan bir insanın bu tür olaylar karşısında gösterdiği tavır ise bundan çok farklıdır. Başına gelen her türlü olayı yaratanın Yüce Allah (cc) olduğunu bilen bir mü’min, başına gelen her olayı olumsuz gibi görünse de büyük bir olgunlukla karşılar. Rabb’imiz, Kur’ an-ı Kerim’de kullarına; Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz.” buyurmaktadır. (Enbiya Suresi, 35) Dolayısıyla bir mü’min zorluk ve sıkıntıyla denense bile başına gelebilecek hiçbir olayda karamsarlığa kapılmaz.

İnsanlara karamsarlığı aşılayan şeytandır. Şeytan insanlara çoğu zaman kendine güvensizliği, gelecekten yana ümitsiz olmayı, olaylara hep karamsar açıdan bakmayı telkin etmeye çalışır. İnsanların iman etmelerini, Allah’a karşı itaatli olmalarını, kadere teslim olmuş, tevekküllü, ümit ve şevk dolu bir şekilde yaşamalarını istemez. Çünkü bu sayılanların hepsi hem Allah’ın beğendiği ve O’na yakınlaştıran hem de Kur’an-ı Kerim ahlâkının yaşanması için gerekli olan özelliklerdir. Şeytan ise insanların Allah’a yakınlaşmalarını, Kur’an ahlâkını gayretli ve kararlı bir biçimde yaşamalarını istemediği için, basit bir olay karşısında bile insanları ümitsizlik telkiniyle karamsarlığa, yılgınlığa, şevksizliğe, çaresizliğe ve bıkkınlığa sürüklemeye çalışır. Bu tarz insanların aklı, çarpık mantık örgüsü, yargı ve muhakemesi de karamsarlıkları nedeniyle sağlıklı karar almalarını zamanla güçleştirir. Ayrıca karamsar insanlar, kendilerine olduğu gibi etraflarındaki insanlara da olumsuz ve karamsar bir hal aşılarlar. Bu tutumlarıyla da bilerek ya da bilmeyerek şeytanın hizmetine girmiş olurlar. Çünkü şeytan insanlara yerleştirmek istediği ruh halini karamsar insanlar vasıtasıyla diğer insanlara telkin etmektedir. Şeytanın bu oyunu Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmiştir:

“…Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” (Enam Suresi, 121)

Şeytanın tüm bu telkinlerinin etkisiz olduğu kişiler ise yalnızca mü’minlerdir. Mü’minler, her zaman ümitvâr olarak, karamsar bir yaşam tarzından tamamen uzak kalarak, hem Allah’ın hoşnutluğunu ve âhiret sevabını kazanır hem de Allah’ın bir nimeti olarak dünyada da sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürerler. Her şartta ümitvâr, Kur’an ahlâkına gönülden bağlı ve Allah (cc)’ı çok yakın dost edinmiş oldukları için şeytan karamsarlığa kapılmaları yönünde mü’minlere etki edememektedir.

Müslüman’ın hayatında karamsarlık duygusunun hiç bir yeri yoktur. Zira İslamiyet, Allah’ın rızasını gözettiği takdirde Müslüman’ın sürekli ibadette olduğunu vurgular. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Müslüman’ın işi hayret vericidir. Onun tüm işleri hayırdır. Kendisine bir iyilik dokunduğunda (sevindiğinde) şükreder, bu onun için hayırdır. Başına bir felaket geldiğinde sabreder, bu da onun için hayırdır. Ve bu yalnızca Müslüman’a hastır.” (Müslim Zühd 13 )

Karamsarlığın oluşup gelişmesinde aile ve çevrenin önemli etkisi olduğu gibi, şahsi hayat felsefesi olarak seçtiği ideolojinin etkisi daha fazladır. Zira ahiret inancından yoksun bir görüşle ona inanan bir görüş arasında büyük bir fark vardır. İlki, hayatın yalnızca maddi oluşu inancına karşın, diğeri hayatın daha geniş olduğuna, madde ve mânâ âlemini kapsadığına, dirildikten sonra hesaba çekileceğine ve bundan dolayı da hayatına Cenab-ı Allah’ın emrettiği şekilde bir çeki düzen vermesi gerektiğine inanır. O bütün bunları yaparken de büyük bir teslimiyet içinde, önce kendi nefsine daha sonra da insanlara faydalı olmayı düşünür.  İşte bu iki hayat bakışını, Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti çok güzel bir şekilde açıklamaktadır:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.” (En’am/125)

Ferdin güven duygusunu tahrip eden, canlılığını ortadan kaldıran, onu dar bir dünyada yaşamaya mahkûm eden ve başkalarına hep şüphe ile bakmaya yönelten karamsarlık, psikolojik açıdan etkili olduğu gibi, fiziksel açıdan da insanın sağlığına büyük tahribatlar verebilmektedir. Bu duygu, çeşitli hastalıkların oluşmasında önemli derecede rol oynayabilmektedir. Kalbin hızlı atması, yüz buruşması, tansiyon düşüklüğü, iştahsızlık ve ondan ileri gelen karaciğerin görevlerini yerine getirmemesinde, şeker hastalığının oluşmasında önemli bir faktör olduğu bildirilen bu karamsarlık, ferdin keder ve üzüntüler içinde sıkıntı çekmesine ve bu kederden dolayı oluşacak daha başka hastalıklara da yol açabilmektedir. Bütün bu hastalıkların oluşmasının da ardından fert, Cenab-ı Allah’a karşı olan güven ve teslimiyet duygusunu da kaybeder. Zira herhangi bir musibetle karşı karşıya kalan Müslüman’a layık hareket, “De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.”(Tevbe/51) buyrulduğu üzere Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerine yönelmektir. Bu karamsarlık duygusunun atılması için İslamiyet’in öngördüğü reçete ise Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir;

(Bunlar) İman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 28.) “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran 139.) Peygamber Efendimiz (sav) de dualarında Cenab-ı Allah’a yönelerek şöyle derdi:

“Ey Rabb’im! Keder ve hüzünden Sana sığınırım.”

İşte buradan hareketle Müslüman’ın karamsarlık duygusundan kurtulması için aşağıda ifade edeceğimiz şeyleri sürekli göz önünde bulundurmasında fayda vardır.

Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin Kur’an-ı Kerim’de ki; “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi 87) hükmünü bilen bir mü’min, böyle bir tutumdan şiddetle kaçınır. Allah’ın “Mutsuz-bedbaht’ olan ondan kaçınır.” (A’la Suresi, 11) ayetinde bildirdiği gibi, mutsuzluk ve karamsarlık bir mü’minin değil ancak ahirete iman etmeyen insanların tavrıdır.  Müslüman’ın başına gelecek iyilik ve musibetlerde kendisi için hayır vardır. Onun için Müslüman, sıkıntılara sabredilmeli, Müslüman’a yakışacak bir şekilde başına gelen musibetten kurtulmanın veya bu musibeti hafifletmenin çarelerini araştırmalıdır. Zira karamsarlığın, Cenab-ı Allah’a karşı beslenen güven duygusuna zıt olduğu göz önüne alınacak olursa, karamsarlık neticesinde amellerin boşa çıkma tehlikesi göz önüne alınmalıdır. Kıyametin alâmetlerinden olan güvensizliğin yaygınlaştığı bu günlerde, bir Müslüman fiil ve hareketleriyle İslam’a yakışır şekilde gerekli güven duygusunu başkalarına verebilmeli, bu duygunun yaygınlaşması için elinden geleni yapabilmelidir. İnsan nefsinde en ufak bir bezginlik veya ümitsizlik hissederse, hemen Cenab-ı Allah’a yönelmeli, tam bir teslimiyet içinde iki rekât namaz kılıp gerekli güven duygusuna erişebilmelidir.

Kadere teslimiyette karamsarlığın bir çözümüdür. Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, her şeyi bir kader üzerine yaratır. Dünyaya gelmiş ve gelecek olan her insanın Allah’ın belirlemiş olduğu bir kaderi vardır ve insan ne yaparsa yapsın kaderinde başına gelecek iyi veya kötü hiçbir olayı değiştiremez. Bunun bilincinde olan bir mü’min, başına gelebilecek olumsuz gibi görünen herhangi bir olayın da Allah’ın kendisi için belirlediği kader dâhilinde gerçekleştiğini bilir. Örneğin tüm mal varlığını ya da sevdiği birini kaybedebilir, bir kaza geçirip bedeni gücünü yitirebilir, ama ümidini ve inancını asla yitirmez. Yaşadığı hayat boyunca bunlara benzer pek çok olay insanın başına gelebilir. Aslında, bir an sonrasının dahi ne olacağı, kişinin ne ile karşılaşacağı kendi bilgisi dâhilinde değildir. Tek gerçek, kişinin yaşayacaklarının, daha o doğmadan yüzlerce hatta milyarlarca yıl öncesinden Allah katında belli olduğudur. Kişi, günü ve saati geldiğinde o olayı mutlaka yaşayacaktır. Bu, onun kaderidir. Allah’ın belirlemiş olduğu kader mutlaka işleyecektir. Kişinin kendisi için hazırlanan kadere teslim olması, yaşadıklarında her zaman hayır araması, en önemlisi de şeytanın bir telkini olan karamsarlığa kapılmaması ve her durumda Allah’a şükreden bir kul olması, Kur’an ahlâkına göre en güzel ve en doğru davranış olacaktır.

Aslında düşünülmesi gereken bu olayların tümünün, insanların sınanması için Allah-ü Teâlâ Hazretleri tarafından hazırlanmış imtihanlar olduğudur. Öyleyse bu imtihanlara karşı imanımızı sağlam, ahlâkımızı güzel, kalbimizi temiz tutarak daha güçlü olmalıyız. Çevremizle ve kendimizle barışık olarak yaşamak zorundayız. Hele ki Allah yolunda ilerlemeye çalışanların, edinmiş oldukları bilgi ve birikimleri ölçüsünde daha güçlü olmaları beklenir. Başa gelen sıkıntılar ortaya çıktığında : “Neden? Neden ben?” diye sormamalıdır. Çünkü bizim şer olarak algıladığımız her şey, aslında bizim hayrımızadır. Nitekim bir ayeti kerimede Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara; 216)

Bizler beşeriz, şaşarız, hatâlar yaparız. Önemli olan bu hatâlardan ders alıp, aynı hatâları defâlarca tekrarlamamaktır. Nefsimizi sürekli kontrol etmeliyiz ki ona kul olmayalım. Yoksa nefsimizden kaynaklanan hatalar bize nice pişmanlıklar yaşatabilir. Ümitsizliğe düşmüş nice hatalar yapmış; çareyi çaresizlikte, ümidi ümitsizlikte, mutluluğu mutsuzlukta arayanlar gibi olur, daima hüsranda ve günahta kalırız. Henüz iş işten geçmeden, düşmüş olduğumuz durum karşısında, sevgi ve dostluklarla karamsarlığa, ümitsizliğe son vererek çok çalışmalıyız. Bunun için Allah’tan (cc) ümidimizi kesmeden, O’nun rahmet ve merhamet deryasında ümidi aramalıyız. Yaptığımız ve yapacağımız her işimizi O’nun rızasını gözeterek yapmalıyız ki yaşadığımız bu dünyayı hem kendimize hem de sevdiklerimize zehir etmeyelim. Peygamber Efendimiz (sav) bir kutsi hadisi şerifte şöyle buyurmaktadır:

“Ey kulum! Benim rızam, senin kazama razı olmana bağlıdır. Ne zaman kazama razı olursan, rızamı bulursun.”

Allah’tan (cc) af ve mağfiret dileyerek tövbe etmeliyiz. Doğru şeyleri doğru zamanda yapmalı ve O’nun rahmet kapısından içeri girmeliyiz. Çünkü O’nda ümitsizlik, çaresizlik ve hayıflanma yoktur. O’nun merhameti çok ve büyüktür.

“Nefse göstereceğiz; Allah’ın yolunu, Kur’an’ın yolunu, şeytanın ve nefsin yolunu!”

“Hadim-ül Fukara Abdullah Gürbüz (ks)”

Nefsin Hastalıkları : HIRSIZLIK

Hırsızlık; başkasına ait olan bir malı, korunduğu yerden, sahibinin bilgisi dışında gizlice almak demektir. Fakihler ise hırsızı şöyle tarif ederler: Başkasının mülkü olduğu kesinlikle bilinen nisap miktarı veya kıymeti nisap miktarını bulan, korunan bir malı gizlice alan akıl baliğ kimsedir. Bu vasıflardan biri olmazsa haddi gerektiren şer’î hırsızlık tahakkuk etmemiştir. Nisaptan az olan malın alınması, çalanın çocuk olması, korunmayan bir malın alınması gibi.

İnsanda hırs, israf, lüks hayat, mal-mülk sahibi olmak gibi doymak bilmez duygular vardır. Bunları meşru yolla elde edemeyenler veya bu menfî duygularını dizginleyemeyenler, başkasının mal ve servetine göz diker, hırsızlık ve soygunculuğa yeltenirler. Hırsızlığa yeltenmelerinin ise birçok sebebi vardır. İşsizlik, açlık, lüks içinde yaşayanların yaşantılarına özenme, öyle yaşamak için amacına götüren her yolu mübah sayma, tembellik, şeytanın ve kötü düşüncesinin tahrîkine uyma, lüks içinde yaşayanların haksız kazandığına inanma, haset düşüncesi (Onlar neden lüks içinde yaşıyorlar? Ben neden bu şekilde yaşayamıyorum düşüncesi?), çekilen sıkıntı ve zorluklardan en kısa zamanda en kestirme yoldan kurtulma düşüncesi, inanç zayıflığı, Allah (cc), cennet, cehennem inancının olmaması gibi sebepler insanları bu yanlış davranışa sevk edebilir. Oysa insan emeğinin ve malının dokunulmazlığı vardır. Kimse, başkasının malını haksız yere çalamaz, gasp edemez.  İslam mal emniyetini mühim bir esas kabul etmiş, malını müdafaa ederken öldürülenin şehit olacağını bildirmiştir. Cenab-ı Hakk malın korunmasını, hırsızlığı yasaklayıp, hırsıza ağır cezalar vermek suretiyle sağlamıştır. Nitekim bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Maide, 38)

İlk bakışta hırsızın elini kesmek, insafsızlık veya adaletsizlik gibi görülebilir. Oysa mal ve emek uğruna verilen savaşlar hiç hesaba katılmamaktadır. Kim bilir mal sahibi ne kadar güçlüklerle, dişinden tırnağından artırarak o malı kazanmıştır. Sonra hırsız, belki de mal sahibinin hayatî ihtiyaç duyduğu bir malını, ilaç parasını çalmaktadır. Hırsız, sadece başkasının malını aşırmakla kalmaz. Nice cinayet ve başka zararlara da sebep olabilir. Hırsızlık sebebiyle toplumda mal ve can güvenliği kalmaz; huzur ve toplumun düzeni bozulur. Çalışmadan üretmeden kazanma düşüncesi yaygınlaşır. İslam dininde toplumun huzurunu bozmak cinayetten daha kötü sayılmıştır. Bundan dolayı Allah-ü Teâlâ Hazretleri, hırsızlığı büyük günahlardan saymıştır. İnsanların bir şeyde ne kadar emeği varsa o şey o kadar değerli olur. Dolayısıyla hırsızın çaldığı malda bir emeği olmadığı için, çaldığı malı büyük oranda düşük fiyata satmakta tereddüt etmemektedir. Bu da alıcıları helal kazanma düşüncesinden uzaklaştırır. Üretilen mallar gerçek değerinden uzaklaşır. Üretime de engel olunmuş olunur. Hırsızlık ile yeni doğacak çocukların gelecekleri ve gelecekte daha iyi imkânlarda yaşama hakları çalınır. Başkasının bir ömür boyu çalışıp kazandıkları, biriktirdikleri birkaç saat içinde hırsızın eline geçer. Bu da adalete aykırıdır. Bu şekilde çalışana haksızlıktır. Efendimiz (sav); “Aldatan bizden değildir.” Buyurarak; emeği, çalışıp kazanmayı kutsallaştırmıştır. Bir bahçeye uğradığında, çamurlu elini gizleyen bir kişinin, özellikle çalışıp ürettiği bu çamurlu elini sıkmıştır. Rasulullah (sav) Efendimiz devrinde, iki kişinin eli kesilmiş ve başka da hırsızlık hadisesi tespit edilmemiştir. Hz. Ebu Bekir Efendimiz devrinde Esma binti Umeys’in gerdanlığını çalan bir Yemenlinin eli kesilmiştir. Hz. Ömer Efendimizin döneminde de yalnız bir hırsızlık olayı tespit edilmiş ve bu yüzden İbn-i Semure’nin eli kesilmiştir. Demek ki Rasulullah (sav) Efendimiz ile iki halife devrinde (22 yıl içinde) beş hırsızlık hadisesi görülmüş ve gerekli ceza verilmiştir. Hz. Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) şöyle buyurdular: “Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen, bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lanet etsin.”

Rasulullah (sav) Efendimiz, “yumurta” ve “ip”le elin kesilmesine sebep olan asgarî nisâbı kastetmiştir. Yani ip, yumurta gibi kıymetsiz şeyleri çalarak hırsızlığa alışan kimse, bu değersiz şeylerle alıştığı hırsızlık sebebiyle elini kaybedebilir. Rasulullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz bu durumu hatırlatarak; daha işin başında, ehemmiyetsiz gibi görünen bu alışkanlıklara düşülmemesini ikaz buyurmaktadır. Hırsızlığın birçok çeşidi vardır. Bunlar; “Başkasına ait bir malı çalmak.”, “Bir malı ölçerken, tartarken  eksik ölçüp tartmak, eksik vermek.”, “Devlete ait bir malı kendi çıkarı için özel işinde kullanmak.”, “Alışverişte hile yapıp müşteriyi kandırmak.  900 gr şekeri,1 kg etiketle satmak.”, “Toplumun ihtiyaç duyduğu malı piyasadan çekmek, pahalanmasına sebep olmak; sonra yüksek fiyatla satmak.”, “Rüşvet, adam kayırma, makam ve mevkisini, otoritesini kullanarak, başkalarının malına konmak.”, “Kapkaç, haraç almak, yankesicilik, eli uzunluk, hazine arazilerini yağmalamak. Nitekim Rasulullah (sav) Efendimiz; “Kim haksız yere bir karış toprağı üzerine geçirirse, Allah kıyamet günü onun yedi katını bu kişinin kafasına geçirir.” buyurmuştur.”, “Başkalarının emek harcayarak yaptığı projenin altına kendi imzasını atmak, başkalarının bilimsel buluşlarını, kendi buluşu olarak sunmak.”, “Çalıştırdığı işçisinin hakkını vermemek, zamanında vermemek ya da onun mecbur olmasını bilerek fırsatçılık yapmak.”

“Bir de mâneviyatta, “Hâl Hırsızı” denilen bir terim vardır ki başkasının görmüş olduğu hâli kendi görmüş gibi nakleder. Konuya açıklık getirmesi için bir örnek verecek olursak, bir kardeşimiz şöyle nakletti;

“Bir gün Abdullah Baba (ks) Hazretleri ile beraber bir yere ziyarete gitmiştik. Sohbet ve ziyaretler bittikten sonra, bir mezarlığa gidildi. Bazı mevzulara hüccet (delil) olması bakımından kabirde olanlarla ilgili hâl anlatıldı. Orada bir şahıs da hâl anlattı. Daha sonra Abdullah Baba Hz.leri bana da ne gördüğümü sordu, ben de anlattım. Oradan ayrıldık. Baba ile ikimiz bir ara yalnız kaldık. Efendim bana: “Evladım, filanca adam helâka gidiyor. O adam yalan söylüyor, o görmediği bir hâli görmüş gibi etrafındakilere anlatıp kandırıyor. Maneviyatta böyle bir adama, hâl hırsızı derler” buyurdu.”

Birde İslamî yaşam düzeninin hırsızlık olayına bakışını, olayın öncesi, anı ve sonrası ile kıyaslayarak karşılaştıralım:

Hırsızlık bir hastalıktır. Buna alışan insanlar (tıpkı evleri, milyarları olduğu halde çalmaya devam edenler gibi…) bir kaç ay yatmakla düzelmez, aksine bu işin kıdemlilerinden cezaevlerinde ders alıp, daha bir bilenmiş olarak cezaevlerinden çıkarlar. Özellikle günümüzde cezaevlerini, kış yaklaştığında küçük bir âdî suç işleyerek, kışı geçirmek için kullanan “mevsimcilerin” bulunduğunu düşünürsek, hırsızlığa karşılık cezaevlerinin caydırıcı bir unsur olmadığı görülmüş olur. Hırsızlık cezası, hırsızlıktan caydırmalıdır. Bu nedenle kimseye torpil, adam kayırma yapmadan tüm seviye mekândaki insanlara bu ceza uygulanmalıdır. Efendimiz (sav); “Sizden öncekileri helak eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptımı onu terk edip (ceza vermezlerdi). Aralarından kimsesiz zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona hadd tatbik ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka O’nun da elini keserdim.” (Buhari) buyurmuşlardır.

İslam hırsızlık cezasının uygulanabilmesi için, önce hırsızlığa neden olan olayları (açlık, kıtlık, işsizlik…) ortadan kaldırmayı amaçlar. Bir ülkede açlık, kıtlık, işsizlik varsa, o ülkede hırsızlığın cezası uygulanmaz. Hz. Ömer (ra), kıtlık vakti hırsızlık cezasını yasaklamış, kendilerini aç bırakıp, hırsızlık yapmak zorunda bırakılan hizmetçilere değil, onları o hale düşüren kişiye ceza vermiştir. İslam, kişilerin asgari ihtiyaç maddelerini karşılayacak ortamı oluşturup, aç, işsiz kimse ortada kalmadıktan sonra; toplum genel itibariyle derinlemesine ve geniş bir açıdan bilinçlendirilip, eğitildikten sonra hırsızlık cezasını uygulamaya başlar. Kısaca; hırsızlık olmadan önce, İslam gerek şartlar, gerek eğitim olarak hırsızlığa neden olacak durumları ortadan kaldırır. Hırsızlık olduğunda bakılır; “Eğer hırsız akıllı, ergen ise, (çocuk, deli değilse)”, “Mal belli bir değerin üstünde olursa”, “Mal gizlenmiş iken, evde, işyerinde, korunan kapalı bir yerde iken çalınmış ise”, “Hırsızın, çaldığı malda mülkiyet hakkı yok ise”, “Mal, kamu malı değilse”, “Çabuk bozulan et, süt, yaş meyve vs değilse”, “Eşi, çocuğu, babasının… malı değilse”, “Mahkemeye başvurmadan önce, mal geri verilip tövbe edilmemiş, uslanılmamış ise”, “İki şahit var ise veya hırsızın itirafı ile suç kesinleşmiş ise”, tüm bu şartlar var ise, hırsızlığın cezası uygulanır.

Hapis cezasının caydırıcı olmadığı, bir otel gibi kış mevsimlerinin geçirildiği, hırsızlığın ihtisasının yapıldığı mekânlar olduğu uzmanlarca itiraf edilen bir durumdur. Hiç bir hırsız bu ortamda aldığı cezadan dolayı pişman olmaz. Hırsızlığa niyet edenlerde, bu cezalardan çekinip, hırsızlıktan vazgeçmez. İslam ise verdiği ceza ile hırsızlıktan insanları caydırır. Hele hele o insan aç, işsiz değil ise böyle bir cezayı göze alıp hırsızlığa niyet etmez.

İslam gerek eğitim, gerek emirler (dayanışma, yardımlaşma, zekât, komşu hakları, kul hakkı…) gerekse açlık, kıtlık, işsizlik vb şartları göz önüne alıp, hırsızlığın olmayacağı bir ortamı hazırlamaya çalışır. Yine hırsızlık olursa belli şartları arar (gizlenmiş, belli bir değerin üstünde, şahit…) tüm bunlar varsa, o âdî hastalığın yayılmasına engel olacak, en katı ve caydırıcı cezayı verir ki insanlar niyetleri bazında bile olsa, böyle bir şeye tenezzül etmesin.

Hırsızlığı önlemek için şunlar yapılmalıdır:

Eşit gelir dağılımı önemsenmeli. Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin yarattığı nimetlerden herkesin eşit oranda yararlandırılmasına çalışılmalıdır. Toplumun bireyleri topluma karşı duyarlı olmalı, yardımcılık ve biz duygusu gelişmelidir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”, hadis-i şerifi layıkıyla kavranmalı ve bu doğrultuda hareket edilmelidir. Toplumdaki birlik beraberlik, acıma, merhamet, hoşgörü, duygusu yaygınlaştırılmalı, toplumun yaptırım gücü olmalıdır. Mesela küçük yerleşim yerlerinde böyle bir şey olduğunda, yapan kişi toplumdan dışlanmaktan çok çekinir, bu konuma düşürücü davranışlardan uzak durur. Herkes yakınlarından başlayarak uzağa doğru aç ve açıklara yardım etmeye çalışmalıdır. Akşam yatağına girdiğinde, masasında yemeğine başladığında bu nimetleri bulamayanları düşünmeli, gereğini yapmaya gücü oranında gayret göstermelidir. Hırsızlık yapma ve yaptırılma sebepleri derinlemesine incelenmeli, bu sebepler ortadan kaldırılmalıdır. Bir daha bu yolun açılmasına asla izin verilmemeli, yapanlara etkili caydırıcı karşılık verilmelidir. İnsanlara helal kazanma düşüncesinin önemi kavratılmalı, bu konuda örnekler sunulmalıdır.İnsanlara Allah-ü Teala Hazretlerinin kendisini her yerde her zaman gördüğü düşüncesi, yaptıklarına ahirette (cennet-cehennem) karşılık verileceği düşüncesi  anlatılmalı, kavratılmalıdır. Böyle bir eğitimin pratik hali öğretilmelidir. İşte bu durumda kötülük yapma isteği karşısında insanın eli kolu bağlanacaktır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : LANET ETMEK

Lanet etmek, lanet edilen canlının, hem dünya hem de ahirette Allah (cc)’ın rahmetinden uzak kalmasını dilemek demektir. Lanet olsun, Allah (cc)  lanet etsin, lanet olası, mel’un adam gibi sözler; farkında olunsun veya olunmasın, kişinin rahmetten tard edilmesini, uzak tutulmasını istemek demektir. Lânetlenmiş varlıkların başında şeytan gelir. Şeytan aleyhi’llâ’ne cümlesi, “Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytan” anlamında çokça kullanılan bir ifadedir. Taşıdığı anlam itibariyle Kur’an-ı Kerim’de lanetin muhatabı şeytan,  kâfirler ve yahudilerdir.

  Bir mü’mine lanet etmek, onun şeytan gibi İlâhî rahmetten ebediyyen mahrum kalmasını dilemek anlamına gelir. Bu ise, o Müslüman’ın hayat hakkına saldırıda bulunmak, onu öldürmek gibi çok ağır bir suçtur. Hatta bir Müslüman’ın tam anlamıyla ölmesini dilemek anlamındadır. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sav); “Mü’mine lanet etmek, onu öldürmek gibidir.” buyurmuşlardır. (İbni Mâce, Keffârât 3.)

Öldüren, öldürdüğü Müslüman’ı sadece dünyevî hak ve menfaatlerinden mahrum bırakır. Lanetçi ise, dileğine kavuşsa da kavuşmasa da Müslüman’ın hem dünya hem de ahiret mutluluğuna mâni olmak için teşebbüste bulunmuş demektir.

Diğer peygamberler, kavimlerine lanet ettikleri halde, Peygamber Efendimiz (sav) bir savaşta, kâfirlerin yok olması için dua etmesini istediklerinde;

“Ben lanet etmek için, insanların azap çekmesi için değil; herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim.” buyurdu. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de mealen; “Resulüm! Biz Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik” buyruluyor. (Enbiya 107)

Zeyd b. Eslem (ra) şöyle anlatırlar:

“İbni Numan (ra) içkili vaziyette, Efendimiz (sav)’in yanına getirildi. Efendimiz (sav) kendisine sopa attırdı. Bu durum dört beş kez devam etti. Adamın biri:

”Allah lanet etsin. Ne çok içiyor. Hâlbuki o kadar da dövülüyor” dedi. Efendimiz (sav):

”Sakın O’na lanet etme. Zira O, Allah ve Rasulü’nü hep sever” buyurdu.

”Sakın öyle demeyin. Kardeşiniz aleyhine şeytanla işbirliği yapmayın. Fakat ”Allah’ım! O’nun günahını affet. Allah’ım O’na doğru yolu göster” diye dua ediniz.” buyurdu.

Peygamber Efendimiz (sav); genel bir beddua, lanet etmedi. Ancak lanete müstahak olan bazı gruplara lanet etmiştir. Hadis-i şeriflerde, “Allah lanet etsin!” denilen zümrelerden bazıları şunlardır:

-Kadın elbisesi giyen erkeğe, erkek elbisesi giyen kadına;

-Kadın gibi davranan erkeğe, erkek gibi davranan kadına;

-Rüşvet alıp verenlere;

-Ashabıma sövenlere;

-Zekat vermeyenlere;

-Ana-babasına lanet edene;

-Lûtilere;

-Zalim âmirlere, fasıklara, sünnetimi yıkan bid’atçılara;

-Altın ve gümüşün kuluna, paraya tapana;

-Halkın işlerini üstlenip de onlara güçlük çıkarana;

-Hanımını anasından üstün tutana;

-Sadaka vermeye engel olana;

-Allah’tan ümit kestirip dinden nefret ettirenlere;

-Bid’atlar çıkınca âlim ilmini açıklasın! İlmini açıklamayana;

-Vücuduna dövme yapana, yaptırana, faiz alıp verene;

-Ana ile evladın, kardeşle kardeşin arasını açana;

-Kızını fasıkla evlendirene;

-Ölü için ağlayana

Kur’an-ı Kerim’de, Ebu Leheb için, “Onun eli kurusun” buyruldu. Ebu Leheb’in oğlu Uteybe, (Tebbet) suresi gelince, Rasulullah Efendimiz (sav)’e hakaret etti. Üzülen Peygamber Efendimiz (sav); “Ya Rabbi! Buna bir canavar musallat eyle!” dedi. Ebu Leheb’in oğlu Uteybe Şam’a giderken, bir gece arkadaşlarının arasında yattığı sırada, bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe’ye gelince onu parçaladı.

Efendimiz (sav), sol eliyle yemek yiyen birine de; “Sağ elin ile ye!” buyurdu. “Sağ kolum hareket etmiyor” diye yalan söyledi. Bir Peygamber ile alay eden bu kimse için Rasulullah (sav); “Sağ elin artık hareket etmesin” buyurdu. Peygamber Efendimiz (sav)’in buna benzer bedduaları vardır. Diğer insanların ibret almaları ve hidayete kavuşmaları için böyle mucizeler vâkî olmuştur.

Ana-babanın çocuğuna yaptığı hayır dua, mazlumun (kâfir bile olsa) kendine zulmeden zalime yaptığı beddua, misafirin ev sahibine yaptığı hayır dua kabul olur. Yoksa misafirin, suçsuz olan ev sahibine yaptığı beddua kabul olmaz. Mazlumun, kendine zulmetmeyen birine yaptığı beddua kabul olmaz. Ana-babanın, evladına yaptığı hayır dua kabul olur. Kötü ana-babanın, suçsuz ve iyi olan çocuğuna yaptığı beddua kabul olmaz. Kısacası haksız olarak yapılan beddua kabul olmaz. İbni Mübarek Hazretleri, çocuğunu şikâyet edene, “Çocuğa beddua ettin mi?” dedi. O da evet deyince, “Çocuğun ahlâkını sen bozdun.” buyurdu. Efendimiz (sav);

“Bir kul, herhangi bir şeye lânet ederse, o lânet semaya yükselir. Fakat göklerin kapısı bu fena söze karşı kapanır; yere iner, onun da kapıları kapanır. Sonra sağa sola başvurur, girecek yer bulamayınca, lanete müstehak olana gider. Eğer lânete lâyık değilse, bu defa lanet edene rücû eder (döner).” buyurmuşlardır. (Hadîs-i şerîf Riyâzüs Sâlihîn)

Beddua etmeye alışmamalıdır. Çünkü Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyiniz! Duaların kabul olduğu bir vakte rastlar da, bedduanız kabul olur.”(Müslim)

Nefsin Hastalıkları : İSRAF

“İsraf etme! İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir.” (İsra 26,27)

İsraf; lüzumsuz yere harcama yapmak, ihtiyaçtan fazla tüketmek, saçıp savurmaktır. İnsan fiillerinde; sınırı aşan, aşırılık yapan, dengesiz harcama yapan kimseye de müsrif denir. Tüketim ve harcamanın; en aşağı derecesi cimrilik, orta derecesi iktisat, aşırı derecesi ise israftır. İsraf cimrilikten de kötüdür. Allah-ü Teâlâ Hazretleri bir ayeti kerimede cimrilik hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Elini boynuna bağlı tutma (cimrilik yapma). Onu, büsbütün de açıp-saçma (İsraf da yapma), sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun.” (İsra/29.)

İslam’ın emri iktisattır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav); “İktisat eden zenginleşir, israf eden fakirleşir.” (Bezzar) buyurmuşlardır. İsrafın mukabili olan iktisat, mü’minlerin bâriz vasıflarından birisidir. Allah-ü Teâlâ Hazretleri cömertleri bir ayeti kerimesinde şu şekilde övmüştür;

“Onlar ki, (Rahman’ın has kulları) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.(Furkan/67)

İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allah-ü Teâlâ’nın verdiği bir nimettir. Ahireti kazanmak mal ile olur. Dünya ve ahiret mal ile intizam bulur, rahat olur. Hac ve cihad sevabı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat ve kuvvet bulması mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin yardımına yetişmek mal ile olur. Mescitler, okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler, köprüler, yaparak insanlara hizmette mal ile olur. Peygamber Efendimiz (sav);

“İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır.” (Kudai) buyuruyor.

İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nafile ibadet etmekten daha çok sevaptır. Mal kıymetli olunca, onu israf etmek elbette kötüdür. Efendimiz (sav);

“Allah-ü Teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kulda haramlardan kaçınır, akrabasını sevindirir, malından hakkı olanları bilip verir ise, cennetin yüksek derecesine kavuşur.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)

İsrafın ikinci sebebi ise sefahattir. Sefahat; zevk ve eğlenceye olan düşkünlüktür. Birçok kimseyi israfa alıştıran bir hastalıktır. Sefihlik aklın kıt olmasından kaynaklanır. Efendimiz (sav) Hz. Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken: “Lüks ve israf içinde yaşamaktan sakın. Çünkü Allah’ın kulları, nimetler içerisinde yüzer değildir.” buyurarak israfa dalmaktan sakındırmıştır.

İsraf edilen şeylerin değerine göre israf önem kazanır. Mesela bir gram altını atıvermekle bir dilim ekmeği atıvermek aynı şey değildir. Günümüzde altının israfı daha büyük zarardır. Yaratılmışlar içinde en değerli yaratık insan olduğuna göre, yerde ve göktekilerin insan için yaratılıp, insana hizmet ettiğine göre, asıl israf edilmemesi gereken şey insandır. Rabb’ine ibadet etmesi için yaratılan insanın, isyan etmesi haddi aşmaktır. Dünyadan cennete doğru uzanan sırat-ı müstakimden çıkıp, cehenneme doğru yol olması haddi aşmaktır, israftır. Sırat-ı müstakimde, insanlara kılavuzluk yapan peygamberlere uymaması, onların kılavuzluğunu reddetmesi insanın kendisini israf etmesidir. Kur’an-ı Kerim’de insan israfından bahseden ayetler; yiyecek, içecek maddelerinin israfından bahseden ayetlerden fazladır. Çünkü güneş ve güneş enerjisi, su enerjisi, toprak ve ürünleri, deniz ve ürünleri hepsi insan için yaratılmıştır. Öyle ise hiçbir şey yaratıldığı gayenin dışında kullanılmamalı, özellikle de israf edilmemelidir.

Kur’an-ı Kerim’e göre; unutulup gitmek de bir israftır. Rabb’ini unutanların unutulacağı, böylece israf edenlerin cezalandırılacağı haber verilir.

“Kim de Beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Taha/124)

Kılavuzu takip etmeyen, cehalet ve küfür bataklığına çakılıp boğulan insan, kendisini israf etmiştir. İnsanın da cennete girmesi gerekirken cehenneme gitmesi israftır. Onun için en büyük israf budur. Bu dünyada iken Rabb’imizin insana vermiş olduğu nimetleri değerlendirmemek bir israftır. Bir insanda fevkalade cevval bir zekâ varsa, öbüründe fevkalade bedeni bir kabiliyet varsa, öbüründe sanata, ticarete bir kabiliyet varsa, bunlar değerlendirilmeden gidiyorsa, keşfedilmemiş madenler gibi yok olup gidiyorlar demektir. Madenler yine ileride değerlendirilir ama bu insanlar ölünce, bu dünyada değerlendirilmeden gidiyorlar. Bir de imanı elinden alınmışsa o da cehenneme atılmış olduğundan dolayı israf edilmiş oluyor.

İsrafın en kötüsü, insanın ve emeğin zayi edilmesidir. İnsana, insanüstü bir değer verip onu yüceltmek israf olduğu gibi, onun kadrini ve kabiliyetini bilmemek de israftır. Çocuklara önem vereceğiz diye büyükleri ihmal etmek, onları horlayıp dışlamak israftır. Bilgili ve becerikli insanları değerlendirmemek ve onları faydalı olamayacakları sahalarda çalıştırmak israftır. Bir emanet olan devlet ve millet işlerini ehline vermeyip, korkak aciz kimselere vermek, emanete ihanet ve israftır. İnsanların güç ve gayretlerini, haram olan işyerlerinde harcaması da günahtır. İnsanın ve emeğin israfıdır. Yerini bulmayan bir tuğla parçası, yırtılıp atılan bir kâğıt, çöpe atılan bir ekmek, cam kırığı, hayvanın yemesi gerekirken çevreye atıp saçtığımız meyve kabuğu vs. bir israftır. Hayvana hayvan muamelesi yapılması gerekirken haddi aşarak, pek çok insana gösterilmeyen ilgiyi göstermek israftır. Hemen belirtelim ki ileri teknoloji ürünlerini kullanmak israf değil, bir ihtiyaçtır. İslam’ın haram kıldığı lüks; içki, kumar, fuhuş yolunda harama mal sarf etmek, aşırı giyim ve gücünün üzerinde harcama yapmak, gurur, kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenlemek maksadıyla yapılan bütün harcamalardır. Lüzumsuz kullandığımız lamba, boşa akan damla, bahçede ve saksıda olması gerekirken koparılan çiçek, bir müddet sonra çer-çöp olan çelenk, çeşitli sebeplerle katledilen orman ve ağaçlar birer israftır.

Peygamber Efendimiz (sav), Sa’d (ra)’ın abdest alırken yanına uğradı. Ve O’na: “Bu israf nedir?” dedi. Sa’d (ra): “Abdestte israfa olur mu?” dediğinde, Efendimiz (sav) şöyle cevap verdi: “Evet. Akan bir ırmağın kenarında da olsan, israftan sakın.”

Şu imtihan dünyasında en kıymetli sermayemiz zamandır. İyi veya kötü bir iş yaparken, saatimizin saniyesine bakarak zamanın çok hızlı geçtiğini daha iyi anlarız. İslam büyükleri zamanı keskin bir kılıca benzetirler. Onu iyi kullanırsak iş görür. Eğer onu iyi tutamaz isek, o bizi keser, mahveder. İslam’ı yaşamak ve hayata hâkim kılmak için zaman, bizlere bir emanet ve fırsat olarak verilmiştir. İmam Râzi (ra) şöyle nakleder: “Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu: Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin. Onun bu sözünü duyunca, bu söz: Asr suresinin anlamıdır” dedim. İnsana verilen ömür, bir buz gibi erimektedir. Vaktimizi gıybetle ve haram olan işlerle öldürmek, sağlığımızın kıymetini bilmemekte israftır. O halde ömür sermayemizi ve nefeslerimizi, Allah yolunda, Allah’ın rızasını tahsil etmek için harcayalım. Şu İlahi ikazı unutmayalım:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.”

Nitekim Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bir kulun, ömrünü nerede tükettiği, ilmiyle nasıl davrandığı, malını nasıl kazanıp nereye harcadığı, vücudunu nerede yıprattığı sorulmadıkça, onun ayakları kıyamet gününde Rabb’inin huzurunda hesaba çekildiği yerden ayrılmayacaktır.”

İsraf, Kur’an ahlakının özündeki denge prensibini bozmaktadır. Çünkü birimizin gerektiğinden çok harcaması için, bir ötekimizin gerektiğinden az harcama yapması icap edecektir. Allah, yeryüzü sofrasına nimetleri dengeli bir biçimde göndermiştir. İsrafa gidenler bu dengeyi kendi lehlerine bozan isyancılardır. Hayatın dengesini bozan israftan kurtulmak için; hayatımızı, Kur’an ve Sünnet’e arz edeceğiz. Allah’ın nimetlerini, Allah ve Rasülü’nün koyduğu ölçülere göre kullanıp, O’na daima şükredeceğiz ve asla, haddi aşıp, Allah’a başkaldırmayacağız. Nitekim Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.”(Gâfir,40)

Nuri KÖROĞLU