Nefsin Hastalıkları : CİDDİYETSİZLİK

Kur’an-ı Kerim’de; ciddiyetsizliği ifade eden kavramlar olarak hezl ve lağv ifadeleri kullanılmaktadır. Hezl; şaka ve hafiflik eseri bir gayeye bağlı bulunmayan sözleri sarf etmeyi huy haline getirmektir. Başka bir deyimle hezl, kelimeleri hakiki anlamlarıyla değil de, mizah ifade eden anlamlarım kastederek telâffuz etmektir.

Hezlin zıddı olan ciddiyet ise, hareke ihtilafları ile yol, dede, yaşta büyük insan, işte ciddi olmak, saygı ve hürmet görmek anlamındadır. Lağv ise, fikirden ve düşünceden yoksun, içinde bir menfaat mülâhaza edilmeyen kötü söz anlamını da ihtiva eden ve bir hükmün ispatı hakkında herhangi bir fonksiyon ve anlamı olmayan sözdür.

Bu her iki kavram da, insana bir fayda getirmeyen vaktin boşa geçirilmesine yol açan ciddiyetten uzak söz ve tavırları ifade etmektedir.

Ciddiyet, ağır başlılığın, teenni ile hareket etmenin, olaylara önem vermenin ve lâubalilikten uzak olmanın bizzat kendisidir. Ciddiyetsizlik ise, hayatın gerçeklerini göz ardı ederek önemli konularda umursamaz davranmanın, söz ve davranış itibarıyla sağlam ve güvenli olmamanın göstergesidir. Bundan dolayı ciddiyetsiz tavırların yalana ve batıla kaynaklık ettiği kabul edilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de; dinin apaçık, hiç bir eğriliği olmayan yolu; düz bir yola benzetilmektedir. Bu sıfata sahip din caddesinden, ciddiyetten uzak o taraf bu tarafla oynaşta olan insanlar saptıklarından dolayı Kur’an, bu tip insanları, “O artık doğru yoldan sapmış olur.” (Bakara;108) şeklinde nitelemektedir.

Toplumda şaka yapan, insanları güldürmeye hayatın gayesi yapan, bunu meslek haline getiren insanların kendilerini yalandan sakındırmaları çok zordur. Nadir olmak üzere zaman zaman Hazreti Peygamber’in (sav) de şaka yaptığı olmuştur. Ancak kendisini yaptığı şakalar ne hakikate ters düşen şaka, ne de heybet ve vakarını düşüren şaka türünden olmamıştır. Nitekim bir hadiste: “Eğer siz Benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz.” (Nesâi) Bu hadis-i şerif bize, Müslüman’ın çok gülmeyen, daima tefekkür halinde olan bir yapıda olması gerektiğini ifade etmektedir. Nitekim başka bir hadis-i şerifte;

“Kişinin malayani şeyleri (gereksiz lakırdıları) terk etmesi İslam’ının güzelliğindendir” (İbn Mace) denilmektedir. Kur’an-ı Kerim ise, müminleri şu şekilde nitelenmektedir: “Onlar (Müminler) ki, yararsız şeylerden yüz çevirirler” (Mü’minun;3)

“Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.” (Kasas;55) Bu ayetler mümin kimselere, boş ve malayani şeyleri yakıştırmamaktadır. Müminler böyle boş laflarla vakit geçiren, keyif çatan bir topluluğa rastladıklarında onlarla lafa dalmadıklarını hayatın gayesini ciddiyet içinde bildiklerini ifade etmektedir. Çünkü mümin, Allah (cc) tarafından verilen hayatının sınırlı olduğunu bildiği için ömürünü boşa harcamamasının gerekli olduğunu bilen ve bu yüzden de boş şeylere iltifat etmeyen kimsedir. Hâlbuki içine iman nufûz etmeyen kimseler ise, asla bunun gibi derin bir idrak içinde olamazlar. Onlar yaşamı bir eğlence ve oyun olarak kabul ederler; bu münasebetle de boş söz ve şakalarla vakit geçirir, her işte bir eğlence ararlar. Bu nedenle din gibi ağır tekliflerin altına giremez, daima işin kaçamağını kollarlar.

Sonuç olarak; dinde şakaya her ne kadar normal ölçüler içinde müsaade edilmişse de, hayatın umumunu şaka içinde geçirmek asla doğru değildir. Çünkü İslam, bizzat ciddiyet dinidir. Bundan hareketle mümin biri, hayatını mükellefiyetine uygun olarak büyük bilinç içinde idrak etmeli ve ona göre davranmalıdır. Aldığımız her nefesin sorgusunun olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ÖLÜMSÜZLÜK ARZUSU

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de ölümsüzlüğü huld kelimesiyle ifade etmektedir. Huld; ister sürekli olsun veya olmasın uzun bekleyiş anlamında olup, beka ve devamlılıkta kullanılmakla birlikte, asıl olarak bozulmadan uzun bir dönem bulunduğu hal üzerinde kalmayı ifade etmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin değişimden uzak sonsuz yaşantıları hakkında huld kelimesi kullanılmıştır. Bundan dolayı sonsuz yaşantı isteğini, ebediyet arzusu yerine hulûd kelimesi ile ifade etmek daha doğru olmaktadır.

Ölümsüzlük arzusu, nefsin en eski ve en önemli problemlerinden biridir. Kur’an-ı Kerim’de, Hûd Aleyhisselamın Ad kavmine şu hitabında, “Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?” (Şuara;129) demek suretiyle dünyada sağlam yapı veya büyük sanayi tesislerini inşa etmeyi, ebedi yaşama arzusunun bir tezahürü olarak kabul etmektedir. Bu ifadeden hareketle ehramlar, büyük setler ve kaleler gibi tarihten intikal eden yapıların, sahiplerince dünyada ölümsüzlük arzusu için bina edildikleri ortaya çıkmaktadır.

Kur’an, Âdem Aleyhisselamın bu cazip duygu yüzünden şeytanın vesvesesine kapılarak Allah’ın emrini çiğneyip Cennet’ten atılmasına temas etmektedir.

“Derken şeytan onun aklını karıştırıp, “Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?” (Taha; 120) Bu ayet, insanoğlunun dayanılmaz ölümsüzlük arzusunu göstermektedir.

Kur’an-ı Kerim, bu duygunun yeri olarak ahiret yaşantısını, insanın dikkatine sunmakta, dünya yaşantısının bu arzu için kâfi gelemeyeceğini sık sık tekrarlamakta, Cennet yaşantısını ele alırken bazen, “Orada sonsuza kadar kalırlar.” (Teğabûn;9) ifadesini kullanmaktadır. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Cennet ehli Cennet’e, Cehennem ehli Cehennem’e girince bir münadi aralarında; ey ateş ehli ölüm yoktur, ey Cennet ehli asla ölüm yoktur; hulûd vardır diyecektir.” (Buhari) denilmektedir.

Kur’an-ı Kerim, dünyada ebedî kalma ve ölümsüz olma hususunda, yahudilerin büyük bir hırs gösterdiklerini ifade etmektedir:

“And olsun ki, onların hayata diğer insanlardan ve hatta Allah’a eş koşanlardan da daha düşkün olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister…” (Bakara;96) ayet, yahudilerin dünyada yaşama arzularının, bütün insanlardan daha ziyade olduğuna dikkat çekmektedir. Yahudilerin ölümsüzlük sevgileri, dünya yaşantılarından başka yaşantıya inanmayan müşriklerden de daha fazladır. Bundan dolayı yaşamaya fazla hırs gösteren müşrikler zikredilmiş ve yahudilerin bunlardan daha da ziyade yaşamaya haris oldukları vurgulanmıştır.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim bu bağlamda bazı kötü sıfatlara sahip, malı Allah uğruna harcamayan ve onun kendisine dünyada ölümsüzlük bahşedebileceğini zanneden kâfir karaktere sahip olan kişiliklerden de söz etmektedir:

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleriyle) eğlenmeyi ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay haline! Ki o, malı yığıp onu tekrar sayandır. O, malın hakikaten kendisine (dünyada) ebedi hayat verdiğini sanır.” (Hümeze;1-3)

Zaten mal biriktirme, onu Allah yolunda harcamamayı, bir nevi dünya da ebedî kalma hırsının bir tezahürü olarak kabul etmek lâzımdır. Bu tarz davranışı ancak ahiret inancı zayıf olanlar sergilerler. Hâlbuki din duygusu ve inancı kuvvetli olan kişiler, bu tarz bir davranışta bulunmazlar. Onlar tabiattan büyük ibret dersi aldıklarından, bu tarz bir endişeyi duymazlar. Gerçekten evrendeki gidişata dikkatle bakıldığında, evren içinde en küçük bir varlığın her ihtiyacı için, imdada koşan bir adalet ve hikmet sezilmektedir. Hatta insanın da ihtiyaçlarının âlem içerisinde asla ihmal edilmediğini, susuzluğuna karşı suyun, açlığına karşı yiyeceğinin, giyimine karşı elbisenin var edildiğini görmekteyiz.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : DELALET

Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur” (Bakara;108)

Dalalet; sözlükte yolunu şaşırma, kaybolma, azma, sapkınlık ve batıla yönelme demektir. Unutma ve yanılma anlamlarınada gelir.

Allah (cc)’ın hidayetine uymak insanın fıtratına (doğasına), yaratılışına daha uygundur. Dalaleti tercih edenler akl-ı selimi değil de sapıklığı yayanlar, şüphesiz zalim, fasık kimselerdir. Onları Allah-u Teâlâ şöyle ifade etmektedir:

“Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar.” (Nisa;44)

Dalalete, sapıklığa götüren şeytan, bunu yardımcıları ile birlikte yaparak insanları helâka götürmektedir. “Andolsun, Kur’an bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir.” (Furkan;29)

Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki ben de onlar(ı saptırmak) için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra (onların) önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın.” (Araf;16-17)

Kur’an-ı Kerim’de ismi çokça zikredilen firavun, yeryüzünde azmanın, sapmanın, kibirlenmenin, kendi heva ve hevesini ilahlaştıran, dalaletin ve zulmün en açık örneğidir. Şeytanın dostu olan bu zalim insan, sadece kendisini değil aynı zamanda etrafındaki insanları da dalalete sürükleyerek, onlarında helâk olmalarına sebep olmuştur.

Hz. Musa (as)’nın kavminden olan ve kendisine anahtarlarını güçlü insanların taşımakta zorlandığı kadar hazine verilen karun da azgınlıkta ve dalalette en açık örneklerden birisidir. “Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (Onun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas; 76-80)

Lider konumunda olan bu insanların sapıtması, dalalette olmaları kendilerine itaat eden toplumların da sapıtmasına sebep olmaktadır. Bu toplumlar, bazen bu liderlerin peşinden hiç sorgulamadan kayıtsız şartsız giderler. Yukarıda örneklerini verdiğimiz insanların hem kendileri sapıtmış, hem de kendilerine uyanları sapıttırmışlardır. Bu durumun kayıtsız şartsız itaat eden insanları kurtarmayacağını ayette şöyle görmekteyiz: “(Onlar) orada ebedî kalırlar ve ne bir dost bulabilirler, ne de bir yardımcı. O gün yüzleri ateş içinde çevriliyken: ‘Ah keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!’ derler. Yine derler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzap; 65-68)

Bu hususta Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum (şey) saptırıcı imamlardır (önderlerdir).” (Dârimî)

Dalalet hastalığından kurtuluş yolunu Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadisinde ifade buyurduğu gibi Onun (sav) güzel ahlâkında bulmaktayız. “Bir grup sahabe geldiler, Rasulü Ekrem Efendimiz (sav)’e, ailelerinden ayrılmaya, vakitlerini dünyadan kesilerek namaz oruç gibi ibadetlerle geçirmeye kararlı olduklarını söylediler, bunlara cevaben Efendimiz (sav): “Benim ahlâkıma ve Benim yoluma uygun az amel, Benim yoluma uymayan çok bir amelden daha hayırlıdır. Benim ahlâkıma ve yoluma uymayan her bir hareket dalalettir, sapıklıktır. Her dalalet de Cehennem’de olur.”

Bir gün cemaatten bazıları sordu. “Ey Allah’ın Rasulü! Pekâlâ, ne yapalım?” Hz. Peygamber (sav): “Hz. İsa’nın ümmeti gibi yapın. Onlar, ateşe atıldılar, testerelerle biçildiler (fakat dinlerinden dönmediler). Allah (cc)’ın taati uğruna ölmek Allah (cc)’a isyan içinde yaşamaktan daha hayırlıdır.” (Ebu Davud)

Allah Rasulü (sav) dalalete düşmekten, sapıklığa uğramaktan ziyade Allah yolunda mücadele ederek gerektiğinde ise ölmeyi bize tavsiye etmektedir. Nitekim Kur’an’ Kerim’de; “Hakikat biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu, imtihan etmek için işitici ve görücü yaptık.” (İnsan;2) buyrulmaktadır. Bu sınama içerisinde Allah-u Teâlâ insanların dalalete, sapıklığa düşmemesi için dinler, peygamberler göndermiştir. Peygamber Efendimiz (sav), Veda Hutbesi’nde şöyle vasiyette bulunmaktadır: “Haberiniz olsun ki, Ben önceden gidip Havuz başında bekleyeceğim. Başka ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. Sakın günah işleyip yüzümü kara çıkarmayın. Sakın Benden sonra dalaletlere (sapıklığa) dönerek birbirinizin boynunu vurmayın! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, bildirilen kimse, buradaki işitenden daha iyi anlar ve muhafaza etmiş olur.”

Peygamber Efendimiz (sav)’in Veda Hutbesi’nde buyurduğu dalalete düşmeme yolu; Allah-u Teâlâ’ya kulluğu öğretecek ve Rasulullah (sav)’ın sünnetini bildirecek ilmin öğrenilmesidir. Ancak bu hususta çok dikkatli olunmalıdır. Çünkü insanların sapıtmalarında en büyük etkenlerden birisinin de âlimler olduğunu Peygamber Efendimiz (sav) şu hadisinde ifade etmektedirler: “Allah-u Teâlâ ilmi, kullarının kalplerinden silmek suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek suretiyle alacaktır. Sonuçta hiç âlim kalmayınca insanlar cahil bir takım kimseleri kendilerine başkan edinirler, bunlara bir takım şeyler sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı halde fetva verirler de hem kendileri dalalete düşerler hem halkı dalalete düşürürler.” (Buhari)

Dalaletin sonucunda insanların kalpleri katılaşır ve bu insanlara bir şeyleri anlatmak zorlaşır. “Andolsun ki cinlerden ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (Araf; 179)

Bu insanların hidayeti bırakıp dalaleti seçtikleri için ahiretteki cezası ebedi Cehennem’dir. “Azgınlar için de Cehennem hortlatılmıştır. Onlara, ‘Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı?’ denilir. Ve arkasından hep onlar (putlar ve azgınlar) o Cehennem’in içine fırlatılmaktadırlar. Ve bütün o iblis orduları onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: ‘Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz.” (Şuara; 91-97)

Sonuç olarak; Allah (cc)’ın davetine kulak asmayıp, O’nun dinini inkâr edenler, kendi hür iradeleriyle sonu ebedi azabın olduğu bir hayatı seçmiş olmaktadırlar. İnsanları Allah (cc)’ın yolundan uzaklaştıracak, sapıtmasına sebep olan insan, fikir, durum veya araçlardan uzak durulmalıdır.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BAHANECİLİK

Bahane; ileri sürülen, yerinde olmayan sebep ve uygun düşmeyen özre denir. Bahane’nin içeriğinde verilen işi yapmamayı sebepler üreterek, yalan dahi söyleyerek üstünden atmak vardır.

İnsanoğlu, önünde sayısız gibi duran günlere güvenerek; işleri, çalışmaları, hepsinden önemlisi bazı kulluk görevlerini, ibadetlerini erteliyor; sonraya, yarınlara bırakıyor ya da geciktiriyor. ‘Acelesi yok, daha vaktimiz var’ diyor. Örnek olarak diyelim ki: Gerekli olan bir işe, faydalı ve hayırlı olan bir çalışmaya başlanacak yahut kulluk görevlerinden biri îfa edilecek. Fakat içimizden nefis şöyle diyebilir: “Ah, şu anda keyfim hiç yerinde değil, bir şey yapamam!” “Hele şu elimdeki işleri bitireyim, sonra bakarım o işlere.” “Daha buna vakit var, başka zaman yaparım! İşte bunlar, kaçamak ifade eden bahanelerdir. Eğer kendimizi bu şekilde keyfimizin kölesi yaparsak, vicdanımızı rahatlatmak için buna benzer bahaneler uydururuz.

İyi bilmemiz gerekir ki: İnsanı tembelliğe teşvik eden (veya tembelliği insana güzel gösteren) nefse fırsat verme zaafının, başka bir tabirle keyfe göre hareket etmenin, onun kölesi olmaktan başka bir anlamı yoktur.

İnsan nefsi fedakârlıktan, bir dava uğruna vaktini, malını ve canını vermekten kaçmak için en inandırıcı bahaneleri imal etmekte çok ustadır, insan bazen otuz yıl sonra yapacağı bir işin veya yiyeceği bir gıdanın yatırımını şimdiden yapar da akşama yiyecek ekmek bulamayan çaresizleri görmez. Sebebini sorarsanız cevap hazırdır: ‘Ben de geçim sıkıntısı içindeyim.’ Hasta yavrusuna aspirin alamayan babanın derdi de geçim sıkıntısıdır, oğluna yeni model araba alması için para arayan babanın derdi de geçim sıkıntısıdır. Bu ikisini ayırmak için zalim nefsi devreden çıkararak düşünmek lazımdır. Nefis bu iki sıkıntı arasında hiçbir fark görmez. İnsanı nefsin bu zalim pençesinden kurtarmak gerekiyor. Nefsin hâkimiyeti altına giren insan başkasına vermemek için akıl almaz bahaneler bulur, ihtiyaçlar icat eder. Ve öyle korkutur ki yıllarca rahat bir hayatı yaşatacak imknlara sahip olan insan ertesi gün aç kalacak dilenecekmiş gibi bir duygunun esiri olur. Elini cebine sokup bir kuruş çıkaramaz.

Kur’an-ı Kerim’de cihad ibadeti karşısında bahane üreten insanların durumu şu şekilde anlatılmaktadır:

“Allah yolunda cihad edin” diye çağırıldıklarında ” Biz cihadı bilmiyoruz” gibi bahaneler uydururlar.” (Al-i İmran; 166)

Cihad’dan geri kalmak için sıcağı, soğuğu, benzeri şartları bahane olarak gösterirler” (Tevbe; 81)

Kendi canlarını Allah’ın emirlerinden, Peygamber’in getirdiği dinden daha çok severler.” (Tevbe;120)

Cihada çağırıldıklarında ağır ağır davranırlar. Kalpleri şüpheye düşmüş, kuşkular içinde bocaladıkları için cihâda çıkmamak için izin isterler. Savaşa çıkan müminlere ölüm, hapis gibi bir musibet geldiğinde “Allah bana ihsan etti de onlarla beraber olmadım” diye sevinirler. Kimisi de “Bizim gibi yapsalardı başlarına gelmezdi” der. Şayet cihada çıkarlarsa müminler arasında bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar.” (Tevbe; 45-47)

Bütün bu durumlar sebebiyle Allah-u Teâlâ, insanları kendi yolunda hiçbir bahane üretmeden mücadele etmeyi emretmektedir. Bu hususta Allah-u Teâlâ müminleri ilgilendiren ‘muamelat’ (sosyal) işlerinde müminlerin bahane üreterek izin istemesini yasaklamıştır.

Müminler ancak, Allah’a ve Resûlüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar o Peygamber ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resulüm!) Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah’a ve Resulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah’tan bağış dile; çünkü Allah mağfiret edicidir, merhametlidir. (Ey müminler!) Peygamberin davetini, aranızdan bazınızın bazınıza daveti gibi zannetmeyin. İçinizden, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur; 61-62)

Allah-u Teâlâ müminleri ilgilendiren bütün işlerde mücadele ederken izin isteme alanı oluşturmuştur. Ancak izin isteyenler için Allah Resûlü’nün ayrıca dua etmesini, bağış dilemesini emretmektedir. Çünkü müminleri ilgilendiren işlerde izin alınamayacağını ortaya koymaktadır. İzin alarak giden ve bağışlanma için dua edilen kimseler yine de buna güvenmemelidir. Acı bir azabın onlara isabet etmesinden de sakınmaları gerekmektedir. Bu yüzden bugün bir dava uğruna mücadele eden Müslümanların işlerine bahane üretmeden yardım etmeliyiz ki kurtuluşa erelim.

İslam Allah (c.c)’a iman ve teslimiyettir. İman, Allah (c.c)’a güven ve emniyetin, İslam’da O’na teslimiyetin ifadesidir. Bu yüzden İman ve İslâm’da şüphe, bahane ve taviz yoktur. Bir insanın, Kur’an ve sünnetle ortaya konan İslâmi hayat tarzından uzaklaşarak iman insanı olabileceğini ve müslüman kalabileceğini söylemek, çağdaş çelişki içeren şeytânî bir yargıdır. Yaşanmayan bir dinin, sözde kalacağı da herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu yüzden Yüce Allah (c.c), iman insanına şu uyarıyı yapmaktadır:

“Ey iman değerine erenler, derin bir duyarlılıkla Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; Müslüman olmanın dışında bir hal üzere sakın can vermeyin” (Al-i İmran; 102)

Sağlam ve kâmil iman, kendini zor zamanda bile salih amel şeklinde gösteren imandır. Tam iman sahibi olmanın gerekli şartı ise, her durumda Allah (c.c.)’a bağlı kalabilmektir.

İnsanın yaşadığı günlerin ve geçirdiği yılların kendi içinde bir anlamı veya her birinin kendine özgü bir kazancı vardır. Eğer yaşanan hayat İslamî olmazsa, sonuç hüsran olur. İnsana gerçek kurtuluş yolunu gösteren Kur’an, bunun için insanı ömür boyu sürecek bir vazifeye, yani Allah (c.c)’a imana ve ibadete çağırır. Çünkü ömür, tek başına hayırlı değildir. İslam’a uygun olarak geçirilen ve Allah (c.c)’ın rızasını kazandıracak emek üreten ömür, hayırlı ve verimlidir. Şu halde insan, zorda kalınca yılmadan, rahata kavuşunca da gevşemeden gerçek bir Müslüman olarak yaşamalı; her zaman Allah (c.c)’ın rızasına muvafık bir noktada bulunmaya özen göstermelidir. Bu da, Allah (c.c)’a tam inanıp O’nun gösterdiği yolda dosdoğru yolda yürümekle mümkündür. Öyleyse ;”Allah’a inandım” de, sonra dosdoğru yürü. Hakikat sana teslim imanından ötürü.” (Necip Fazıl Kısakürek)

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : SÖZE ÇOK DİKKAT ETMEK GEREKİR

Bu dil, çakmak demiri ile çakmak taşı gibidir. Dilden sıçrayıp çıkan söz, ateşe benzer. Bazen laf olsun diye, bazen de bir şeyi anlatmak, nakletmek için o demiri ve taşı birbirine vurma. Çünkü ortalık, karanlık ve her tarafta pamuk var, kıvılcım pamuğa sıçrarsa ne olur?

Zalimler; insanlara kötülük yapmak isteyen o kimselerdir ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle âlemi fitne ateşiyle yakıp yandırmışlardır. Şunu bil ki ağızdan, dilden ansızın çıkan söz, yaydan fırlamış ok gibidir. Ey oğul! O ok bir daha geri dönmez; suyu baştan kesmek gerek. Selin başlangıçta başı bağlanmaz, önü çevrilmezse, bütün dünyayı tutar; birçok yeri yıkarsa buna şaşılmaz. Bir söz vardır, dünyayı yıkar harap eder; bir de söz vardır, ölü gibi cansız duran tilkiye, arslan cesareti verir. Ruhlar, aslında, aynı yerden geldikleri için, Îsa nefislidirler. Bazen nefse uyarlar, yara olurlar. Bazen Hakk’a uyarlar, dertlere deva, yaralara merhem kesilirler. Ruhlar nefsânî arzulardan kurtulsalardı, günah perdelerini yırtsalardı her ruhun sözü, İsa nefesi gibi diriltici olurdu.

Şeker gibi söz söylemek istersen, sabret, hırstan vazgeç, nefsânî zevkler helvasını yeme. Çünkü helva yemeyi, çocuklar arzu eder; akıllı ve fikirli kişiler ise sabrı arzu ederler.

Sabreden göklerin üstüne yükselir, helva yiyen ise geriledikçe geriler.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : CAN ÇOCUĞUNU ŞEYTAN SÜTÜNDEN KES

Allah, eşsiz ve örneksiz yaratıcıdır. O’nun hocası, üstadı yoktur. Herkes O’na muhtaçtır. O’na dayanır; O kimseye muhtaç değildir, kimseye dayanmaz. Ondan başka herkesin hem sanatta, hem sözde bir üstada ihtiyaçları vardır. Bir örnek görmek isterler. Eğer bu söylediklerimin yabancısı değil isen, bu manevi duyguların daha iyi anlaşılmasını istiyorsan uğraşman, fazla ibadet etmen gerekir. Bu sebeple bir hırkaya bürünüp, bir viraneye çekil ve gözyaşı dök. Çünkü Hz. Âdem, Allah’ın azarından gözyaşı ile kurtuldu. Tövbe edenin gözyaşları, O’nun nefesi, sözü, yalvarışlarıdır. Âdem (as) yeryüzüne ağlamak, feryat etmek, inlemek, mahzun olmak için geldi. O Cennet’ten yedi kat göklerin üstünden indi de özür dilemek için geldi, kapının arkasındaki pabuçlukta niyaza durdu. Eğer sen de Âdemoğlu isen, O’nun soyundan geldinse, O’nun gibi özür dile, O’nun yolunda ol. Gönül ateşini, gözyaşlarını kendine manevi gıda yap. Çünkü bostanları güneşle yağmur şenlendirir.

Ey gâfil gözyaşı dökmenin zevkini ne bilirsin? Çünkü sen görmemişler gibi ekmek âşıkısın. Sen şu ten dağarcığını ekmekten boşaltırsan, onu değerli incilerle doldurmuş olursun. Önce can çocuğunu, şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere arkadaş et.

Sen karanlık duygular içinde bulundukça, hayattan usanmış, bıkmış, melûl ve bulanık hâlde oldukça bil ki lânetlenmiş şeytanın kardeşisin. İnsanın nurunu kemâlini artıran lokma, helâl kazanç ile elde edilen lokmadır. Haram lokma ise, kandilimize konunca, kandili söndüren yağa benzer. Sen ona yağ değil su adını koy, çünkü ışığımızı söndürüyor.

Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da merhamet de helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü? Hiç atın eşek yavrusu doğurduğu görülmüş müdür? Lokma tohumdur. Düşünceler onun mahsulüdür. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir. Ağza alınan helâl lokmadan, Allah’a hizmet ve öteki âleme gitme arzusu doğar.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : BOŞBOĞAZLIK

Boşboğazlık; düşünmeden konuşmak veya her içinden geçen düşüncenin söylenildiğinde nasıl bir sonuç doğuracağını tahlil etmeden söylemektir. Bu karakterde olan insan çok iyi niyetli olabilir, ancak karşıdakinin durumu bunu kaldıramayabilir.

Hz. Câbir (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de Bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice Benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bazıları): “Ey Allah’ın Resulü! Yüksekten atanlar kimlerdir?” diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi.” ( Tirmizi)

Rasulullah (sav), pek çok hadislerinde müminleri diline sahip olmaya çağırır:

“Dudakları ile bacakları arasındakiler hususunda garanti verene Cennet’i garanti ederim” , “Allah’a ve âhirete inanan ya hayır konuşsun ya sükût etsin”

Rasulullah (sav) Efendimizin bu ısrarlı uyarılarda hiçbir abartmaya yer vermemiştir. Zira Kur’ân’ın tekrar edilen ayetleriyle sabittir ki ahirette kişi her anından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine değilse, aleyhine olacaktır. Dilimizde geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu, dilli düdük, atıp tutan, yüksekten atan gibi; bir kısmı edebî, bir kısmı mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder. Çok konuşan, çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır konuşamayacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen sözler vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü günah kefesinde yer alacaktır. Hz. Hüseyin (r.a) babası Hz. Ali (ra)’den, Peygamber Efendimizin (sav), meclisinde bulunan dost ve arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını sorduğumda şöyle anlattılar: Rasulullah Efendimiz (sav); her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idiler, Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildiler. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir; kendisinden beklentisi olan kimseleri hayal kırıklığına uğratmaz ve onları, isteklerinden tamamen mahrum bırakmazdı. Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı: Ağız kavgası, boşboğazlık ve mâlâyanîlik… Şu üç husustan titizlikle sakınırlardı: Hiç kimseyi kötülemezler, kınamazlar ve hiç kimsenin ayıbı ile gizli taraflarını öğrenmeye çalışmazlardı. Sadece yararlı olacağını ümit ettikleri konularda konuşurlardı. Hazreti Peygamber (sav) konuşurken, meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Zâtı Risâletleri susunca da, konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı. Ashâb, Rasulü Ekrem’in huzurunda konuşurlarken birbirleriyle asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Rasulullah (sav) Efendimizin huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar, hepsi de can kulağı ile konuşanı dinlerdi. Peygamber Efendimizin katında, onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü.” (Buhari) Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Uyma, çok yemin edip duran alçağa. Daima insanları çekiştiren, durmadan laf getirip götüren kovucuya. İyiliğe engel olan günahkâr zorbaya. Kaba ve zalimce davranan, bütün bunların ötesinde kimseye faydası olmayan (soysuz)a. O mal ve oğullara sahip olduğu için(midir nedir), ne zaman ayetlerimiz kendisine iletilse, “Bunlar öncekilerin masalları” der. Bu yüzden biz, onun hortumu üzerine damga vuracağız; onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.” (Kalem; 8-16)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İNATÇILIK

“(Allah iki meleğe buyurur ki:) “Haydi ikiniz, atın Cehennem’e her inatçı nankörü! ” (Kaf;24)

İnatçılık; gerek doğru ve gerekse yanlış kendi istek ve düşüncelerinde gereğinden fazla ısrarcı olmak demektir. İnadın sebeplerinin başında kibir ve gurur gelir. Kibirli insan hatalarını kabul etmek istemez ve gururuna yediremediği için, bile bile yanlışta inat eder. Peygamber (sav) Efendimiz: “Size Cennet ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler: Evet, dediler. Allah Resulü, “Zayıf olan ve halk tarafından zayıf görülen her mümindir. (Cennetliktir). Allah’a yemin etse, muhakkak ki Allah onu yemininde doğru çıkarır” buyurdu. Sonra da: “Size Cehennem ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler: Evet, dediler. Allah Resulü (sav): “Her katı yürekli, düşman ve kibirli kimsedir”, buyurdu.” (Müslim)
Görüyoruz ki; kibirli ve katı yüreklilikle inatçı davranan kimse bu haliyle alev azabına girecek olanların özelliklerinden taşımış olmaktadır. İnadın bir başka sebebi de galip gelme hırsıdır. Fakat bilinir ki; hırs hiçbir insanı selamete ulaştırmamış, hırsına kapılan her insan felaketlere sürüklenmiş, hüsrana uğramıştır.
“Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır” (Mearic;19) ayeti insanın ilk yaratılış itibariyle ne durumda olduğunu göstermektedir. Buna göre insan hırslı ve sabırsızdır. Efendimiz (sav); “Allah-ü Teâlâ’nın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.” (Buhari) “Bilmediği bir hususta inat edene, inadından vazgeçene kadar Allah-u Teâlâ gazap eder” (İ.Ebiddünya) buyurmuştur. Hırslı ve sabırsız olarak yaratılan insan, yapısında var olan bu özellikleri daha da ilerletip inatçılığa saplanmak yerine nefsini kontrol altına almalıdır.
İnatçılığın diğer bir sebebi de cahilliktir. Bilgi ışığından yoksun kimi insanlar bilenlere sormak, bilginin gücünden faydalanma yolunu seçmek yerine; inatlarına sarılmakta ve yollarını bu şekilde bulmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki bilgisizce bir konuda inat etmek kişiyi perişan eder, ömrünün faydasız işlerle geçip gitmesine sebep olur.
İnadın diğer bir sebebi de çıkar düşkünlüğüdür. Kimi insanlar vardır ki yalnızca çıkarı için yanlış olduğunu bildiği halde kimi meselelerde inat edebilirler. Her zulüm düzeninde bir tarafta mazlumlar diğer tarafta da zulümle menfaat temin eden zalimler vardır. Garibanı ezerek, onlara zulmederek kendi menfaatlerini temin etmeye çalıştıkları için, sadece menfaatlerine zarar verecek diye hak ve hakikate karşı çıkarlar. Kur’an-ı Kerim ‘de bu durum şöyle açıklanmaktadır. “Ey Muhammed! Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri elbette Seni incitiyor. Onlar gerçekte Seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar.” (En’am; 33) Allah (cc)’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar. Çünkü o ayetler zulme dayalı menfaat sistemlerine dokunuyor. İnadın mahiyetine bakınca bir yönüyle hata da olsa ısrarcı davranmayı içeriyor. Fakat hatada ısrar ve inatçılık İslâm ahlâkını taşıyan insana yakışmayan bir haldir.
İnadın bir çeşidi olan suçta ısrar ise son derece tehlikeli ve sonuçları itibariyle dikkatli olunması gereken bir haldir. Bilinmektedir ki; kibir ve gurur ağacının çürük meyvelerinden biri olan inadın sonu çoğunlukla ayıplanma ve utanmadır. Ne yazık ki insan ayıplanacağını ve utanacağını bildiği halde bu davranışından vazgeçmez. Çünkü inadın onu da içine alan bir özelliği vardır. İnatçı bu inadıyla başta zamanı olmak üzere, itibarını, saygınlığını ve daha birçok şeyi kaybeder. Bununla beraber inadı ve doğruya yaklaşmaması sebebiyle çevresindeki insanların kalplerini kırar, bulunduğu her ortamda huzursuzluğa sebep olur, üç beş günlük dünyasını kendisine zehir ettiği gibi ahiretini de perişan eder.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : KİMİN GÖNLÜNDEN BİR KAPI AÇILIRSA, O HER ZERREDE BİR GÜNEŞ GÖRÜR

Kimin canı, şehvetten, hiddetten, nefsanî arzulardan arınmış, temizlenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çabucak görür. Hazreti Muhammed (sav) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet dumanından arınmış olduğu için nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kudretini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüğe sevkeden nefsânî isteklerdir. Şeytanın vesveselerine yoldaş oldukça; “Nereye dönseniz, Allah’ın lûtfuna, rahmetine dönersiniz” ayetinin sırrına nasıl erersin? (Bakara;115)Bunun ne olduğunu nasıl anlarsın?

Kimin gönlünden bir kapı açılırsa o, her zerrede bir güneş görür. Ay nasıl parlaklığı, büyüklüğü ile yıldızlar arasında ihtişamlı bir şekilde görülürse, Cenâb-ı Hak da lûtfu, ihsanı, kudreti ve yaratma gücü ile fânî varlıklar arasında öylece apaçık görülür. Sen iki parmağının ucunu götür de iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? İnsaf et de söyle. İşte sen, gözünü kapadığın için bu dünyayı görmesen de, bu dünya yok değildir. Dünyayı görmemek ayıbı, hakikati göstermemek kabahati, ancakuğursuz nefsin parmağına aittir. Sen aklını başına al da, önce gözlerinden parmaklarını çek, ondan sonra dilediğine bak, gör. Hz. Nuh’a ümmeti; “Sevab nerededir?” diye sordu. Nûh; “Görmeyelim, duymayalım diye elbiselerinizle örtündüğünüz yerde.” cevabını verdi. Hz. Nuh dedi ki; “Yüzünüzü başınızı elbise ile sarıp sarmalıyorsunuz. Bu sebeple gözleriniz varken etrafı görmüyorsunuz.”

İnsan gözden ibarettir. Geri kalan deridir, cesettir. Göz ise, ancak dostu görmüş olandır. Dostu görmeyen gözü, sen göz sayma.

Dostu görmeyen gözün kör olması iyidir. Vefasız olan, ebedî olmayan, dosttan uzak düşmek daha iyidir. “Her nerede bulunursanız bulunun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadid/4) Bilgisizlik, yani Allah’ın bizimle beraber olduğunu bilmemek, onun zindanıdır. Bu hali, bu ihsanı bilmek, hissetmek de O’nun bağı bahçesi, köşkü sarayıdır. Uykuya varırsak, onun aşkıyla kendimizden geçmişiz, onun mesti olmuşuzdur. Uyanık bulunursak onun yazdığı destanda, bize verdiği rolü yaşarız. Eğer ağlarsak, O’nun rızıklarla, bereketlerle dolu bulutuyuz, gülersek, onun parlak şimşeği oluruz. Kızar, hiddete kapılır, savaşa girersek, bu, onun kahrının aksi, celâlinin tecellisi olur. Barışır özür dilersek, bu da onun sevgisinin açığa çıkışıdır, görüntüsüdür. Bu karma karışık olan dünyada biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiç bir harfle birleşmeyen hiç bir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zuhur eden her hareket, her hal, O’nun esma ve ilâhî sıfatlarının tecellisidir.

Kendinden uzaklaşıp, kendinden, kendi nefsani benliğinden kurtulup da bir diriye, kendin de bulunan ölümsüze bağlanan kişi ne mutlu bir kişidir.

Yazıklar olsun o diriye ki, ölü ile oturmuş, mânen ölmüş hayatını kaybetmiştir.

Hûlus ile canla, başla, Kur’an’ı Kerim okur, ona sığınırsan, peygamberlerin ruhları ile aşinalık peyda edersin.

Kur’an peygamberlerin halleridir. Onlar tertemiz, saf vahdet denizinin balıklarıdır. Kur’an okuduğu halde, onun emirlerine uymazsan, Kur’an ahlâkını yaşamaz isen, sana peygamberleri ve velileri görmenin ne faydası olur? Peygamberlerin Kur’an’da bulunan kıssalarını okur, Kur’an’ın emirlerini yaşarsan, can kuşuna, ten kafesi dar gelmeye başlar. Kafesteki kuş, zindandaki mahpusa benzer. Kurtulmayı istememesi onun bilgisizliğindendir. Kafeslerinden kurtulan ruhlar, peygamberlerdir. Onlar Hak ve hakîkate erdikleri için, insanlara yol göstermeye lâyık olmuşlardır. Onların sesleri kafeslerin dışından gelir, dinden duyulur. O ses; “Senin için kurtuluş yolu, ancak ten kafesinden kurtulma yoludur” der.

Biz, bu daracık kafesten, diri olan bir veliye bağlanarak dirildik de kurtulduk. O kafesten, kurtulmanın bundan başka çaresi de yoktur.

Kendini zayıf hasta göstermeye bak ki, seni değersiz bulup, şöhret halkasının dışına atsınlar. Çünkü halk arasında şöhret sahibi olmak, insanı dünyaya öyle sağlamca bağlar ki, bu bağ, demir zincirden de beterdir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : TEŞEBBÜH

“Sonra (Ey Muhammed) Seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma. “ (Casiye; 18)

Teşebbüh; kendini benzetmeye özenme, zorla başka şeye benzemeye çalışma demektir. Bir millete veya kişiye benzemeye özenenler, benzemek istedikleri derecede onlarla ortak değerdedirler. Yani o değer küfür ise küfürde, isyan ise isyanda, iyi hal ise iyi halde, adet ise adette onlarla birlikte o milletin hükmüne tabi olurlar demektir.

Hz. Peygamber (sav) Müslümanları, itikadî ve ahlâkî alanda olduğu gibi kılık ve kıyafet, şekil ve merasim yönünden de müşriklere, gayri Müslimlere benzememeye davet ve teşvik etmiştir. Peygamberimiz (sav) Müslüman olmayanlara benzememeye o derece dikkat ederdi ki aslında yaptığı halde sonradan onlarda gördüğü hareketlerde bile değişiklik yaparlardı. Bunlar, çevredeki kültür ve medeniyetlerle, din ve kavimlerle iç içe yaşayan o dönem Müslümanlarına ayrı bir kimlik ve özellik kazandırıp, onların kendi içerisinde bütünleşmelerini sağlamaya yönelik önlemlerdir.

Gayri Müslimlere benzemek ve onlarca kutsal sayılan gün ve vakitlerde onlar gibi hareket etmek dinimizce bid’at (Küfür Olan Bid’at) kabul edilir. Nitekim cahil Müslümanlardan birçoğu hıristiyanların en büyük bayramı olan paskalya da ve noel (yılbaşı)de ateş yakmak, kadayıf ve mum gibi şeyler hazırlamak suretiyle hıristiyanlara katılır, yaptıklarını yapmaya özenirler.

Paskalya töreninde yumurta boyamak, çörek yapmak, tütsü satın almak, bebek, kadın ve çocukların kına yakınması, yeni giysiler satın alınması ve buna benzer hıristiyanların kendilerince kutsal addedilen günlerde yapılan diğer şeyler…

Gayri Müslimlerin kutsal addettiği gün ve bayramların adedi pek çoktur. Bunları araştırmak ve tanımaya çalışmak Müslüman’a vazife değildir. Onlar tarafından hürmet gösterilmesi sebebiyle yaptıklarından her hangi birini veya böyle günlerden bir günü veya bir yeri tanıması ona kâfidir. Çünkü bunların İslam dininde yeri yoktur.

Diğer yandan hıristiyanlar inanırlar ki Yahya (as) İsa (as)’yı doğumundan bir müddet sonra vaftiz suyunda vaftiz etmiştir. Bundan dolayı onlar, yani hıristiyanlar bu vakitte vaftiz olunurlar ve bunu vaftiz töreni diye isimlendirirler. Müslüman cahillerden birçoğu bu vakitte çocuklarını hamama sokarak bunun çocuğa faydalı olacağını sanırlar. Hâlbuki bu tür davranışlar haram kılınmış, en çirkin münkerattan olup, hıristiyanlara has adetlerdir.
Manevi ilimlerden nasipsiz kalmış birçok Müslüman’ın kâfirlere ait gün ve bayramlardaki onlara benzeme gayretlerine günümüzde şahit olmaktayız. Oysa Nebi (sav) Efendimizin mevzu ile ilgili birçok açıklama ve tavsiyeleri mevcuttur. O (sav) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyururlar:

“Kıyamet günü insanların azap bakımından en şiddetlisi, Allah’ın kendisini ilmiyle faydalandırmadığı âlimdir.” (Taberani)

Onlarla aynı gayeyi, aynı amacı paylaşmasa bile Müslüman’ın onlara benzemesi özenmesi İbni Ömer’in Rasulullah (sav)’dan naklettiği delille haramdır; “Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa o, onlardandır.” (Ebu Davud)

Amr b. Şuaybin babasından, onun da dedesinden yaptığı rivayete göre Rasulullah (sav) Efendimiz;

“Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir” (Tirmizi) buyururlar.

Dolayısıyla yahudi ve hıristiyanlar bizden olmadıklarına göre onlara benzemeye özenmemeliyiz. Ebu Hureyre’nin naklettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz (sav) şu şekilde buyurur: “Yahudi ve hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz.” (Tirmizi)

Buhari ve Müslim’in İbni Ömer’den ortaklaşa naklettikleri bir hadiste ise Peygamber Efendimiz (sav) şunları buyurur:

“Müşriklere muhalefet ediniz. Bıyıkları kazıyınız, sakalları koyuveriniz.” (Buhari)

Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz (sav) mutlak olarak müşriklere benzememeyi, onlara muhalefeti emretmektedir.

Ömer bin Hattab Hazretleri bu meydanda müminlere şöyle tavsiyede bulunur:

“Müşriklerle sıkı ilişkiler içerisine girmekten ve kiliselerindeyken yanlarına gitmekten sakının.”

Rivayetlere göre Hz. Ömer Müslüman beldelerinde, gayri Müslimlerin törenlerini açıktan yapmamalarını onlara şart koşmuştur. Müşriklere tören ve geleneklerini (başkalarını etkileyecek şekilde) açıktan icra etmeleri yasaklanmışken Müslüman nasıl olur da onların yaptıklarını yapar? Diğer taraftan Müslümanların onlara benzeme gayretleri, tören ve bayramların açıktan yapılması konusundaki onların arzu ve cesaretlerini arttırmıştır. Hâlbuki müşriklerin söz konusu törenlerini alenen yürütmekten men edilişlerindeki sebep, bunların bozulmaya yol açabileceği, yani Müslümanlar üzerinde kötü tesir bırakabileceği endişesinden kaynaklanmıştır. Çünkü bu tip adet ve gelenekler ya bir masiyet ya da bir küfrün sembolü mesabesindedir. Müslüman ise bu hareketlerin tamamından men edilmiştir.

Ömer bin Hattâb Hz.leri şunları söyler:

“Dinleriyle ilgili konularda Allah düşmanlarından uzak durun. Zira Allah’ın gazabı onların üzerine iner.”

Kutsal günlerinde (onların yaptıklarını yaparak) onlara refakat etmek gazabullaha sebep olur. Çünkü böylesi adet ve hareketler ya onlarca sonradan icad edilmiş (uydurulmuş) ya da işlerliği kaldırılmış (mensuh) hükümlerden ibarettir. Hakiki ilimse bunların hiç birini benimsemez. Nitekim onlarca kutsal gün ve zamanlarındaki yaptıklarını yaparak onlara benzemek helal değildir. Diğer yandan böyle konularda onlara benzeyen Müslüman yardım ve tasvip görmez, bilakis ondan nehy edilir.

Bilinmelidir ki küffara benzememe konusunda hassasiyet göstermek Allah (cc)’ın bir emridir. Zira küfür demek kalbin hasta düşmesi demektir. Belki daha da kötüdür. Kalp sıhhatini yitirdiği zaman, hiç bir organ huzur bulmaz. Her şeyin sıhhat ve dirliği ancak o şey için kalp vazifesi gören unsurun sıhhat ve salahıyla mümkün olur.

Bilinmelidir ki selefi salihin devrinde Müslümanlardan bu tür rezaletlerden herhangi birini yapan veya bunlar gibi hareket eden kimse olmamıştır. Zaten hakiki mümin selefi salihinin yoluna süluk eden, Peygamberlerin Efendisi Hz. Muhammed (sav)’in izinden yürüyen, nebilerden, sıddıklardan şehitlerden, salihlerden Allah’ın kendilerine in’amda bulunduğu kimselere uyan kişidir. İhsan ve keremiyle Allah bizi o müminlerden kılsın. Zira O, cömerttir, kerem sahibidir.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : HAK YOLU TEHLİKELER İLE DOLUDUR

Hak yolunda yürüyen kişinin uyanık olması gerekir. Çünkü yol, görünüşte dümdüz ve güzeldir. Fakat altında tuzaklar vardır. Nitekim bu yolda bize kılavuz olacak birçok tanınmış, parlak isimlerde mana uymazlığı vardır. Birçok kişi, adlarının adamı değildir, görünüşe kapılmamalıdır. Şunu iyi bilmeli ki:

Sahte şeyhlerin adları, sözleri tuzaklara benzer. Onların kulağı okşayan, fakat ruhani olmayan güzel sözleri, ömrünüzün sözünü emen kumdur. (Ömür suyunu emen kum, sahte şeyhi, içinden âb-ı hayat fışkıran kum da mürşidi kâmili göstermektedir.)

Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş sözler olduğu gibi, içinden ab-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilahi sırları meydana vuran kumu ara.

Evladı işte yukarda anlatılan o kum Allah adamıdır. Allah adamı, kendi benliğinden kopmuş, kendinden ayrı düşmüş, Hakk’a ulaşmıştır. Allah adamından, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler, o sudan hayat bulurlar, gelişirler yetişirler. Allah adamından başkasını, kuru kumsal bil. O kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, seni tüketir.

Hikmeti, hâkim olan, arif olan üstün bir varlıktan iste ki onun feyzi ile sen de gerçeği gören bir kişi olasın.

Zamanı gelince, hikmet arayan kişi hikmet kaynağı olur da, artık o çalışmaktan, sebeplere başvurmaktan kurtulur.

Böyle bir Hak aşığının sinesi, bilgileri ezberleyen, saklayan bir “levh” iken, kendisi, Allah bilgilerini hıfzeden “Levhi Mahvuz” olur. Ve onun aklı vasıtasız olarak, kendi ruhundan zevk alır, feyz alır, nasip alır. Önce aklı o kişiye bir şeyler öğreten bir hoca iken, sonradan aklı ona talebe olur. Akıl ona Cebrail gibi der ki: “Ey Ahmed! Bir adım daha atarsam yanarım.”

“Ey can padişahı, sen artık beni burada bırak; sen yürü, ileri git, benim hududum burasıdır.”

Tembellik yüzünden, şükretmeyen, sabretmeyen kimse, bilmiş olsun ki cebr inancı onun ayağını tutmuş, bağlamıştır.

Cebr inancına kapılan, cebrîlik iddia eden kişi, kendini hasta eder. O hastalık onu alır, mezara kadar götürür.

Ey gönülden günah işlemeye istekli olan, nefsânî arzularını gizlice tazeleyen kişi, sen, imanını tazele, fakat yalnız dilinle söyleyerek değil de kalbinle tazele.

Nefsanî istekler, şehvânî arzular tazelendikçe iman tazelenmez, çünkü şehvetin, nefsin dileğine uymak Hak kapısını kapar, kilitler.

Sen çok derin manalı ve anlamına dokunulmamış olan sözü tevil ediyor, ona başka türlü mânâ veriyorsun. Sen Kur’an’ı Kerim’i değil, kendini tevil et, kendini anlamaya çalış.

Sen, kendi heva ve hevesine uyuyor, Kur’an’a kendi çıkarlarına göre mânâ veriyorsun. Bu yüzden, o yüksek mânâ alçalıyor, eğriliyor, çarpılıyor.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : KORKAKLIK

“İnsanlardan korkmayın benden korkunuz” (Maide;44)

Korkaklık; korkak olma hali, cesaretsizliktir. Korkak insan, hayal, vehim ve zanların esiri olup her şeyden korkar. Korkaklığı onu güvenilmez yapar. Sabır ve sebat isteyen, cesaret gerektiren savaş ve yolculuk gibi zor işlerde bulundurulamaz, düşmana karşı kendilerine görev verilemez.

Korkak insan hayatta başarılı olamaz. Hakkını koruyamaz ve karşısına çıkacak engellere, güçlüklere karşı koyamaz.

Korkak olan kimse, zevcesine ve akrabasına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir. Onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer. Haram işleyeni görünce susar. Başkalarının malına tamah eder işinde sebat etmez. Verilen vazifenin ehemmiyetini anlamaz Allah-u Teâlâ, Tövbe suresinde şecaati, kahramanlığı övüyor. Nur suresinde, zina edenlere, had cezası verilmesinde merhamet olunmamasını emrediyor.

Korkak insanların can, mal ve namusları daima tehlikededir. Korkakların, bu kötü huylarından kurtulabilmeleri için cesur kimselerle arkadaş olmaları ve onlarla düşüp kalkmaları gerekir. Böylece yavaş yavaş korkuyu üzerlerinden atar, onun kötülüklerinden korunmuş olurlar.

Terbiyenin korkak yetişmekteki tesiri büyüktür. Bunun için anne, baba ve öğretmenlerin çok dikkatli olmaları gerekir. Çocukları cesur yetiştirmek için onların kafalarını öcü ve gulyabani masalları ile değil, mertlik ve kahramanlık hikâyeleri ile doldurmak icap eder.

Ashaptan, Bera’ b. Âzib (ra): “Savaş kızıştığı zaman biz, Rasulullah (sav)’tan cesaret alırdık. Çünkü O, cesaret örneğiydi” demiştir. Peygamberimiz (sav)’in çok cesur olduğu ve ashabının da O’nun yolundan gittiği bilinen bir husustur. Hatta Rasulullah (sav): “Allah’ım, korkaklıktan sana sığınırım” diye dua ederdi.

Allah-u Teâlâ, Fetih suresinde, ashab-ı kiramı, “Kâfirlere gazap ederler”, harpte sert davranırlar diyerek övmektedir. Tövbe suresi, 73 ayeti kerimesinin mealinde, “Kafirlere karşı sert ol”, buyrulmaktadır. Bir hadisi şerifte, “Ümmetimin hayırlısı, demir gibi dayanıklı olanıdır” buyruldu. İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık edenlere, saldıranlara karşı sert olmak lâzımdır. Bunlara karşı korkak olmak, caiz değildir. Çünkü Enfal suresinin 15. ve 16. ayeti kerimelerinde; “Ey iman edenler, toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin” “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya bir başka topluluğa katılma dışında her kim, o gün (düşmanına) arkasını dönerse; muhakkak ki o, Allah katında gazaba uğramıştır. Onun yurdu Cehennem’dir ve o, ne kötü bir sonuçtur” buyrulmaktadır. Korkarak kaçmak, Allah-u Teâlâ’nın takdirini değiştirmez. Kendini tehlikeye atmak da, caiz değildir. Tehlikeli yerde yalnız kalmak, yalnız yürümek, günahtır.

İnsan için gerekli olan cesaret sahibi olmaktır. Hayatımızda, ne gereksiz atılganlığın, ne de korkaklığın yeri olmamalıdır.  Allah  (cc)’ın yarattıklarından korkmamak bir Müslüman için nasıl iyi bir özellik ise, aksine Allah (cc)’tan korkmak da o ölçüde üstün bir fazilettir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

“Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’tır.” (Et-Tevbe;12).

Mü’min Allah (cc)’tan korktuğu kadar O’na ümit bağlayan insandır da. Çünkü Cenab-ı Hakk: “Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser.” (Yusuf;87) buyurmuştur.

Dolayısıyla korkaklık Müslüman’a yakışmadığı gibi hiç bir kınayıcının kınamasından, İslam’a karşı olan insanlardan korkmamak yalnız ve yalnız Allah (cc)’tan korkmak gerekmektedir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : CERBEZE (DEMOGOJİ)

“Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar” (Bakara;9)

Cerbeze sözlükte; kurnazlık, hilekârlık anlamındadır. Güzel ve aldatıcı konuşma becerikliliği ve haklı, haksız sözlerle hakikati gizlemektir. Sosyal hayatta çokça karşılaştığımız bir fiil olarak özelikle ölçüsüz ve dengesiz söz kurnazlılığıdır. Hakkı batıl, batılı hak görmeye kadar insanı götüren bir kayma ve kırılmadır. Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesidir. Bütün kötülükleri görüp, hiç bir iyiliği görmeme durumudur.

Cerbeze halindeki kişi aldatıcı bir zekâya sahip olduğu için insanların kusurları bir anda nazarlara sunarak diğer insanları aldatmaya ve onların pozitif duygularını boşaltmaya çalışır. Cerbezeli kişi müspetleri nazara almaz ve kusurlarla müspet iyilikleri de örter. İşte bu hal bir zulüm halidir ki cerbezeli insanlar olumlu hareket edemezler.

Cerbeze istikametten kayma halidir. İnsana Yüce Allah (cc) tarafından verilen sınırsız duygular olup bu duygulara fıtri olarak sınır konulmamıştır. Ancak peygamberler ve dinlerle bu duygulara sınırlar çizilmiştir. Çünkü bu dünya imtihan yeridir. Din bir imtihandır.

Cerbezeden korunmanın yolları:

-İnsan kusursuz olmaz. Her insanın kusur işleyeceğini bilerek iyiliklere yönelmelidir.

-İslam Müslüman’ı aldatmayı haram kılmış ve bunu büyük günahlardan saymıştır.

Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde: “Mekr, huda ve hıyanet sahipleri ateştedir.” (Ebu Davud)

-Cerbeze münafıklıktır. Kur’an’ı Kerim’de; “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.” (Bakara;145) buyrulmaktadır.

-Cerbezenin bir zulüm olduğunu bilerek ondan yılandan kaçar gibi kaçmalıdır. Çünkü zulüm haramdır. Kur’an-ı Kerim’de; “Şüphesiz ki Allah, zalimleri sevmez.” (Şura;40) buyrulmaktadır.

-Müslüman’a silah çekmekle onu aldatmak arasında “tecavüz” nokta-i nazarından herhangi bir fark yoktur.

-Aldatmak ihanettir. Nitekim Efendimiz (sav): “Aldatan bizden değildir.” (Müslim) buyurmuşlardır.

-Başkaları zarar görmese bile kendisinin uhrevî mükâfattan mahrum kalmasına sebebiyet verir.

-Bir gün mutlaka hakikatin ortaya çıkacağına inanmalıyız.

Sonuç olarak; İslam cerbezeyi yasaklamıştır. Kişi kendisinin ve yakınlarının zararına bile olsa hiçbir zaman doğruluktan ayrılmamalıdır. Doğruluğun ödülünün mutlaka Allah (cc) tarafından verileceğine inanmalıdır. Aile yaşamında, ticarette, memurlukta, idarecilikte, devlet ve ulus hizmetinde, kısacası toplumun her kesiminde insanların birbirlerine karşı doğru ve dürüst olması herkes için bir görevdir. İnsanlar arasında güvensizlik meydana getirecek davranışlardan uzak durmalıyız. Nitekim Kur’an-ı Kerim de geçen: “Ey Habibim emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud;112) ayeti mucibince hareket etmemiz bize emrolunmuştur.

Nuri KÖROĞLU

MUHYİDDİN ARABİ (ks) Hz. NASİHATLER

Allah’a Yaklaştıracak Taatler

İçinde bulunduğun hal ve durum neyi gerektiriyorsa bütün gücünle seni Hak Teâlâ’ya yaklaştıracak taat (İbadet etmek. Allah’ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek) lerde bulunmaya devam et. Allah-u Teâlâ içinde bulunduğun zaman ve hal lisanıyla hangi taati işlemeni murad ediyorsa onu yapmaktan geri durma! Sen gerçekten iman etmiş ve imanın tadını tatmış isen, işlediğin her günahın peşinden bir de taat işlemeyi kendine vazife bil. Çünkü o amelin günah olduğuna imanın vardır. Masiyetin ardından işlediğin taate bir de tevbe ve istiğfar eklersen taat üstüne taat yapmış olursun. Böylece de taatler günahlara galip gelmiş olur.

Allah’a yaklaştıran taatlerin en yücesi ve en değerlisi imandır. Çünkü iman, bütün taatlerin üzerine bina edildiği bir temeldir. Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı uluhiyeti hakkında şu sahih haberde verdiği hükme iman etmek gerekir:

“Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım, o bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım o bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.” (Bûharî, Tevhid, 15)

Cenâb-ı Hakk’ın kulun ameline ziyadesiyle karşılık vermesinin sebebi şudur:

Kulun yaptığı her işte Allah’a yakınlaşma niyetini koruması, gerekmektedir. Zira kul yaptığı her işi şeriat terazisiyle ölçüp onun haricine çıkmamakla emrolunmuştur. Kulun yaptığı işlerden acele etmesinden murad, amellerini şeriat terazisiyle ölçmede acele etmesidir, yoksa amelin bizzat kendisini yerine getirme sürati değildir. Zira şer’i mizan (ölçü) muamelatın sıhhati için zaruridir. Allah’ın kula yakınlaşması ise bir mizana muhtaç değildir. Hakk’ın katındaki geçerli ölçü, senin Hakk’a yakınlık niyetiyle işlediğin amelini kendisiyle ölçtüğün şeriat ölçüsüdür.

Amellerine mizan gerekmeyen Allah (c.c)’ın sana yakın olması, elbette senin O’na yakınlığından daha kuvvetli ve fazladır. Hak Teâlâ Hazretlerinin yakınlığını belirtirken kendi zatını senin O’na yaklaşma ölçülerinin katlarıyla vasfetmesinin sebebi ise senin hakikatinin O’nun suretinde yaratılmış olması ve sana lütfedilen; “Hakk’ın halifesi olma nimetinin, öncelikle kendi zatın üzerine terettüp etmesidir. Çünkü sen kendi beden mülkünde O’nun halifesisin. Yönetime tevdi edilen varlıklar ise, azaların zahirî ve bâtını kuvvetlerindir. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki, O’nun sana olan yakınlığını ve daha fazlasını ifade eder. Bu fazlalık hadiste “arşın” ve “koşma” gibi uzunluk ölçüleriyle ifade edilmiştir. Çünkü bir arşın iki karış; bir kulaç iki arşın uzunluğunda olduğu gibi normal bir koşma da yürümenin iki katıdır. Birinci olarak senin O’na yaklaşmanda yaklaşan O’dur, O’nun sana yaklaşmasında yaklaşan yine O’dur. Yani yaklaşanda (Evvel) yaklaşılan da (Âhir) O’dur. Bu kula özgü hususî bir yakınlıktır. Fakat eşyanın tümüne olan ilahî yakınlığa gelince bu farklı bir yakınlıktır ve işte şu ayet, bu yakınlığı ifade eder;

“Biz o (insan)a şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

Biz burada umumî yakınlığı değil kulun yaklaşma çabasına Cenab-ı Hakk’ın ne şekilde bir yakınlıkla karşılık verdiğini izaha çalıştık. Şurası da iyice bilinmelidir ki; kul Allah’a ve O’nun katından gelenlere iman etmedikçe ve O’nun tarafından ilahi bir lütfa eriştirilmedikçe Allah’a yaklaşması mümkün değildir.

Münakaşadan Kaçınmak

Kardeşim dini hususlarda cedel ve münakaşadan sakın. Çünkü cedelde kişi ya hakkı savunur veya hak olan bir şeyi iptal için çalışır. Münazara toplantılarında günümüzün fakihlerinin yaptıkları budur. Bunu yaparken de niyetleri bir nevi zihin jimnastiği yapıp, düşünceleri düzene sokmaktır. Yani doğru düşünce şekline ulaşmak. Bu durumda münazaracı inanmadığı bir görüşü iltizam edip (taraftarlık etmek), arkadaşının hak olan fikrine karşı çıkar. O fikrin hak olduğuna kendisi de inanır. Bu durumda nefsi onu şöyle diyerek hile ile aldatır: “Biz bunu ancak birbirimizin düşünce şeklini düzene sokmak için yapıyoruz yoksa bâtılın doğruluğunu ispat için yapmıyoruz. Bilmez ki Yüce Allah (cc) her konuşanın yanındadır. Hem avamdan olan kimseler onların konuşmalarını dinleyip bâtılın galip geldiğini görür ve bunun savunucusunu da fakih bir kimse olarak tanır da burada duyduğu ile amel ederse, bu durum bâtılı savunan kimse için günah olmaz mı? Elbette olur. İşte bu sebepledir ki Efendimiz (sav);

“Haklı da olsa münakaşayı terk edene Cennet’in köşesinde bir köşk verilmesine ben kefilim. Yine şaka da olsa yalanı terk edene Cennet’in ortasında bir köşk verilmesine kefilim” buyurmuşlardır. (Ebû Davûd, Edeb,8)

Bâtıl bir şeyi savunmak da bir nevi yalan konuşmaktır. Peygamber Efendimiz (sav)’de latife yapardı; fakat doğruyu konuşurdu.

Allah’ı zikretmeye Hassasiyet Gösterin

Taharatte de suyu fazla israf etme. Abdest azalarını üçer defa yıka. Kur’an’ı düşünerek oku. O, zikirlerin en yükseğidir. Bir sureye başlayınca, bitirinceye kadar konuşma. İbadetlere neşeli olarak başla. Eğer ağırlık gelirse, onu bırak başka ibadete geç. Amma, farzlar böyle değil. Onların vakti geldi mi ister neşeli, isterse neşesiz ol, farzlar derhal işlenir. Birisi, sen ibadet ederken, o ibadeti güzelce ifa ederken o da öğrensin diye niyet et. Riyadan kurtulursun. İhlâsına dikkat et. Halk içinde güzel namaz kılıp da tenhada felfes kılan, Allah’a hakaret etmiştir. Elinden geldiği kadar gayret et, güzelce ibadetlerine devam et. Sakın Allah beni şaki yazdıysa şakiyim, said yazdıysa saidim deme. Hayırlı ibadetler ve hayırlı işler yapıyorsan, said olduğuna Allah tarafından bir müjdedir. Allah güzel ameller işleyenlerin ecrini zayi etmez.

“Allah, ” İsmi şerifine devam et. Allah lâfzı şerifinin faydası hiçbir zikirde yoktur. Başından elifi kaldırırsan (Lillâhu لله ) kalır. Yine Esmâ-ül Hüsna’dandır. Birinci lâm’ı kaldırırsan (Lehû له ) olur. O da Esmâ-ül Hüsna’dandır ikinci Lâm’ı da kaldırırsan (Hû هو) kalır ki, o da Esmâ-ül Hüsna’dandır. Başka kelimelerde bu yoktur. Din de güzel şeylerle iftihar edilir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : IRKÇILIK

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat;13)

Irkıçılık; kişinin bağlı olduğu ulus ya da ırkın üstünlüğüne inanarak onun dışında kalan toplulukları aşağı ve hor görmesine dayanan tutum ve davranıştır. Tarih boyunca üstün sayılan ırkların diğer ırklar üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı. Toplumlar arasındaki birlik ve dayanışmayı yok etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması yüzünden İslam tarafından kesin biçimde yasaklandı. Nitekim Efendimiz (sav) birçok hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır;

“Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir.” (Müslim)

“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir: “Kaderiye (‘kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır’ cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr davası). Unsuruyet davası (ırkçılık) ve dinî meselelerde gevşeklik etmek.” (Taberanî)

“Kim hevasına uyarak batıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa cahiliye ölümü üzere ölür.” (İbni Mace)

Irkçılık tarihinin ilk temsilcisi şeytantır. Aslıyla övünmeyi, başka asıldan gelenleri hor görmeyi ilk o başlatmıştı. “Onu topraktan yarattın, beni ise ateşten” diyerek Hz. Âdem’e (as) secde etmemişti. “Ateş topraktan üstün. Öyle ise ben kendimden daha aşağı birine nasıl secde edebilirim?” diyerek isyanını müdafaaya kalkışmıştı.

Tarihte eski yunan, roma, mısır toplumlarında egemen uluslar kendilerinin doğal üstünlüklerine inanırlar, kendilerinden olmayan ulusları ikinci sınıf insan, dolayısıyla köle ve hizmetçi olmak üzere yaratılmış topluluklar olarak değerlendirirlerdi. İsrailoğulları gibi kimi toplumlarda ise ırkçılık dini bir nitelik kazanmıştı. Kendilerinin seçilmiş ulus olduklarına inanan israiloğulları, İslam’ın tebliğ edildiği dönemde, sırf kendi uluslarından olmadığı için Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini kabul etmemişlerdi.

İslam’a göre ırk öğesi insanlara doğal bir üstünlük sağlamadığı gibi medenî bir toplumun oluşmasında da temel etken değildir. Medenî bir toplum, hayvanlar gibi içgüdüleriyle birlikte yaşayan insanlardan değil, özgür iradeleriyle seçtikleri inanç ve idealler çevresinde toplanan insanlardan oluşur. Bu nedenle İslam toplumu İslam’ı bir din, bir hayat düzen ve biçimi olarak benimseyen insanların oluşturduğu toplumdur. Belirleyici tek etkenin inanç olduğu bu toplumun oluşmasında başka hiçbir maddi ya da manevi etkenin katkısı yoktur. Aynı akide çevresinde birleşen insanlar, kan bağları olmasa da kardeştirler. Kur’an’ı Kerim’de; “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz” (El-Hucurât, 10) buyrulmaktadır.

Buna karşılık, aynı inancın paylaşılmaması durumunda, baba oğul arasında bile bir yakınlıktan söz edilemez. İman etmediği için babasının çağrısına uymayan Hz. Nuh’un oğlu onun ailesinden sayılamaz. Hud suresi 46. ayeti kerimede;  “Allah: “Ey Nuh! O kesinlikle senin ehlin (âilen)’den değildir. Çünkü o salih olmayan bir amelin sahibidir” Aynı inancı paylaşan müminler küfrü tercih etmeleri durumunda ne babalarını, ne de kardeşlerini veli edinebilirler (Tevbe,23) Hiçbir mümin, babası, oğlu, kardeşi ya da diğer bir yakını da olsa, Allah’a ve Peygamberine düşman olan kimseye sevgi besleyemez. (Mücadele;22).

İslam ırkı reddetmez, ırkçılığı men eder. Buhari’nin rivayetine göre bir gün ilk Müslümanlardan sayılan Ebu Zerr ile Bilali Habeşi birbirlerine kızmışlar, birbirlerine kötü söz söylemişlerdir. Öfkenin tam şahlandığı sırada Ebu Zerr, Bilal’e: “Siyahın oğlu” demişti. Bilal onu Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme şikâyet etti. İslam Peygamberi, Ebu Zerr’e buyurdu ki: “Onu annesiyle mi ayıpladın? Sen öyle bir adamsın ki sende cahiliyet kokusu vardır.” (Buhari) Ebu Zerr’den rivayetle Hz. Peygamber kendisine şöyle buyurmuştur:

 “İyi bak, sen takva ile daha üstün olmadığın takdirde; kırmızı veya siyahtan daha hayırlı değilsin.” (Ahmed b. Hanbel)

Bir başka hadiste şöyle buyurmuşlardır: “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktandır.” (Bezzar)

İslam, Müslüman’ı cahiliyyet devrinde yaptığı gibi neseple, soyla, şan ve şerefle övünmeyi, baba ve atalarla büyüklenmeyi haram kılmıştır. Bu cümleden olarak, “Ben falanın oğluyum ve ben falan nesildenim, sen de falan sülaledensin! Ben beyaz ırktan, sen siyah ırktansın! Ben Arab’ım sen de başka bir millettensin” şeklindeki ifadeleri de haram saymıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem baba ve atalarıyla övünen kimselere çok ağır ifadelerle öfkelerini yağdırmış ve şöyle buyurmuştur:

“Öyle milletler gelecek ki ölmüş babaları ile övüneceklerdir. İşte onlar Cehennem’in kömürleridir. Ve onlar, Allah katında pisliği burnu ile yuvarlayan böceklerden daha basittir! Allah sizden cahiliyet devrinin övünmesini ve babalarla büyüklenmeyi kaldırmıştır. İnsanlar iki gruptur; ya muttaki mümin ya da perişan kâfir! Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Âdem de topraktan yaratılmıştır.” (Tirmizi) Cahiliyet devri Arapları ve onların derecesindeki firavun ve kisralar seviyesinde bulunan eski atalarıyla iftihar edip övünen kimseler için büyük ibretler vardır. Zira onlar Allah Rasulü’nün diliyle “Cehennem kömürü”nden başka bir şey değildir.

Hz. Peygamber (sav) Veda Haccı sırasında, Veda Hutbesi olarak bilinen ünlü konuşmasında Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a, beyaz renklinin siyaha, siyah renklinin beyaza bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu ilan etmiştir. Mekke’nin Fethi’nde, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Hz. Peygamber (sav) aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir:

“Sizden cahiliye ayıplarını ve büyüklenmesini gideren Allah’a hamd olsun. Ey insanlar, tüm insanlar iki gruba ayrılırlar. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülükten sakınanlardır ki bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. İkinci grup ise günahkâr ve isyankâr olanlardır ki bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Âdem’in çocuklarıdır; Allah Âdem’i de topraktan yaratmıştır.”

Bir başka hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır: “Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim)

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : ŞİRK

«Şüphesiz, kim Allah’a ortak koşarsa, Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun gideceği yer Cehennem’dir. Zalimlere orada bir yardımcı da yoktur» (Maide, 72)

İnsanlık tarihi, şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bu mücadele günümüzde de halen devam etmektedir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir. Peygamberimiz (sav) zamanındaki Mekke müşrikleri, Allah’la birlikte birçok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında insanların puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir.

Şirk; Allah’ a (cc) ortak koşmak demektir. Tevhid ise şirkin zıttıdır. Kur’an-ı Kerîm’de insanlar, tevhide, yani Allah (cc)’ı birlemeye davet edilmişler, O’na gerek zâtında, gerek sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik, yani ortak kılmaktan, yalnız Allah (cc)’a mahsus olan ibadette başkalarını O’na ortak etmekten şiddetle menedilmiştir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de; “Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bundan öte dilediğine, dilediği kimse için bağışlar. Her kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz büyük bir iftira da bulunmuştur” (Nisa, 48)buyrulmuştur.

Şirkin çeşitleri

-Büyük şirk:

Bir şeyi Allah’a denk tutup ona ibadet etmek. İlahmışcasına ona itaatte bulunmak, hem onun hem de Allah’ın emirlerini müsavi görerek ortak koşmak veya o şeyi Allah hükmünün önüne geçirmektir. Bazı hallerde Allah’ın kurallarının geçerli olamayacağına inanmak ta bu kabildendir. Kişi bu durumda geçerli gördüğü kanunları Allah’ın kanunlarına tercih ettiği için bilerek bilmeyerek şirke düşmüş olur. Şüphesiz bu kelimenin tek anlamıyla, şirkin en ağırı olup bu durumdaki kimse İslâm’dan çıkmış ve bu durum üzere ölen kimse de ebedi Cehennem’de kalmak üzere müşrik olarak ölmüştür.

-İtaatte şirk:

Allah’ın hükmünden başkasını kabul etmek, meşru görmek veya onun Allah’ın hükmünden üstün yönleri olduğuna inanmaktır. Hüküm ve hâkimiyet yalnızca Allah’a has bir haktır. (Hiçbir mahlûkun hükme ehliyeti yoktur. İnsan yalnızca Allah’ın hükümlerini uygulamakla memurdur)

«Hüküm yalnız Allah’ındır» (Yusuf, 40)

Allah’a isyan olan bir ameli helal görecek kadar alim veya şeyhlerine uyanlar bu sınıftadırlar.

“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp âlimlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler” (Tevbe, 31). Allah Resulü (sav) Tirmîzi’de yer alan sahih bir hadiste bu ayeti Adiy b. Hâtem’e, “Hıristiyanlar âlimlerine helali haram, haramı da helal kılmalarında itaat ediyorlardı. Kim Allah’tan başkasına şeriat koyma, (hayata tümüyle yön verme) hakkı iddia ederse Allah’tan indirileni inkâr etmiştir” şeklinde açıklamış, sonra da şu ayeti okumuştur; “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridirler” (Mâide, 44).

Yarattıkları üzere yegâne tasarruf sahibi olan yalnız yaratıcıdır. Allah Azze ve Celledir. Yarattıklarının yararına olanı en iyi bilen de sadece O’dur. O’ndan başkası hiç bir şey yaratmamıştır.

Allah’tan başkası, yaratılmış olduğundan acizdir, kendinde bile bilmediği sayısız husus vardır. İnsan bunu bile bilmekten âcizken yaratılmışlara uygun ve yararlı olanı nereden bilebilir ki? Bu da gösteriyor ki insanlar tarafından hayata bir sistem olarak yön vermesi üzere konulan bütün kanun ve düzenler batıldır. Hiçbirisiyle hüküm vermek asla caiz değildir. Hâkimiyet ancak Allah’ındır.

-Sevmede Şirk:

Allah Teâlâ’yı sever gibi, O’nun yarattığı bir varlığa sevgi ve muhabbet besleyerek sevgi ve tâzim konusunda o varlığı Allah-ü Teâlâ’ya ortak koşmak. Bu, Allah-ü Teâlâ’nın asla bağışlamayacağı büyük şirktir. Nitekim Allah-ü Teâlâ bu şirk hakkında şöyle buyurmuştur:

“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a (haşa) eşler ve benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise daha çok Allah’ı severler” (Bakara, 165)

-İslam dini ile alay etmek, Allah-ü Teâlâ’yı yarattıklarına benzetmek, Allah-ü Teâlâ ile birlikte başka bir yaratıcının veya rızık verenin veyahut da kâinattaki işleri çekip çevirenin olduğuna inanmak.

-İnsanın kendi nefsine fazlaca güvenmesi, bütün lâtifelerini onun (nefsin) emrine vermesi

-Mahmud b. Lebîd’den rivâyet olunduğuna göre, Rasululllah (sav) şöyle buyurmuştur:

Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir. Sahabe: Ey Allah’ın elçisi! Küçük şirk nedir, dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: Küçük şirk, riyadır (gösteriştir) buyurdu. Şüphesiz ki Allah Tebârake ve Teâlâ, kullara amellerinin karşılığının verileceği günde (kıyamet gününde), şöyle diyecektir: Dünyada iken, kendileri görsün diye gösteriş yaptığınız kişilerin yanına gidin, bakın, onların yanında herhangi bir karşılık bulacak mısınız?”

Cebbar ve Mütekebbir ancak Allah’tır. İnsan, Allah’ın kendisine bahşettiği varlığı, kuvveti, ilmi, O’nun huzurunda Onun kullarını ezmekte kullanırsa, Cebbar ve Mütekebbir olmaya özenmiş ve gizli şirke girmiş olur. Rasulullah Efendimiz (sav); “Felak” için, “Cehennem’den bir zindandır, onda cebbarlar, mütekebbirler hapis olunur ve Cehennem ondan Allah’a sığınır” buyurmuştur.

– Allah’ tan (cc) başkası adına yemin etmek, ‘Allah ve sen dilersen bu iş olur’ demek vb.

Şirk, dünya hayatındaki en büyük zulümdür. Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur: “Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür” ( Lokman/13) Şirk, insanı İslam dininden çıkarır. Yapılan bütün salih amelleri boşa çıkarır. Tövbe edilmeden ölündüğü takdirde sahibini Cehennem’de ebedi kalmaya götürür. Şirkin dışındaki günahların bağışlanması Allah’ ın (c.c.) dilemesine kalmıştır. Allah (cc) şirk koşmadan ölen kişiyi, dünya dolusu günahı olsa bile, “La ilahe illallah” kelimesinin fazileti sebebiyle ister günahlarının cezasını çektirdikten sonra, isterse de günahlarının cezasını çektirmeden affedecektir.

Peygamberler bile Allah’a (cc) şirk koşmaktan korkup dua etmişlerdir. Bu yüzden tüm Müslümanların şirk ve şirk ehlinden uzak durması ve Allah’ a (cc) dua edip, tövbe istiğfar etmesi gerekir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin hastalıkları : AŞIRILIK (İFRAT VE TEFRİT)

“Aşırı giden helak olur.” (Müslim)

İslamiyet, aşırılıklardan uzak vasat (orta) bir dindir. Allah-ü Teâlâ ayeti kerimede: “Sizi vasat bir ümmet kıldık.” (Bakara 143) buyurmaktadır.  İfrat ve tefritin ikisi de kötüdür. Hak, ortadadır. İfrat ve tefriti anlatan Türkçe bir kelime yoktur. Aşırılık denebilir. Tefrit de ifratın zıddıdır. İfrat normalden fazla, tefrit de normalden az demektir. Biri, diğerinin zıttıdır. Mesela, çok uyumak ifrat, çok az uyumak tefrittir. Her işin uygun olanı, aşırılıklardan uzak, vasat [orta] olanıdır. İfrat işi yapana müfrit denir. İleri giden, haddini aşan demektir.

Dünya ile ahiretini birlikte yürütebilen kişi, orta yolda gidenlerdendir. Dünya işlerinde de, orta yol üzere bulunmak, kişinin izzet ve şerefini arttırır. Her işte ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olmak ve vasat yani orta yolu tutmak gerekir. Dinimiz, aşırılıklardan uzak, orta yolda olmayı emretmektedir. Rasulullah (sav) Efendimiz hadisi şeriflerde şöyle buyurmuştur;

“İfrat ve tefritten uzak durun”  (Buharî)

“İşlerin en iyisi vasat olanıdır” (Deylemî, Beyhekî)

“Din kolaylıktır. Vasattan ayrılıp aşırı gideni din mağlup eder.” (Nesâî)

İfrat, tefrit ve vasata birkaç örnek verelim:

1- Cimrilik tefrit, israf ise ifrattır. Cömertlik ise vasattır. Bir ayeti kerimede:

“Harcarken, israf ve cimrilik etmezler; ikisi arasında bir yol tutarlar.” (Furkan; 67) buyrulmaktadır.

2- Tembellik tefrittir, acele ise ifrattır. Tembellik, şimdi yapılması gereken bir işi geciktirmek, daha sonraya bırakmak demektir. Bir hadis-i şerifte; “Yarın yaparım diyenler, helak oldu.” (Berika)

Acele edip düşünmeden o işi yapmak ise, ifrattır. Acele edende gevşeklik ve bezginlik hâsıl olur. Hayırlı bir işin olması için, acele eden, gecikince, bezginliğe, ümitsizliğe düşer. Dua eder, hemen duasının kabul olmasını ister. Duası gecikince, duayı bırakır, isteğinden mahrum kalır. Acele edenin ihlâsı, takvası bozulabilir. Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir. Bazı şeylerin istisnası olduğu gibi, acele etmenin de istisnası vardır. Bazı yerlerde acele etmek sünnettir.

3- İnsan bir şeye kızabilir. Bunun da, ifratı ve tefriti vardır. Öfkenin aşırı olmasına, saldırganlık denir. Saldırgan kimse, hiddetli olur, kendine ve başkasına zarar verir, bu hâl, küfre götürebilir. Hadis-i şerifte, “Aşırı öfke, imanı bozar” buyruldu. (Beyheki)

Öfkenin normal olanına şecaat (kahramanlık, yiğitlik), lüzumundan az olmasına da korkaklık denir. Şecaat orta yoldur. Şecaat halindeki öfke, iyidir. İmam-ı Şafii Hazretleri, (Şecaat gereken yerde, korkan kimse, eşeğe benzer) buyurdu. İki ayeti kerimede; “Kâfirlere ve münafıklara sert davran.” (Tevbe; 73) “[Eshab-ı kiram] kâfirlere karşı çetindir.” (Fetih; 29) buyrulmaktadır.

Düşmanlara karşı korkaklık, caiz değildir. Korkarak kaçmak, Allah-ü Teâlâ’nın takdirini değiştirmez. Korkak kimse, karısına, kızına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir, onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer, hainlik yapanı görünce susar.

4- Çok yemek ifrattır, gerekenden az yemek tefrittir. İhtiyaç kadar yemek vasattır. Bir hadis-i şerifte: “Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır.” (Dare Kutni) buyrulmuştur.

Dayanamayan kimsenin, açlık çekmesi de caiz değildir. Açlık çekmenin tahrimen mekruh olması, buna dayanamayanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir. Çünkü kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Açlığın da, tokluğun da zararı bulunduğu için, yiyip içmekte aşırılıktan kaçmak, orta yolu tutmak gerekir. İmam-ı Rabbani Hazretleri buyuruyor ki: “İnsanlar, riyazet çekmek deyince, açlık çekmeyi ve nafile oruç tutmayı anladılar. Hâlbuki dinimizin emrettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nafile oruç tutmaktan daha güç ve daha faydalıdır. Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştahı olduğu halde ve hepsini yemek istediği halde, dinimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyazettir ve diğer riyazetlerden çok üstündür.”

5- Havf, Allah (cc)’tan korkmak, reca da Allah (cc)’ın rahmetini ümit etmek demektir. Allah (cc)’ın rahmetinden ümit kesmek veya Allah (cc)’tan korkmayıp, kendini garanti Cennetlik bilmek ifrattır. Rasulullah (sav) Efendimiz: “Her istediğini yapıp, rahmete kavuşacağını ümit eden ahmaktır.” (Tirmizi)

Bir ayeti kerimede Rabbimiz: “Rabbinin rahmetinden ancak sapıklar ümit keser.” buyurmuştur. (Hicr; 56)

Vasat yol ise ikisi arasında olmaktır. Bir hadis-i şerifte;

“Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.” (Tirmizi) buyrulur.

6- Kibirlenmek ifrat, aşırı tevazu (temelluk) da tefrittir. Tevazu ise vasattır. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de, bunun ifrata kaçmaması, yani aşırı olmaması gerekir. Aşırı olan tevazua, temellük denir. Temellük, ancak üstada ve âlime karşı caizdir. Başkalarına karşı caiz değildir. Bir hadis-i şerifte: “Temellük, Müslüman ahlâkından değildir.” (İ. Maverdi) buyruldu.

7- Hazreti İsa’yı aşırı sevmek ifrat, sevmemek tefrittir. Hazreti İsa’ya Allah ve Allah’ın oğlu diyen Hıristiyanlar ifrattadır, onu sevmeyen, anasına iftira eden yahudiler ise, tefrittedir. Dinimizin bildirdiği gibi, İsa Aleyhisselamı, Allah (cc)’ın kulu ve peygamberi bilmek ise, vasat yolda olmaktır.

8- Hazreti Ali’ye de aynı aşırılığı gösterenler vardır. Hazreti Ali’yi sevmeyen hariciler (Yezidiler) tefrit ehlidir. Hazreti Ali’ye peygamber veya ilah diyen ibni sebeciler, ifrat ehlidir. Ehl-i Sünnet ise, Hazreti Ali’yi kendisinin ve Rasulullah Efendimiz (sav)in bildirdiği gibi sever, bu ise vasat yoldur. Hazreti Ali anlatır:

Rasulullah Bana buyurdu ki: “Ya Ali, Sen İsa gibisin! Yahudiler, O’na düşman oldular. Mübarek annesi Meryem’e iftira ettiler. Hıristiyanlar da, O’nu aşırı yükselttiler. O’na yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar.” (İ. Ahmed)  Hazreti Ali bu hadisi şerifi haber verdikten sonra, “Benim yüzümden iki aşırı grup insan helak olur. Birisi, Beni aşırı severek, Bende olmayan şeyleri Bana takarlar. Ötekiler de Bana düşman olup, birçok iftira yaparlar” buyurdu. Bu hadisi şerifte, hariciler, yahudilere; ibni sebeciler de, hıristiyanlara benzetilmiştir.

9- Bir kimseyi aşırı sevip, bütün sırlarını ona vermek ifrattır. Arkadaşına sevgisini belirtmemek, her şeyini ondan gizlemek de tefrittir. Düşmanlıkta da, aşırı gitmek ifrattır. Dostlukta da ve düşmanlıkta da, aşırı gidilmemelidir. Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki: “Bir kimseyi günün birinde, aranızın açılabileceğini hesaba katarak sev. Buğzettiğine de günün birinde dost olabileceğini düşünerek buğzet.” (Tirmizi)

10- Kaderi inkâr etmek tefrit suçu kadere yüklemek de ifrattır. Mutezile, “İnsan kendi kaderini kendi çizer” diyerek, Allah (cc)’ın takdirini inkâr eder. Cebriye de, “İnsan kaderine mahkûmdur. Allah her işi zorla yaptırır” diyerek suçu kadere yükler. Vasat olanı ise Ehl-i Sünnet itikadıdır.

İmam-ı A’zam, üstadı İmam Cafer-i Sadık’a, “Allah-ü Teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzularına bırakmış mı?” diye sordu. O da, “Allah-ü Teâlâ, yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü kullara bırakmaktan münezzehtir. Ancak cebir de yoktur. Yaratmayı kullara bırakmak da yoktur. İkisi arası olagelmektedir” buyurdu. Yani, hayır ve şer, Allah-ü Teâlâ’nın yaratması iledir. Sevap ve günah işlemek, kulların ameline, yani insanın iradeyi cüzziyesine bağlı kılınmıştır ki buna kesb denir. Kesb, yani bir şeyi yapmayı istemek kuldan, yaratmak Allah (cc)’tandır. Allah-ü Teâlâ, insanlara zorla günah işletmediği gibi, bunu tamamen onların arzusuna da bırakmaz. Bu işler, ikisi arası olagelir.

11- İbadet yapmakta da, ifrat ve tefrit olur. İbadet etmemek veya az ibadet etmek, tefrittir. Gece gündüz, gücünün yetmediği şekilde ibadet etmeye çalışmak, mesela geceleri hiç uyumadan namaz kılmak, gündüzleri hep oruç tutmak, hanımından uzak kalmak, et, süt, tatlı gibi şeyleri hiç yememek, tefrit olur. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Dinimizde ruhbanlık yoktur. Et yiyin, hanımlarınızla mübaşeret edin! [Nafile] oruç da tutun! Tutmadığınız günler de olsun! [Nafile] namaz da kılın! Uyuyun da. Ben bunlarla emrolundum.” (Taberani) buyrulmuştur.

Nuri KÖROĞLU

Mesneviden : ŞU TENİMİZ CAN ÇOCUĞUNA GEBEDİR

Aslında bazı ruhlar, dünyaya gelmeden önce ayıplarla, suçlarla dolu idiler. Fakat ana rahminde bulundukları için insanlardan gizli idiler. Böylece ruh kaza ve kader hükmüne boyun eğer, daha ezel meclisinden, bu âleme ayıplı bir ruh olarak seyreder. “Kötü kişi anasının karnında iken kötüdür.” Fakat bu gibilerin halleri, bedenlerindeki belirtilerden anlaşılır, bilinir.

Beden can çocuğuna gebedir. Bir ömür boyu onu vücut rahminde taşır, besler; ölüm ruhun bir başka âleme doğması hadisesinin sancılarıdır.

Ahiret âlemine göç etmiş ruhlar, yeryüzünde bir kişi öldüğü zaman; “Bakalım şu beden rahminden doğacak ruh, sevinerek mi korkarak mı doğacak? Bizim âlemimize gelecek ruh nasıldır? Güzel midir? Çirkin midir?” diye bekleşirler.

Çirkin, kara yüzlüler; “O çocuk bizimdir.”, derler. Güzel, beyaz yüzlüler ise; “Hayır, gelen pek güzeldir.”, diyerek sevinirler, onu kendilerinden sayarlar.

Yüzlerden sûret âlemine, bu dünyaya mahsus olan renk maskesi düşer; artık beyaz yüzlü arasındaki ayrılık, aykırılık kalmaz. Rûh, sireti (iç yüzü) ile görünür. Artık iyilik kötülük gizlenmez olur.

Eğer ruh, kara yüzlü suçlulardan ise azap melekleri onu alır götürürler. Ak yüzlü mutlulardan ise Allah (cc)’ın rahmet melekleri onu karşılarlar, aralarına alırlar.

Ruh can âlemine doğmadıkça, onun nasıl olduğunu bilmek, dünyadaki en zor işlerdendir. Bir çocuğu, doğmadan bilen, tanıyan azdır.

Bunu anlayan ancak Allah (cc)’ın nuru ile bakıp gören kişidir. Böyle olan kişi insanın ve eşyanın batınına, iç yüzüne yol bulur. Allah (cc)’ın hikmetinden sual olunmaz. Bir kısım insanı “Ahsen-i Takvim” (=en güzel bir şekilde) yaratır, en güzel rengi verirken, bir kısım insanı da “esfele safilin” (=aşağının aşağısı) halk eder, ona çirkin bir renk verir.

Nuri KÖROĞLU

Nefsin Hastalıkları : İÇKİ VE UYUŞTURUCU MADDE

Kur’an-ı Kerim’de ve hadisi şeriflerde hamr kelimesi geçer. Hamr = alkollü içkidir. İçki ve uyuşturucu maddelerin çeşitli hastalıklara yol açtığı, aklı azalttığı, karaciğeri bozduğu, beyni ve sinirleri harap ettiği, ilmi olarak defalarca tespit edilmiştir. Bir kimse, Müslüman olmasa bile, sağlığa olan zararından dolayı içki ve uyuşturucu maddelerden uzak durmalıdır! Müslüman ise Allah’ın haram kıldığı bir şeyi değil içmek, aklına dahi getirmemelidir. Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teala Hazretleri;

“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar, fal okları şeytanın necis işleridir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık hepiniz vazgeçin!” (Maide 90,91)

İslâm’dan önce ve İslâm’ın ilk devirlerinde, cahiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar: Akıl, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. İslam, beden ve ruh sağlığımıza zarar veren şeylerin yenilmesini, içilmesini, kullanılmasını ve hangi yoldan olursa olsun vücuda alınmasını kesinlikle yasaklamıştır. Nitekim Efendimiz (sav); “İçki her kötülüğün anahtarıdır” buyurarak pek çok kötülüğün ortaya çıkmasının sebebinin alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler olduğunu belirtmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de içki hakkında, “murdardır” buyrulmuştur. Bu sebepten içki için, üzümün suyudur bunun için murdar değildir diyen kâfir olur. Çünkü o açık emri inkâr etmiş olur. İçkinin yalnız bedene zararı olduğu halde esrarın da hem dine hem de bedene zararı vardır. Bunlardan birkaçı şunlardır:

– Gözleri zayıflatır. İnsanı kıskanç ve cimri yapar.

– İnsanda mürüvvet bırakmaz. Merhametsiz yapar.

-Haram işlemeye sürükler.

-Soyunu keser. Organları titretir. Ağzı pis kokutur.

-Kirpikleri düşürür. Dişleri çürütür. Benzi sarartır.

-Çalışmayı engeller. Kötü laflar söyletir.

-Fesatlık yaptırır. İnancı yok eder.

-Abras ve cüzzam hastalığını davet eder.

İslâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, Müslümanlar arasında bunun ticaretini de yasaklamıştır. Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan; kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan…” (İbn Mâce, Eşribe, 6)

Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz mutlak surette alkol ve insanı uyuşturan maddelerin kullanımını yasaklamış, ümmetini bunlara karşı şiddetle uyarmıştır. Cenab-ı Hakk’ın lütfu ilahisi olarak muazzam bir surette yaratılan insan bedeni bunun yanı sıra sahip olduğumuz ilahi sırlarla dolu olan ruha en büyük zararı veren bu haramlardır. Rasulullah (sav) Efendimiz bu hususlara şöyle deyinmiş ve bizleri ikaz etmiştir:

“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.” (Nesai)

“Alkoliğin, kabrinden kalkarken, iki gözü arasında, “Bu Allah’ın rahmetinden mahrumdur” yazısı görülür.” (Deylemi)

“İçki içenin hayâ perdesi yırtılır, şeytan ona yoldaş olur, her kötülüğe sevk eder ve her iyilikten alıkoyar.” (Taberani)

“Hz. Peygamber’e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; “Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir.” (Askalânî, a.g.e, IV, 61).

“Kişi, mümin olduğu halde zina ve hırsızlık edemez, içki içemez. Bunları yapan İslam halkasını boynundan çıkarmış olur. Tevbe ederse, Allahü teâlâ tevbesini kabul eder. Zina eden ve şarap içenin imanı, gömleğin sırttan çıktığı gibi çıkar.” (Hakim)

“İçki ile iman, bir arada bulunmaz, biri, diğerini uzaklaştırır.” (Beyheki)

İçkinin vücudu tahrip ederek birçok hastalığa sebep olduğu, kişide fiziksel ve ruhsal bağımlılığa yol açtığı tıbben tespit edilmiş bir gerçektir. Alkollü içkiler, zihnin faaliyet dengesini bozduğu için insan kendini kontrol edemez, ne yaptığını ve ne söylediğini bilemez hale gelmektedir.

Eski zamanlarda bir abid, insanlardan ayrı bir yerde ibadet ederken, bunu gören bir kadın, ona gönlünü kaptırır, hizmetçisini gönderir. Hizmetçi, abide gelip; bir şahitlik için sizi çağırıyorlar der. Abid de gider. Birkaç kapı geçerek güzel kadının yanına varır. Kadın, “Ya bu çocuğu öldür, ya benimle zina et veya şu şaraptan iç. Birini yapmazsan bütün gücümle bağırır, seni rezil ederim” der. Abid, bunlardan birini yapmak zorunda kalınca, şaraba razı olur. Şarabı içince sarhoş olur, daha sonra kadınla zina eder, çocuğu da öldürür. Vallahi iman ile şarap bir arada olamaz. Biri diğerini uzaklaştırır.(İbni Hibban)

Allah (cc)’ın yasakladığı içki, uyuşturucu ve benzeri maddelerin kullanımı, fert ve toplum hayatında, çeşitli sıkıntı ve huzursuzlukları meydana getireceği muhakkaktır. Sağlık ve toplum açısından bunların zararları ilim adamları tarafından da ortaya konulmuştur. Bu itibarla Allah (cc)’ın emir ve yasaklarına uyarak, içki ve uyuşturucu gibi her türlü kötü alışkanlıktan uzak durmalı, bunlara müptela olan kardeşlerimizin de, bir an önce kurtulup tevbe etmelerine yardımcı olmanın insânî ve İslâmî bir görev olduğunu unutmamalıyız.

Bütün kötülükler bir yere toplanmıştır. Bu yerin kilidi zina, anahtarı içkidir. Bütün iyilikler de bir yerde toplanmıştır. Bu yerin kilidi namaz, anahtarı abdesttir. [İslam Ahlakı]

Nuri KÖROĞLU

Nefsin hastalıkları : SİHİR VE BÜYÜ YAPMAK

“Allah’ın izni olmadıkça hiçbir musibet (felâket) gelip çatmaz” (Teğabûn;11)

Dinimiz İslam; sihir ve büyü yapmayı, insanların arasını bozmak ve zarar vermek için muska yazmayı, en büyük günahlardan biri sayıp yasaklamıştır. Sihir ve büyü vardır. İslam, sihrin varlığını inkâr etmemiş, fakat tevhid inancına zarar verdiği, kontrolü mümkün olmadığı ve genellikle kötüye kullanıldığı için yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle eski bir medeniyet merkezi olan Bâbil halkından bazı insanlar ilham yoluyla Hârut ve Mârut isimli iki melekten birtakım gizli bilgiler ve harika şeyler öğrendiler. Bu melekler, insanları uyarıyorlar ve, “Biz ancak sizi denemek için gönderildik. Sakın sihir yapıp da inkarcı olmayın” demeden kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat bu uyarılara rağmen insanlar, meleklerden aldıkları bu bilgileri sihir yolunda kullanmaya başladılar. Zaman içinde başkalarına da öğreterek sihir ve büyüyü yaygın hale getirdiler. Nitekim çağımızda icat edilen atom, dinamit, nükleer enerji gibi insanlığın faydasına yönelik bilimsel verilerin daha sonraları savaşlarda kullanılması gibi…  Büyü öğrenenler hakkında Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur:

“Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı” (Bakara Suresi; 102)

Arapçası sihir demek olan büyü; bazı kabiliyet ve bilgileri kötü amaçla kullanarak insanları etki altına alma, onlardan hile ile çıkar sağlamaya yönelik bir uğraştır. Kur’ân’ı Kerîm’de de büyü; bilhassa Hz. Musa ile firavun kıssasında detayları ile verilmiş, büyücülerin yaptıkları hünerlerin nasıl boşa çıkarıldığı, onların kötü ve aşağı durumdan kurtulamayan yalancı ve düzenbazlar olduğu vurgulanmıştır.

İbni Âbidin Hazretleri buyuruyor ki: “Büyü; ilme, fenne uymayan, gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan bir ilimdir. Büyü öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için öğrenmek de haramdır. (Redd-ül-muhtar)

Düşünceyi bozan insan aklını şaşırtan ve gönülleri çelen büyü yedi büyük günahtan sayılmıştır. Nitekim Hazreti Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “İnsanı helak eden yedi şeyden sakınınız. Bunlar nedir diye sorduğunda şöyle buyurdu: Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü yapmak Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı insanı öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, harpten kaçmak ve namusuna düşkün Müslüman kadınlara zina iftirası atmak.” (Buhari)

Büyünün İslâmî hükmü şöyle verilmiştir: Eğer yapılan büyüde imanın şartlarından birini inkâr etmek varsa o büyü küfrü gerektirir. Yoksa gerektirmez. Mesela birisi, büyücülerin her şeyi yapabileceğine inanırsa, Allah (cc)’a şirk koştuğundan kâfir olur. Bazı müçtehidlere göre her ikisi de öldürülür. Bazı büyüler göz boyamaktan ibarettir, hokkabazlıktır. bunların gerçek bir yanı yoktur. Bazı büyüler ise insanı gerçekten etkiler. Bu ikinci tip büyü ile meşgul olan büyücülerin yaptıkları zındıklıktır. Bunun için mutlaka dünyada cezalandırılmaları gerekir.

Hadisi şeriflerde buyruldu ki:

“İpe üfleyip düğüm atan kimse, büyü yapmış olur. Büyü yapan da Allah’a şirk koşmuş olur.” (Nesai)

“Falcıya, büyücüye, kâhine giderek, onların söylediklerine inanan, Kur’an-ı Kerim’e inanmamış olur.” (Taberani)

Yüce Allah (cc)’ı bırakıp da kendilerine dahi hiçbir faydası olmayan büyücülerden yardım ve şefaat istemek, şirk (Allah’a ortak koşma) dır ki bu da Allah (cc) katında çok büyük bir günahtır. Kur’an-ı Kerim’de; “Yalnız Sana ibadet ederiz ve Senden yardım dileriz. “(Fatiha;5) Başka bir ayeti Kerim’de; “Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez.Böyle yapanlar Allah’ı bırakıp, kendisine hiçbir hayrı dokunmayan şeytana tapmış olurlar” ( Nisa;116-117) buyrulmaktadır.

Sihir ve büyüyü, yapan, yaptıran, yapılmasına sebep olan herkes günahında ve cezasında ortaktır. Peygamber (sav) Efendimize büyü yapılmış, bu yüzden hasta olmuştu. İbn-i Abbas ve Hz. Aişe (r.anha)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (sav)’in yahudi bir hizmetçisi vardı. Yanında Hz. Peygamber (sav)’in tarağından dişler vardı. Bunları yahudilere verdi. Onlarda bu dişlerle Hz. Peygamber (sav)’e sihir yaptılar. Bu işi yahudi olan Lebid bin A’sam yaptı. Daha sonra yahudi hizmetçi bu sihri Eris kuyusuna gömdü. Cebrail (as) Felak ve Nas surelerini indirdi ve bu sihrin yerini ve kimin yaptığını Hz. Peygamber (sav)’e haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) Hz. Ali’yi gönderdi. O da kuyunun suyunu boşalttı. Kuyudaki taşın altından da sihir yapılan tarağın dişlerini çıkardılar. Bunlarla beraber bir de yay kirişi vardı. O kirişte on tane de düğüm vardı. Alıp onu Hz. Peygamber (sav)’e getirdiler.  Hz. Peygamber (sav) de o düğümlerin üzerine Felak ve Nas surelerini okumaya başladı. Her bir ayet okuduğunda bir düğüm çözülüyor ve Hz. Peygamber (sav) hafiflik buluyordu. İki surenin okunması bitince son düğümde çözüldü. Hz. Peygamber (sav)’de rahatladı ve şifa buldu.” (Buhari, Müslim)

Sihirden korunmanın yolu öncelikle her şeyin Allah-ü Teâlâ’nın iznine ve dilemesine bağlı olduğunu bilmektir. Dolayısıyla öncelikle Allah-ü Teâlâ’ya güçlü bir iman ve teslimiyetle bağlanmak gerekir. Nitekim; “Allah’ın izni olmadıkça onlar (büyücüler) kimseye bir zarar veremezler.” (Bakara, 102) Dua ve zikri terk etmemek gelir. Efendimiz (sav): “Sizin yapacağınız şey, Allah’ı zikretmektir. Böyle bir kimse, düşmanın hızla takip ettiği, sonunda muhkem bir kaleye rastlayıp kendisini düşmandan koruduğu kimse gibidir. Kendini şeytandan ancak Allah’ı zikretmek suretiyle koruyan kul da böyledir” buyurmaktadır. (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî)

Çokça Kur’an-ı Kerim okumak, ibadetleri aksatmadan yapmak ve devamlı abdestli bulunmaya özen göstermek de kişiyi büyü gibi zararlı şeylerin etkisinden koruyan hususlardandır. Yapıldıktan sonra ise büyünün etkisini ortadan kaldırmanın en sahih yolu; Allah’a sığınmak, O’na inanarak dua etmek, Kur’an-ı Kerim okumak, Allah-u Tealâ’yı zikretmek ve sabretmektir. Ayrıca böyle bir durumda; Ayet el-Kürsi, İhlas ve Muavvizeteyn (Nas ve Felak) sureleri çok okunmalıdır.

Nuri KÖROĞLU